Zorlukları Manevi Bir Pencereden Okumak / Psikolog Bayram Ayaz

Modern psikolojinin travma ve zorlukları genellikle patolojik bir çerçevede ele almasına karşın, siz ‘sınanma’ kavramını merkeze alarak varoluşsal ve manevi bir perspektif sunuyorsunuz. Bu yaklaşımın insanın zorluklarla olan ilişkisini nasıl dönüştürebileceğini düşünüyorsunuz?
Öncelikle nezih derginiz adına yaptığınız bu söyleşi için teşekkür ederim. Gönül Dergisi’ne yayın hayatında başarılar diliyorum.
Bir meselenin tarih boyunca dört bakışla ele alındığını görmekteyiz. Bunlar başta din olmak üzere, felsefe, sanat ve bilimdir. Hz. Adem’in hem ilk insan hem de peygamber olduğuna inanan bir kişi, dinin belirleyiciliğini esas almak durumundadır. Peygamberler binlerce yıl boyunca dünyanın her yerinde, insana dair soruların cevaplarını her insanın anlayacağı ölçüde verdiler. Kur’an’da bir ayette şu ifade vardır: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzâb, 33/36) Açık olarak bir başka ayette, travmalar tek tek sayılarak bunların Allah tarafından gönderilen bir sınanma olduğu ifade edilmektedir. Bunlar; bir süre açlık, korku, hastalıklar, yakın kayıpları ve ölümler, malın elden çıkması ve kazancın azalması gibi sınavlardır. Bu zorluklara sabredenlerin ise müjdelerle karşılanacağı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında, bilimin verilerini de bu bakış açısıyla değerlendirebiliriz.
Travma ve zor dönemler, “ruhsal sorun” algısının ötesinde hem “yaratılışın doğası ve manası” hem de pozitif psikoloji eksenli bir bakışı içermektedir. Dahası; hayatın akışını durduran, insanı zorlayan her şey bir mesaj ve mana içerdiği için bunlara sınanma diyebiliriz. Bu bakış açısı, soruna metafizik bir düzlemde daha dingin bir dayanma gücü kazandırır. Sınanma bilinci, insanı ferahlatan bir yorumdur. Çünkü bir sıkıntının manasını bilmek, insanı kaotik ruh haletinden çıkarır. Jung bu durumu şöyle ifade eder: “Kaç kez bir hastanın; ‘Varoluşumun anlamını ve amacını bir bilebilsem, sinirsel sıkıntılarımdan da kurtulurdum.’diye bağırdığını duymuşumdur. Zengin ya da yoksul, evli ya da bekâr, ne durumda olursa olsun, insan için önem kazanan, yaşama bir anlam verilmesidir.” Varoluşun anlamını bilmek! Jung bu gerçekliğe tanıklık eder; kişi, niçin var edildiğini anladığında sorunlara bakışı açısı olumlu yönde değişir. Diğer bir deyişle aslında yaşadığımız sorunların temelinde, niçin var edildiğimize dair bilinmezlik perdesi aralanır.
Burada şunu vurgulamak iyi olacaktır: Anlam ile mana kavramlarını birbirinden ayırdığımızı belirtmek isterim. Victor Frankl’ı bilirsiniz; bize anlam arayışını hediye etti. Ancak onun bakış açısı, pagan kültürünün eksik perspektifinden öteye geçemedi. Frankl, bir travma yaşandığında bizi iyileştirecek bir anlam bulmamız gerektiğini söylüyor. Peki ya travmayı atlatacak bir anlam yoksa? Örneğin, idamla yargılanan bir kişi böyle bir durumda ne yapacak? İşte tam da bu noktada, bize ait derinlikli bir karşılık sunan “mana” kavramı ile olaylara bakmak durumundayız. Yani ölüm sonrasını ve dünyadaki tüm kayıpları kabulleneceğimiz bir hikmet bakışına ihtiyacımız var.
“Mana” perspektifinden baktığımızda, “Bu acıyı niçin çektim, bir hatamın bedelini mi ödedim? Ya da bir başka hatam için dolaylı yoldan bir uyarı mı aldım? Daha da ötesinde bu travma beni kendi gerçekliğime uyandıran bir dokunuş olabilir mi?” Aslında mana, travma başıma geldikten sonra değil, travma öncesi sınanma bilincine sahip olmak demektir. Bu bilinç, bize zor dönemlere karşı bir içgörü olarak psikolojik dayanıklılık kazandırıyor.
Kitabınızda ‘doğal sınanmalar’ ve ‘öznel sınanmalar’ şeklinde bir ayrım yapıyorsunuz. İnsan yaşamının kaçınılmaz dönemlerini ‘sınanma’ perspektifinden okumak, modern psikolojinin ‘kriz dönemleri’ yaklaşımından nasıl ayrılıyor?
İfade ettiğimiz gibi konformist bir bakış açısı var psikolojide. İnsan arızalanan bir makine gibi tamir edilmesi gerekir mantığı vardır. Fiziksel sağlığımız açısından bu böyledir. Fakat 19. yüzyıla kadar ruhsal sorunlar medikal sorun olarak algılanmazken, Freud gibi tıp doktorları tarafından ruhsal yapımızda meydana gelen anormal durumlar sağaltım sürecine alınmıştır. Mesela, deprem gibi somut kriz durumları insanlarda bir süre travma stresi oluştururlar. Psikolojide travma sonrası stres bozukluğu bir sendrom olarak bilinir. Deprem sonrası yapılan araştırmalar, bazı insanların yıkıcı etkilere rağmen bu travmayı kabullenip hayatları için bir olgunlaşma fırsatı olarak değerlendirdiğini göstermektedir. İnsan ruh sağlığı için daha geniş bir perspektiften okumalar yapmamız gerekiyor. Ne yazık ki Batı zihin dünyası, bu konuda oldukça sığ bir bakış açısı geliştiriyor. Medikal yaklaşım insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak ele alırken, varoluşçular ise insanı farklı bir paradigma içinde sıkıştırıyor. Örneğin, Rollo May, ötekiler gibi yaratılış inancının dışında bir düzlemde ilerler. Onlara göre dünya, aslında hayata anlamsızlık katan bir yerdir ve anlam arayışı, bu bunalımlı zihnin bir ürünüdür. Bunun yanında ihtida edenler de vardır ve onlar insan ruhsal yapısı hakkında daha sağlıklı bir bakış açısı geliştirirler. Örneğin, Psikiyatrist Robert Frager, hayatı imtihan olarak ele alır. Der ki: “Bir öğretmen öğrencilerinin kabiliyetlerini ve bilgi seviyelerini ölçmek için onları imtihan eder. Öğretmen öğrencilerin ne kadar şey bildiklerini başka türlü öğrenemez. Allah kullarının kabiliyetlerini bilir ve ne kadar şuurlu olduğumuzu tam olarak bilir. Buna rağmen imtihanlar ile insanlar arasında hangi seviyede olduğumuzu bize bildirmek için bizi sınanmalardan geçirir.” Bu sebeple en büyük imtihanları peygamberler, veliler ve âlimler geçirir. Onlar yaptıkları ile bu dünyadaki gerçek maksadın ne olduğunu bizlere her daim hatırlatırlar. Zıtlıklarla kaim bir dünyada insan, refahın ve aksiliklerin manasını bilmeden yaşayamaz. Çünkü insan bedeniyle bir primat gibi yaşayabilir; ancak latif bir kalbe sahip olduğu için ruhuyla insan gibi yaşar. Sınanma olarak ele aldığımız hayat tecrübeleri, tıpkı bir eğitim süreci gibi öğretici bir kaynaktır. Hem de öylesine öğreticidir ki akademik eğitimden bile daha etkili izler bırakır. Her travma ve zor dönemin bir adı vardır. Savaş, hastalık, işsizlik ya da statü kazanma, başarı ve refaha ulaşma gibi iyi deneyimlerin ortak tanımı “imtihan”dır. Bu imtihanda sizden doğru seçeneği bulmanız istenir. “Mana” perspektifinden baktığımızda ise şu sorular ortaya çıkar: “Bu acıyı niçin çektim? Bir hatamın bedelini mi ödedim? Bir başka hatam için dolaylı yoldan bir uyarı mı aldım? Daha da ötesinde, beni kendi gerçekliğime uyandıran bir dokunuş mu?” İşte bu sorular, bizi hakikate götürür.
Günümüz insanı acıdan, zorlanmadan kaçınmaya çalışıyor ve bunu başarı sayıyor. Siz ise kitabınızda zorlanmaların ruhsal büyümeye hizmet edebileceğini vurguluyorsunuz. Bu noktada ‘avunma arayışı’ ile ‘anlam arayışı’ arasındaki farkı biraz açar mısınız?
Bildiğiniz gibi meşhur ıstakoz hikâyesinde, yaşamı boyunca kabuk değiştirme dönemleri vardır. Kayalıkların altında kabuğu çıkarmak için birçok kez gider. Istakozun büyümesine imkân sağlayan unsur onun değişime ayak uyduramayan kabuğundan duyduğu rahatsızlıktır. Eğer ıstakoz bu durumundan rahatsızlık duymasaydı kabuğunu çıkarıp atmayacak ve hiçbir zaman büyüyemeyecekti. Bunu yorumlayan bir yazar der ki; eğer ıstakozlar doktora gitseydi sakinleştirici bir ilaç alır, kendini iyi hissetmeye başlayınca da o küçük kabuğun içinde yaşamına devam ederdi. Zor dönemler büyümenin bir işareti olan dönemlerimizdir. Yaşanılan zorlukları uygun ve doğru şekilde kullanıp neyi gösterdiğine kendimizi odakladığımızda zorlukların büyümemiz için birer araç olduğunu anlayabiliriz. Şöyle düşünebiliriz; yitirdiğimiz ya da mahrum kaldığımız durumları pek çok insan aynı şekilde yaşamıştır. İnsanın başına ne gelirse gelsin yaşadığı şey, yaşaması mukadder olarak başına gelmektedir. Olayın sarmalından kurtulmak için önemli bir bakıştır bu. Öteki insanların ne yaptığına bakmamız gerekir. Böylece anlayışımız genişler ve esneklik kazanırız. Yaşadıklarımıza kuş bakışı bir konumdan bakmak, olaylarla kendimiz arasında sağlıklı bağlantılar kurmamızı sağlar. Ruhsal büyüme, elde edilen anlamların yanı sıra yeni hedefler belirlemek ve bunların yeni davranış biçimlerine dönüşmesiyle gerçekleşir. Yaşanılan kriz içinde kaybolmayan kişiler, süreci fırsata çevirerek büyürler.
Sorunuzun devamında anlam arayışı ile avunma arayışına değindiniz. Öncelikle belirtmek isterim ki, ‘avunma psikolojisi’ kavramı tarafımızdan ilk kez dile getirilmiştir. Bilindiği üzere, savunma mekanizmaları zor dönemlerde başvurulan bir tür telafi yöntemidir ve çoğu zaman bireyi kaotik bir durumdan kurtarabilir. Ancak avunma arayışı, travma gibi zorlu durumlarda sorumluluk almak yerine kaçışı ifade eder. Örneğin, ekonomik sıkıntıları bastırmak için kumar oynamak, alkol almak ya da sorunun üzerini örten, oyalayıcı bir alışkanlık geliştirmek gibi davranışlar bu duruma örnek gösterilebilir. Bütün bedellerine rağmen hakikatle yüzleşmek, bireyin anlamı ile buluşmasına vesile olur. Mana arayışı olarak tanımladığımız bu perspektife göre, bir travma ya da zor zamanlarda bireyin tüm ihtimalleri kabul etmesi ve her sonuca rıza göstermesi gerekir. Bu, hayatın sınanmalarının manasına ulaşmak demektir. Mana arayışı; travmalardan ders çıkarma, ruhsal büyüme, pozitif bir bakış açısı geliştirme ve kabullenme sürecidir. Öte yandan, avunma psikolojisi ise acının, zorluğun ve sınanmanın üstünün örtülmesidir. Özellikle sorumluluk alınması gereken zamanlarda gerçekle yüzleşmekten kaçınarak bir avunma enstrümanı geliştirmek, bu psikolojinin temelini oluşturur.
Kitabınızda ilginç bir şekilde ‘doğum öncesi sınanma’ kavramından bahsediyorsunuz. Anne karnındaki süreçten başlayıp ilk nefesteki ağlamaya kadar uzanan bu varoluşsal yolculuğu ‘sınanma’ perspektifinden nasıl okuyorsunuz?
İnsanın sınavı rahimde başlar. İnsanın diğer tüm canlılarla ortak olan yaşama içgüdüsü, ana rahmine düştüğü andan itibaren etkinlik kazanır. Buradaki sınanma nedir? Şöyle düşünelim; hamileliği istemeyen ve bebeğin düşmesi için ellerinden geleni yapan anneler, bebeklerin sınavı olurlar. İstenmeyen bebek bu isteksizliği algılar. Çünkü bebeğin ruhsal gelişimi, annenin yaşantısı ile ilişkilidir. Eşler arasındaki iletişim sorunları, annenin kariyer tutkusu, başarısızlığı, çevresiyle yaşadığı uyum gibi sorunları bebek annesi ile birlikte yaşar. Sınanmalar hayat boyu devam eder. Daha doğru bir tabirle ‘sınanma’ diyebileceğimiz travmalar, insana takdir edilmiş ve onu hayata hazırlayan bir süreçtir. İnsan henüz bebek yaşta, geleceğin imtihanlarının provasıyla karşılaşır. İnsanın potansiyellerine dair ipuçlarıdır bunlar. Çocuk yaşta tecrübe edilen sınanmalar rastlantısal olmayıp, kişiliğin oluşmaya başladığı bir dönemde ruhsal yapımıza kodlanır.
Pandemi, depremler ve savaşlar gibi kolektif travmalarla bireysel sınanmalar arasında nasıl bir fark var? Toplumsal travmaların ‘anlam’ boyutu bireysel olanlardan farklı mı işliyor?
Toplu olarak gerçekleşen travmalar her birey için aynı zamanda kişisel bir deneyimdir. Dolayısıyla etkilenme kaçınılmazdır. Ne var ki, deprem gibi kader ortaklığı gibi durumlar insanlarda bir teselli kaynağıdır. Bununla birlikte evlilik gibi insan ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlar, kişisel sorumluluk bağlamında değerlendirilebilir. Kitlesel travmalarda herkesin paylaştığı bir acı vardır. Bu da dayanışmayı gündeme getirir. Toplu travmaların sorumlusu olmadığınız halde, travmaya maruz kalmak bir ölçüde vicdani bir suçluluk hissine yol açmaz. Toplumsal açıdan bir kabul vardır. Olayın neden başınıza geldiğine dair sorgulama, kişisel travmalar gibi değildir. Örneğin, bir hastalık tanısı alan kişi düşüncelere dalar: ‘Bu hastalık neden beni buldu?’ diye sorgular. ‘Şimdi ne yapacağım?’ diyerek çaresizliğini dile getirir. ‘Sorumsuzca yaşamanın sonucunun böyle olacağı belliydi.’ diyerek kendini suçlar. Bunun gibi otomatik düşüncelere kendini kaptıran kişi, sağlıklı ve gerçekçi değerlendirme yapabilir mi? İndirgemeci bakışa sahip bir kişinin travmalara karşı stres bozukluğu yaşaması kaçınılmazdır. Bununla birlikte travmayı kaçınılmaz bir gerçeklik bağlamında değerlendirmek farklı sonuçlara ulaştırabilir. Sorumlusu olduğumuz zorlukları bir bedel olarak düşünebiliriz. İnsanlar sebepler üzerinde değerlendirme yapmaya eğilimlidir, ontolojik anlamlar üzerinde pek durmaz. Zorluklar içinde yaratılan insan zorluktan kaçma arayışı içindedir.
Ataullah İskenderi Hz.’nin ‘Alıkonulmak senin için anlayış kapılarını açıyorsa bu mahrumiyet senin için bir lütuftur.’ sözünü kitabınızda referans almışsınız. Buradan hareketle, modern insanın ‘mahrumiyet’ ve ‘engellenme’ deneyimlerini anlamlandırma biçiminde nasıl bir dönüşüm öneriyorsunuz?
Modern insan, konfor ve mutluluk odaklı bir dünyada yaşamaktadır. Refah düzeyi yükselmediğinde, bunu bir engellenme olarak algılar. Bu nedenle, daha kırılgan kişiliklerin yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Engellerin ve mahrumiyetlerin bir mesajı vardır. Bu bağlamda, travma ve zorlu dönemlerin metafiziğine bakmak önemlidir. Zorlu hayat olaylarından önce var olan inançlar, kişilik özellikleri ve hayatın hedefleri, travma ile birlikte gözden geçirilir. Zorluklarla başa çıkma becerisi test edilmiş olur. O güne kadar oluşmuş şemalar ve davranış biçimleri, zorlanma durumunda farklı tepkiler verebilir. Kişi, bir yandan stres yaşarken diğer yandan yaşadıklarına anlam verebilir. Anlamın hayata yön verebilmesi için desteğe açık olmak ve stresi yönetmek gerekir. Tekrarlanan travma etkileri, zorluklarla birlikte yaşama düşüncesini sağlayabilir. Bu da hayata dair yeni şemaların oluşmasını sağlar. Zor deneyimlerin hayatın bir parçası olduğunu kabul etmek, kişilerin yeni bakış açıları ve davranış biçimleriyle kişisel olgunluğa ulaşmalarını sağlar. Benliğin gelişmesi ve olgunlaşması büyük oranda karşılaşılan çatışmalı durumları çözmek ve bunaltıya karşı savaşım vermekle gerçekleşir. Ancak her engellenme ve çatışmanın benliğin gelişimi üzerinde olumlu izler bırakacağı söylenemez. Travmanın örseleyici etkilerine maruz kalan kişi, önüne çıkan engellemeler ve çatışmalarla mevcut durumundan daha geriye gidebilir. Hayatın o kadar ağır deneyimleri vardır ki bazı insanlar bunlarla başa çıkma becerisi gösteremez. Gelişme çağına, içinde bulunduğu fiziksel, toplumsal ve ruhsal ortama bağlı olarak travma etkileri kişiden kişiye değişir. Örneğin, bir çocuk için anne kaybı ağır bir örseleyici olayken, yetişkin için aynı etkiyi oluşturmayabilir. Benlik gücü zayıf bir kişide, olağan günlük kısıtlamalar bile örseleyici etkiler yapabilir. Uyarıcı etkilerin çok düşük olduğu bir ortamda, beklenmedik küçük uyaranlar bile büyük bir etki gücü kazanabilir. Örneğin, siperde bekleyen bir asker ya da yatağındaki hastanın kıpırdamadan durması gibi.
Günümüzde ebeveynliğin giderek daha karmaşık bir hal alması ve mükemmeliyetçi ebeveynlik yaklaşımlarının yaygınlaşması hakkında ne düşünüyorsunuz? Ebeveynliği bir ‘sınav’ olarak görmek, modern ebeveynlerin kaygılarına nasıl farklı bir perspektif getirebilir?
Anne babalar, her dönemde çocukları adına sorun yaşarlar. Kültüre dayalı olarak baktığımızda, çocuklarla olan ilişkiler ileri yaşlara kadar yoğun olarak devam eder. Çocukların doğumdan itibaren hastalıkları, düşme kalkmaları ve kazalar geçirmeleri, anne babaları kaygılandırır. Ergenlikten evliliğe kadar ebeveynlik sorumluluğu devam eder. Çocuklarının eşleriyle geçimsizlikleri veya boşanarak eve geri dönmeleri yeni zorluklar getirir. Eve dönen boşanmış bir evlat, ebeveyni, sağalmayan bir yara gibi etkiler. Ebeveynler çocuklarının hayat kurma süreçlerinde karşılaştıkları bütün gerilim ve olumsuzluklara ortak olurlar. Anne babaların kültürel bakış açıları sebebiyle, evlatları reşit olduktan sonra da devam eden ebeveynlik rollerini sorgulamaları gerekir. Avrupa’da 18 yaş sonrası her genç kendi sorumluluğunu üstlenir ve birey olarak evden ayrılır. Anadolu kültüründe ise anne baba hayatta olduğu sürece ebeveyn rolü devam eder. Günümüzde bu bakış açısı değişse de duyarlı ebeveynlik hâlâ devam etmektedir. Bu sorgulamayı burada yapmayacağız fakat ebeveynliğin bir sınanma olduğu gerçeği, Doğu toplumlarında çarpıcı bir gerçek olarak devam etmektedir. Bu bağlamda, kültürel bir bakış açısından da olaya bakmak durumundayız. Şunu söyleyebiliriz ki, ebeveynler ergenlik sonrası gençlik dönemindeki sorumluluk alanlarını kültüre dayalı olarak genişletirler. Öncelikle, ileri yaşlara varıncaya kadar devam eden sorumluluk, üretilmiş ve icat edilmiş bir çaresizliktir. Bunun yanında, elbette sorumluluğun devam ettiği yaşlar vardır. Bu gibi evlat sınanmalarında ilk düşünülecek şey, kan bağıyla kaçınılmaz olarak yaşanan ilişkiyi kabullenmektir. Bütün desteğe rağmen çözülemeyen sorunlarda, sabır duygusunu içselleştirmek gerekir. Sabır göstermek, ebeveyn ile evlat ilişkilerinde taşıyıcı bir duygudur. İnanılan değerler, kan bağıyla bağlı olunan yakınların yüküne katlanmanın bir sınanma başarısıdır.
‘Her Travma Bir İçgörü İmkânıdır’ başlığı altında bir önerme sunuyorsunuz. İnsanın en karanlık anlarının aslında en büyük aydınlanma fırsatları olabileceğini ima ediyorsunuz. Travmatik deneyimlerin içgörüye dönüşme sürecini nasıl okuyorsunuz?
Düşünür Kierkegaard, eserlerinde acı çekmenin hayatın anlamını sorgulama sürecine katkı sağladığını vurgular. Zorlu dönemleri, anlam ve cesaretle ilgili bir deneyim olarak tanımlar. Son yıllarda literatüre giren yaklaşımlara göre, hayatın anlamı kriz dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. Kritik dönemlerde olumlu düşünmeye ve yorumlamaya daha yatkın olan kişilerin sağlıklı bir değişim gösterdikleri anlaşılmıştır. İçgörü kazanabilmek için iç kazı çalışması yapmak gerekir. Bunun için bakış açısı, yani nereden baktığınız oldukça önemlidir. Bir araştırma sonucunda, insanların %30 ila %90’ında travma sonrasında bazı olumlu değişimler gözlemlenmiştir. Travma deneyiminden olumlu dersler çıkaran kişilerde, hayatın öncelikleri, anlamı ve ilişkilerin iyileştirilmesi gibi alanlarda içgörü geliştiği görülmüştür. Binlerce yıllık tecrübeler, acı çeken insanların daha bilgece hayata baktıklarını ve Allah’ın kudretini daha iyi hissettiklerini göstermiştir. İslam’ın kaynaklarda ortaya koyduğu gerçeklik, şüphe götürmez bir şekilde hayır ve şer kavramlarının anlam taşıyabileceğidir. Güçlüklerin kişiliği dönüştürücü gücü vurgulanmıştır. Hayır olan şey aslında şer unsuru olabilir ya da şer olarak görünen bir şeyin ardından hayır gelebilir. Gazâli, Allah’ın herkes için hayırlı imkânlar vermeye muktedir olmasını değerlendirir. Kudreti olmasına rağmen vermeyerek lütfunu esirgeseydi, bu onun cömertlik ve adaletine aykırı olurdu. Bu durumda, Allah’ın yarattığı her şeyde kusursuz bir adalet vardır; insan için mevcut varlığı takdir edilmiştir.
Kaybın ve yasın oluşturduğu ruhsal sarsıntıyı ‘sınanma’ perspektifinden okumak, modern psikolojinin ‘yas süreçleri’ yaklaşımından farklı bir anlam alanı açıyor. Bu bakış açısı, sevdiğini kaybeden insanın acısını nasıl dönüştürüyor?
Özellikle Batı’da kayıp ve yas süreci yaşamak, psikolojik destek almayı akla getirir. Ölüm sonrası hayata dair inanç problemi yaşayan kişiler büyük bir sarsıntı geçirirler. Seküler bakış açısına göre hayat, albenili bir cazibe merkezi gibi görülür; eğlenmek ve mutlu olmak, hayatın tek gayesi olarak kabul edilir. Yaşamak, ölümün unutturulması üzerine kurulu bir zihin dünyasıdır. Bizim hayat anlayışımız ise “mutu kable en temutu” hadisi ile şekillenir. Bu hadis, bir bakıma “Ölmeden önce ölünüz.” anlamına gelir; yani “Ölümlü olduğunu unutma, nasıl yaşadığına dikkat et, ölüm sonrası hayata göre yaşa.” demektir. Mefhum-u muhalifine göre, “Ölümü hatırlayarak genç kal.” diyebiliriz. Şöyle ki, “Nasıl olsa öleceğim, o yüzden bu kadar büyük arzulara kapılmayayım, öleceğime göre fazla mal biriktirmeyeyim, ölüm sonrası hesap var, kimsenin gönlünü kırmayayım.” diyebiliriz.
Kayıpla gelen yas, ağır sınanma türlerinden biridir. Hayata bakış birden değişir. Ölüm, bütünüyle “mana” ile ilişkilidir. Artık dünya algısı ve mecburiyetleri ortadan kalkmıştır. Yas tutan kişi, hayatın geçici çekiciliğine karşı temkinlidir. Dünya hayatının geçiciliği, bedenin yok olması ve ruhun ebediliği, yasla birlikte daha yakından fark edilir. Kaybın acı hakikatiyle yüzleşen ve ölümün manası üzerinde düşünen kişiler, kaybın getirdiği olumsuz duygulara karşı direnç geliştirirler. Ölüm bir yok oluş değil, ikinci hayata bedensiz ruhla bir yürüyüştür. Yasla birlikte tefekkür eden kişi, ölümü hayatın bir aynası olarak algılar. Hz. Peygamber (s.a.v.), bebek yaşta oğullarını ve genç yaşta kızlarını kaybetmiş bir rehber olarak önümüzde durmaktadır. Araştırma sonuçları, dinî duyarlılığı olan kişilerin ikinci hayatın varlığına inanmaları nedeniyle, inancın bu süreçte koruyucu bir etki sağladığını göstermektedir. Çünkü manevi duygular, kayıp sürecinde ölümün anlamına dair bir perspektif sunar. Ölüm bütünüyle “mana”ile ilişkilidir. Artık dünya algısı ve mecburiyetler ortadan kalkar. Yas tutan kişi, hayatın çekiciliğine karşı daha temkinlidir. Dünya hayatının geçiciliği, bedenin ortadan kalkması ve ruhun ebediliği yasla birlikte daha belirgin hale gelir. Kaybın acı hakikatiyle yüzleşen ve ölümün manası üzerine düşünenler, kaybın getirdiği olumsuz duygulara karşı direnç gösterirler.
Modern toplumda mutluluk adeta bir dayatma, mutsuzluk ise patolojik bir durum olarak görülüyor. Kitabınızda sorduğunuz ‘Mutluluğun uzaklaştığı dönemlerde insan; benliğini, değerini ve varoluşunu yitirir mi?’ sorusu tam da bu noktada çok kritik bir yerden sesleniyor. İnsanın en karanlık anlarının aslında varoluşsal bir uyanışa gebe olabileceğini ima ediyorsunuz. Bu paradoksal durumu biraz açar mısınız?
Topluma uyum sağlamak, genellikle otomatik bir davranış olarak ortaya çıkar. Bu uyumu motive eden temel ilke, mutluluk arayışıdır. Toplum, egonun dürtülerini tatmin etmeye yönelik bir yapıdayken, buna uyum sağlamak anlaşılır bir durumdur. Daha iyi imkânlarla yaşamayı birbirimize öğretiriz. Ancak, bütün gayretlere rağmen işler her zaman yolunda gitmez. Refaha ulaşma yolunda imkân yetersizlikleri, engeller ve ters giden işlerle karşılaşmak mümkündür. Bu durumda hemen çare arayışına girilir. Neşeli bir dönemin ardından gelen keyif kaçıran acıya karşı ilk tepki, ondan kurtulmaya yönelik olur. Öğrenilmiş çare arayışına rağmen sürgit devam ettiğinde, bu kez zorunlu olarak düşünme vakti gelir. Baştan beri düşünülmesi gereken şey: “Olan bitenin anlamı nedir? Keyifli hayat hedefi anlaşılır olduğu halde işlerin ters gitmesine anlam vermek neden güçtür?” Burada, arzu ile mantık arasındaki çelişkiye değinmek faydalı olacaktır. Her insanda arzular belirir; insan haz elde ettikçe mutlu olur. Sokrat bu konuda şöyle der: “Mantık, hazzın sınırlarını belirler.” Bir alanda acı ya da bedel ödenmesi gerekiyorsa, sürecin içinde sabırlı olmak önemlidir. Mantığın, hazzın taşkın sınırlarına getirdiği yasaklar, insanı barış ve mutluluk içinde tutmak içindir. Doyum sağlama isteği ile bu doyumu engelleme, erteleme ya da geciktirme isteği arasında bir çatışma doğar. Doyumun engellenmesi ve ertelenebilmesi, insanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biridir. İnsan, doyumu erteleyebildikçe olgunlaşır ve insanlar arasında yücelir.
Engellilik deneyimini ‘sınanma’ perspektifinden ele aldığınız bölüm oldukça derin sorulara kapı açıyor. Toplumun engelliliğe bakışı genellikle ‘eksiklik’ ya da ‘dezavantaj’ çerçevesinde şekillenirken, siz farklı bir varoluşsal okuma öneriyorsunuz. Engellilik durumunun kişiyi nasıl bir içsel yolculuğa çıkardığını, sadece engelli bireyin değil, ailesinin de nasıl bir manevi olgunlaşma sürecinden geçtiğini anlatıyorsunuz. Bu deneyimi modern tıbbın ‘rehabilitasyon’ paradigmasının ötesinde, nasıl bir anlam ve varoluş meselesi olarak okuyabiliriz?
Engellilik hakkında olan bitene dair çerçeveyi içeren yerinde bir soru. İnsan ontolojisine eksik bir gözle bakan Batı tandanslı bilimin, engelli insana bakışı da elbette rehabilitasyon bağlamında olacaktır. Toplumun engelliler ve aileleriyle ilgili genel bir bakış açısı vardır; bu bakış çoğu zaman ötekileştirici ve yargılayıcıdır. Engelli birey ve ailesi zaten mevcut durumlarından dolayı mağdur ve yorgundur. Bu yükün üzerine çevrenin bakışı da ekstra bir psikolojik yük oluşturur. Engelli bireylerin anne babaları, sorumlu yetişkin tutumlarıyla ileri yaşlara kadar büyük sınav verirler. Şöyle düşünün; doğuştan engelli bir çocuğun anne-babası olmak, geriye kalan ömrünüzde onun tüm sorumluluğunu taşımak demektir. Bu, bir kaderdir ve kader kavramı, farklı bir bakış açısı gerektirir. Engelli çocukla uyum içinde yaşamak, size takdir edilen zorlukları kabul etmeniz anlamına gelir; yani siz seçildiniz. Bu özel aile üyesini kabullenen aileler böylece destek olmaları halinde, hayata bakışları değişir. Adeta egoları eğitime tabii tutulur. Geçmişte dervişlerin dergâhlarda nefslerini terbiye etme çabaları gibi, engelli bir çocuğa sahip olmak, insanı ruhsal olarak olgunlaştıran bir deneyim sunar. Burada önemli olan şikâyet etmemeye çalışmak. İster istemez bu özel kişinin yakınının bir şekilde yakınması normaldir. Fakat isyan boyutunda şikâyet etmemek esastır. Buna kabullenmeyi de eklersek, bu anne-baba ya da yakın kişi önemli bir seciye kazanmış demektir. Bu durumda olmayan insanlara göre benlik terbiyesinden geçerek ruhunu arındırma imkânı elde etmiştir. Özel yakınının sıkıntılarına katlanan insanlar hayatlarında daha engin gönüllü ve insan ilişkilerinde daha anlayışlı olurlar. Toplumun bu kişilerin taşıdığı merhametli ve olgun özelliklere sahip insanlara ihtiyacı vardır.
Bir gün destek verdiğim otistik çocuğu olan bir anne şöyle demişti: “Şikâyetçi değilim oğlumdan. Yusuf, Allah’ın bana verdiği bir imtihandır. Ardında bir hayır var, biliyorum ve ona hayranlıkla bakınca olayların anlamını daha iyi anlıyorum, zorluklar kolaylaşıyor, sebatım ve gayretim artıyor.”
Yaşlılığı bir ‘sınanma’ olarak ele almanız, bu sürece bir derinlik katıyor. Güç ve statü kaybından, bedendeki değişimlere, sosyal rollerin dönüşümünden varoluşsal sorgulamalara uzanan bu yaşlılık yolculuğunu ‘sınanma’ perspektifinden nasıl okuyorsunuz? Bu bakış açısı, yaşlılık dönemini deneyimleyen bireylere ve onların ailelerine nasıl yeni bir anlam penceresi açabilir?
Bugün, yaşlılığın tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir değer kaybına uğradığını söylemek mümkündür. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, yaşlıların tecrübe birikimi çok önemli bir yer tutarken, günümüzde dijital cihazların yaygınlaşması, yaşlılarda uyum sorunlarına yol açmıştır. Yaşlıların hayatı kolaylaştıran elektronik cihazları kullanma güçlüğü, onların toplumun gerisinde kaldığına dair bir algı oluşturdu. Gençlerin ve çocukların değişen sosyopsikolojik yapılarına uyum gösterme zorluğu bir yana, onların aygıt ve uygulama kullanma becerisi iki binli yıllarda tarihi ters yüz etti. Çocuklar ve gençler sanal dünyada becerileri sebebiyle toplumun dinamiğinin belirleyicisi olma yolunda. Hâlbuki kültür, tevarüs ettikçe kalıcı olur. Ayrıca önceki nesillerde yaygın olan geniş aile modelinde yaşlı olmak, kişiye imtiyaz ve saygınlık sağlamaktaydı. Günümüzde ise yaş tecrübesinin getirdiği konuma gösterilen ilgi oldukça azalmıştır. Özellikle dijital cihazların yaygın kullanımına uyum gösteremeyen yaşlılar, gençler arasında ‘çevrim dışı’ bir algı oluşturmaktadır. Bu durum yaşlılık sınanmasına eklenen büyük bir yük olarak karşımıza çıkmaktadır. Dijital yabancılaşma, yaşlılarda önemli bir motivasyon kaybına yol açmıştır.
Bu çerçevede sınanmaya baktığımızda yaşlılığı bir şükür vesilesi olarak gören Said Nursi, bu konuya uzunca yer vermiştir. İhtiyarlar Risalesi’inde yaşlılığın bu dünya ile öte dünya arasında gerçekleşen güzel yolculuğun işaretlerini taşıdığına vurgu yapar. “İhtiyarlar gençliğini kaybettiğine üzülmek yerine, gençlik tehlikelerinden kurtulup ebedi bir gençliğe aday olduğunu düşünerek sevinmeli.” der. Yaşlılık, hayatı daha geniş bir perspektiften okuma becerisini beraberinde getirir ve bu tecrübe, diğer yaş gruplarındaki bireyler için bir avantaj sağlar.
Sınanma Psikolojisi kitabınızda, insanın doğum öncesinden ölüme uzanan yolculuğunda karşılaştığı tüm zorlukları, travmaları ve kayıpları yeni bir okuma biçimiyle ele alıyorsunuz. Bu çalışmanın temel mesajını, bugünün insanına nasıl özetlersiniz? Özellikle modern çağın hız, tüketim ve anlam krizine karşı, bu kadim ‘sınanma’ perspektifi bize nasıl bir yol haritası sunuyor?
Dostoyevski der ki: “Korktuğum tek bir şey var: Çektiğim acılara layık olmamak.” Hayatı anlamlı ve amaçlı kılan, elimizden alınamayacak olan, bu manevi özgürlüktür. “Bir insanın kaderini ve beraberinde getirdiği tüm acıları kabullenme biçimi en zor koşullar altında bile yaşamına daha derin bir anlam katmak için büyük fırsat verir.” Yelkenli gemi misali insan, rüzgâr gibi nefesle yaşar, bazen kaptan gibi dümende, bazen mürettebat gibi yelkenlerle uğraşır. Önüne çıkan dev dalgaları yararak ilerler, bazen esmeyen rüzgârla yavaşlar, kimi zaman su almaya başlayan geminin yolcuları gibi panikler. İnsan, günlük stresli durumlardan ağır depresif durumlara kadar sıkıntılı süreçlere girer. İşte tam da bu noktada, insan, yaşadığı olumsuzlukların başka bir anlamı olabileceğini düşünmelidir. Ağır bir antrenman çilesi, müsabakayı kazanmanın bir bedelidir. O halde ziyana uğramak, onarım anlamına gelebilir. Hastalıkların uyarıcı etkisi ile öteki açmazlar için bir farkındalık; gurbette çekilen sıkıntılarla kazanılan olgunlaşma, sılanın imkânları içinde elde edilemez. Böylece derdin derman olması, terk edilmenin bazen buluşma olması ve ayrılıkların kavuşma gibi zıt anlama gelmeleri mümkündür. Madalyonun öteki yüzünü okuma bilincine sahip olanlar, sorunlara karşı daha iyi farkındalık sağlarlar. Zor dönemler ve travmaların yakıcı etkisini hafifleten şey, bu olaylar başımıza gelmeden önce, yaşandığı dönemde ve sonrasında yaratılışın anlamı üzerine kalbimizle tefekkür etmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir