Yaramaz Çocuklarda İlaç Çözüm Mü? / Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmİr

61-ilac20 yıl öncesine kadar çok ender rastlanan bir hastalık olan ‘Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu’ günümüzde nasıl her 7-8 çocuktan birinde rastlanır hale geldi?

Dünyada birçok araştırmacı ve klinisyen, bu hastalığın aşırı teşhis edilmesine yol açan etkenleri sorumlu tutuyorlar bu açıdan. Bu etkinin ortaya çıkmasında ilaç firmalarının teşvikinin de çok etkili olduğunu belirtiyorlar. Yani aslında hastalıkta bir artış yok ama teşhis süreci sorunlu ve bu hastalıkta görülen bazı belirtilerin gözlenmesini, teşhis koymak için yeterli gören bir yaklaşım, tıbba hâkim olmuş durumda. Her şeyi bir hastalık haline getirmek, her belirtide bir hastalık keşfetmek, hastalık olmayan şeyleri ilaçla düzeltilebilir birer sorun gibi ortaya koymak günümüzde tüm dünyanın bir sorunu haline geldi. Bunların en bilineni kolesterol düzeyidir. Yıllardır, sadece kolesterol yüksekliğini bir hastalık gibi göstererek milyonlarca insanın kolesterolünü düşürmek için milyonlarca kutu kolesterol düşürücü ilacın kullanılmasını teşvik eden bir tıp anlayışından söz ediyoruz. Modern tıbbın sorunu burada yatmaktadır. Bu anlayış maddi olarak çok güçlü olan büyük ilaç firmalarının maddi gücünden ne kadar etkilenmektedir? Birçok kişi bu etkinin hiç azımsanamayacak boyutta olduğunu, hatta tıp alanında bilimsel olarak adlandırılan çalışmaların birçoğunun ilaç firmalarının yönlendirmeleriyle saptırılmış biçimde ilaçların lehine sonuç verdiğini söylüyorlar. Bugün bilimsel ve saygın bir dergide makalenizi yayınlatabilmenizin yolu, ilaçları yararlı gösteren çalışmalar yapmanızdan geçiyor. Yani ne kadar ilaçları överseniz, ortalıkta ilaç kullanılmasını gerektiren ne kadar çok sorun peydahlarsanız, makaleniz o kadar kolay yayınlanıyor ve siz de akademik ortamda yükselebiliyorsunuz. Şimdi bu tablodan ne çıkar? Şu çıkar: Hastalıkların görülme sıklığı ileri boyutta artar, ilaç kullanımı patlar. 30 yıl önce çok ender görülen bu hastalığın her 7-8 çocuktan birinde görülür hale gelmesinin altında yatanın bu olduğunu sadece ben değil birçok araştırmacı ve hekim dile getiriyor. Hatta yakın bir zamanda, Ankara’daki bir okul için bu okulda okuyan öğrencilerin %75’inin bu hastalıkla teşhis edilmiş olduğunu söylediler. Bu okuldaki öğrencilerin aileleri bilinçli ve maddi düzeyi yüksek aileler ve sorunlarını bilimsel yöntemlerle çözme bilincine sahipler. Ama bilim, ilaç firmalarının esareti altına girmişse “Bu bilince sahip olmasak daha mı iyi olurdu?” diyesi geliyor insanın. Biz bu konuları bir grup hekim ve eczacı olarak ayrıntılı biçimde “Tıp Bu Değil” “Tıp Bu Değil-2” ve “Eczacılık Bu Değil” adlı kitaplarda işledik. Bu kitapların yazarlarının arasında bana da büyük esin kaynağı olan arkadaşlarımız var.

İlaç üretiminin, yirminci yüzyıl sonlarına doğru tüm dünyada uygulanan liberalleşme politikaları doğrultusunda devlet sektöründen alınarak bütünüyle özel sektöre devredilmesi, ilaç sektörünün de kâr odaklı çalışmaya başlamasına neden oldu. İlaç endüstrisi, insanî bir hedefe yönelik olarak çalışması gereken, kârı gerekirse insanlığın çıkarlarının gerisinde tutabilen bir endüstri olarak kalmalıydı. Şimdi ilaç üreten şirketler hep daha fazla kâr elde etmek, kârlarını artırabilmek için her yolu denemek yoluna gidiyorlar. Serbest piyasanın koşullarına uyamayan şirketler hızla piyasadan temizlendi, battılar ya da el değiştirdiler. 50 yıl öncesine göre piyasa, iki elin parmakları kadar büyük firmanın hâkim olduğu bir alana dönüştü günümüzde.

Bu şirketlerin üst düzey yöneticileri çok yüksek ücretlerle çalışan kişiler. Ama tek doğruları, şirketlerine daha çok kâr ettirmek oluyor görevleri gereği ve yönettikleri çok yüksek miktardaki parayı kullanarak bilimsel alanı ve tıbbı etki altına alıyorlar. Bu şirketlerin cirosu silah firmalarının cirosuyla yarışır duruma geldi. Paranın konuştuğu günümüzde, doğruyu belirleyen paranın gücü olunca “bilimsel doğruları(?)” da belirleyen para olmaya başlıyor. Böyle bir bilimsel yapıda, bir hastalığın boyutunun söylendiği kadar yüksek olduğu iddiasını kuşkuyla karşılamak her bağımsız bilimsel insanın görevidir.

Konulan tanılar ne kadar doğru? Tanı konulma sıklığında bir abartı var mı?

Aşırı tanılandırma şu anda tüm tıp dallarında ciddi bir sorun haline gelmiş durumda. Örneğin herkese koroner anjiografi yapılıyor neredeyse. Göğüs ağrısı ile gittiğinizde korkudan bu öneriyi reddedemiyorsunuz. Tıp daha fazla ilaç kullanımı, daha fazla tıbbi girişim, daha fazla ameliyat kıskacına sokulmuş durumda ne yazık ki.

Ancak daha da ilginç bir alan, kozmetik tıp denilen alandır. Hastalıkların sınırını genişletmek de bir yere kadar olanaklı oluyor. Bu sorunu aşabilmek için tıbbın on dokuzuncu yüzyılda salgın hastalıklara karşı özellikle aşı ve antibiyotikler yoluyla kazandığı başarının oluşturduğu prestijin kötü bir amaçla kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Bu prestiji çok öne çıkartarak “Modern tıp öyle gelişti ki, bugüne dek hastalık olarak görülmeyen ancak yaşamınızda ciddi sorun oluşturan çıkmazları da ilaçlarla çözebilecek duruma geldi.” gibi bir reklamla insanların gözünü boyuyorlar. Örneğin insanın sınırları olan bazı işlevlerini bu sınırların ötesine taşıyabileceği iddiası ile insanların karşısına çıkan tıp, cinsel gücün daha çok arttırılabileceği, yaşlanmanın ortadan kaldırılabileceği, bir genç gibi tüm işlevlerin sürdürülebileceği, yorulmanın yok edilebileceği, yaşamda hiç üzüntüye yer olmadan yaşanabileceği, dikkat işlevinin sınırlarının ortadan kaldırılabileceği gibi hedeflere yöneldi. Şimdi bunların tümü, aslında hastalık olmayan ancak yaşamın hakikatleri olmalarının yanında insanların canını sıkan gerçekler. Bu gibi doğal ama can sıkıcı insanî durumları ortadan kaldırma iddiasındaki tıbba, kozmetik tıp deniliyor. Böylece ilaç yazabilmek için bir hastalık aramaya da gerek kalmadı.

Örneğin, dikkat eksikliği ilaçlarının talep edilme biçimine bakalım. İnsanlar, gece 4-5 saat uyuyarak, her istediklerini yerine getirecek biçimde yaşayarak, spor, eğlence gibi başka ilgi alanlarından feragat etmeden daha az vakit ayırarak çalışabilmek istiyorlar. Çalışmak için dinlenmiş olmaları gerektiğini, iyi uyumuş olmaları gerektiğini, gerekirse diğer ilgi alanlarına ayırdıkları zamanı geçici biçimde azaltarak çalışmaları gereken alana yönlendirmeleri gerektiğini söylediğinizde canları sıkılıyor ve kendilerine sunulan ilaçları kullanarak bu sorunu çözmeye çalışıyorlar. Bu nedenle, her ilaç tedavisi için artık bir hastalığın bulunması gerekmediğini belirtmek gerekir öncelikle.

İkincisi, tüm dünyada yaygın olarak kullanılan tanı koyma rehberi olan DSM ile ilgili kuşkulara bakmak gerekiyor. Bu rehber ilk olarak 1960’larda ortaya çıktığında psikiyatri alanında 100 civarında hastalık olduğunu saptamıştı ve rehberi hazırlayan araştırmacıların sadece %10’unun ilaç firmaları ile ilişkileri vardı. Altı kez yenilenen bu rehberde son durum itibarı ile psikiyatri alanında 500’den fazla hastalık olduğu iddia ediliyor ve rehberi hazırlayan araştırmacıların %70’inden fazlasının ilaç firmaları ile bağlantıları var.

Bu iki neden, konulan teşhisler konusunda ciddi düşünen bilim insanlarını kuşkuya düşürüyor.

Psikiyatrlar bu tanıyı koyarken gerçekten özenli davranıyorlar mı? Nesnel kriterleri dikkate alıyorlar mı?

Bu tanının konulmasında çok nesnel kriterler yok elimizde. Örneğin akciğerdeki bir lezyonu saptamak için kullanılan röntgen filmi görüntüsü gibi somut bir yöntem yok. Kullanılan testler sadece dikkati ölçüyor. Ancak dikkat eksikliğinin tek nedeni bu hastalık değil, yüzlerce başka nedenle dikkat azalabiliyor. Ancak kullanılan tanı yöntemi, dikkat eksikliğinin diğer nedenlerini dikkate almaktan çok, hastalıktan kaynaklanan bir durum olarak görülme eğilimini arttıran bir yöntem.

Psikiyatrların hastalarına ayırabilecekleri zaman da çok kısıtlı, 15 dakikayı pek geçemiyor yoğunluk nedeniyle. Okulda öğretmenin yakındığı öğrenciler psikiyatra yönlendiriliyor ve psikiyatrik muayeneden elinde ilaçla çıkmayan pek ender. Bu durumda tanıyı kim koyuyor diye sorabiliriz. Böyle bir çalışma yapılsa yani öğretmenlerin, bu hastalığa sahip olduğundan kuşkulandıkları çocukları psikiyatra yönlendirmelerinin sonucunda kaç çocuk ilaç kullanmaya başlıyor diye baksak, bu oran %95’in üstünde çıkabilir benim kanımca. Benim böyle bir çalışma yapma olanağım yok ama ülkemizde 100’den fazla sayıda bulunan tıp fakülteleri de böyle bir çalışma yapmaya yanaşmıyorlar. Psikiyatr, öğretmenlerin her yolladığı çocuğa ilaç başlayacaksa nerede kalıyor onun işlevi? Psikiyatrların özgür bir eğitimden geçmeleri, sorunları sorgulamayı alışkanlık haline getiren bir eğitim almaları ve hastalarına daha çok zaman ayırabilme olanağına kavuşmaları gerekiyor. Ülkemizdeki sorgulamayı engelleyen eğitim sisteminin de bu gibi aşırılığa kaçma durumlarının üzerinde etkisi var. Hekimler artık sorgulamayı unuttular. Bu konuyu benden başka birçok arkadaşımız da işlemiş bulunuyor.

Bu hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçların, söylendiği gibi bağımlılık yapmadığı doğru mu? Yapmıyorlarsa neden kırmızı reçete ile satılıyorlar?

Zaten şiddetli biçimde bağımlılık yaptıkları için kırmızı reçeteye yazılması zorunlu tutulmuş ilaçlar bunlar. Normal reçeteli ilaçlar bağımlılık yapmayan, yeşil reçeteli ilaçlar bağımlılık riski olan, kırmızı reçete ise tartışmasız bağımlılık yapan ilaçların yazıldığı reçeteler.

Ancak bu ilaçların bağımlılık yapmadığını söyleyenlerin haklı oldukları bir nokta var; gerçekten bu hastalık varsa ortada, bu ilaçlar bağımlılık yapmıyorlar. Çünkü gerçekten hasta olanların beyin dopamin metabolizmalarındaki bir bozukluk onların bağımlı olmalarını önlüyor. Bu durum da tanı koyarken ne kadar hassas davranılması gerektiğini gösteriyor. Çünkü gerçekten hasta olmayanlara bu ilacı yazıp da dikkat eksikliği sorununu bu ilaçlarla çözmeye kalktığımızda onlar için bağımlılık kaçınılmaz oluyor.

Bu ilaçların yaptığı bağımlılık tipi, alkol gibi uyuşturucu maddelerin tersine uyarıcı tipte bağımlılıktır. Bu tipteki bağımlılık hızla gelişiyor ve bağımlı olan kişi artık uyarıcı bir madde olmadan odaklanamıyor, hedefine motive olamıyor. Sürekli bir ilgi kaybı ortaya çıkıyor. Yani tedavi etmeyi hedeflediğimiz sorunun üstüne gaz döküyor gibi oluyoruz bu durumda.

Bağımlılık yaptıkları konusundaki kuşkuların yüksek olduğu bu ilaçların gereksiz yere kullanımı hangi riskleri beraberinde getiriyor?

Bu ilaçları kullanarak bağımlı hale gelmiş olan kişilerin, çapraz bağımlılık dediğimiz diğer uyarıcı maddelere yönelmesi daha sık oluyor sonraki yaşamlarında. Bu da madde kullanımını artırıyor. Madde kullanımının yanında başka sorunların da ortaya çıkması söz konusu olabiliyor. Örneğin uyarıcı maddelerin özellikle gençlerde kontrolsüz cinsel ilişkiyi körükleyebildiği, bu nedenle de cinsel yolla bulaşan hastalıklara zemin oluştuğu söyleniyor. Uyarıcı maddeleri kontrolsüz kullanan gençlerin şiddete daha eğilimli oldukları, uzun vadede kullanımlarının sonucunda kalp ve beyin hastalıklarına yol açtığı da birçok araştırmacının önemle üzerinde durduğu sorunların arasındadır.

Uyarıcı maddelerin gereksiz kullanımının, uyarıcı etkisiyle ortaya çıkan huzursuzluğu gidermek için uyuşturucu madde kullanımını körüklediği de belirtilen sorunlar arasında.

İlaçlar dışında çocuklara yardımcı olabileceğimiz ‘yan etkisiz’ seçenekler neler?

Eğer çocuk gerçekten hasta ise başka yollara sapmadan önce tabi ki ilaç kullanmak gerekir. Ancak sorunun çoğunlukla hastalık dışındaki nedenlerden kaynaklanıyor olduğu düşünülürse çocuğun dikkatini artırabileceğimiz birçok ilaç dışı yol vardır. Örneğin uyku süresinin normale döndürülmesi bunlar arasındaki en basit yöntemlerden birisidir. Çocuğun özellikle gece olduktan sonra yoğun ışığa maruz kalmasının önüne geçilmesi, TV, bilgisayar, tablet ve telefon gibi ekran ışıklarından uzak tutulması, erken bir saatte uyumasının sağlanması çok kez sorunu tek başına çözebiliyor. Bunun yanında çocukların olabildiğince izole olmaktan kurtarılarak gerçek ilişkilerin içinde kendilerini deneyimlemelerinin önemi büyüktür. Günümüzde büyüyen şehirler insanlara doğal yaşam alanı bırakmadığı için insanlar yapay ortamlara mahkûm oluyor. Çocukların daha sağlıklı bir iletişim içinde büyüyebilmeleri için, şehirlerin daha ufak yerleşim birimleri olması tercih edilen bir durum. Yalıtılmış bir çocuk merak duygusunu geliştiremediği için dikkatini de toplayamıyor; çünkü dikkat, merak duygusunun desteği ile sağlıklı biçimde yerine getirebileceğimiz bir işlev. Duygularımız bizim dikkat, algı, bellek, anlamlandırma gibi bilişsel işlevlerimizin sağlıklı biçimde yerine getirilebilmesinin olmazsa olmaz koşullarıdır. Duyguların işin içine katılmadığı bir beyin, gelişmiş bilişsel işlevlerini sağlıklı biçimde yerine getiremez. Duyguların ortaya çıkabilmesi için ise çocukların gerçek bir dünya içinde yaşıyor olmaları gerekir; sanal ortamlar bu etkiyi yaratmıyorlar. Çocuklarda merak duygusunun gelişmesi, çocuğun toplumsal yaşamın içinde olabilmesine bağlıdır. Dikkat işlevinin iyileştirilebilmesi açısından çok önemli etkenlerden birisi de çocuğa kitap okuma alışkanlığının kazandırılmasıdır. Dikkat de geliştirilebilecek bir yetidir ve insan, beynini zorladıkça dikkat işlevini zamanla artırabilir. Hazır ortam sunan bilgisayar oyunları bu açıdan tam tersi bir etki yaratmakta, kitap okumak ise beynimizin dikkat gibi işlevlerini geliştirebilmesini sağlamaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir