Sanki kırk yılın bütün acıları toplanıp bugüne düğümlenmişti. Yoksa bir güne bu kadar acı sığar mıydı? Sığıyordu işte. İç aleminin derinliklerinde sessizce “Allahım, Allahım! Ben ne günah işledim?” dedi. Bu serzeniş isyan mıydı, yoksa durum tespiti mi ya da ikisi birden miydi, belli değildi. O siyah gözleriyle doktora baktı. Donuk, duygusuz bakışları doktoru da telaşlandırdı. Doktor “Endişelenmeyin, daha kesin bir şey yok.” dedi. Kalkıp tansiyonunu ölçtü. Yakup “Oğlum, oğlumu görmek istiyorum.” Doktor “Peki” dedi. Dışarı çıktılar. Kapıda bekleyen Galip ustayla birlikte steril odaya girdiler. Ciğerparesini bir yandan kalp ve solunum cihazlarına bağlı görmek onu bitiriyordu. Ama bundan daha kötüsü buğday tenli, havalı uzun saçları, bileği güçlü oğlunu öyle süzülmüş bir daha kalkamayacak gibi görmekti. Yakup hiçbir şey belli etmeden “Aslan oğlum, Yusuf sen ne yaptın böyle bize.” dedi. Yusuf “Ben de anlayamıyorum baba, sanki bir anda içim boşaldı. Hatırlayamıyorum ama yığılmışım. Neyim varmış?” Galip “Oğlum bir kız seni terk etti diye böyle kendini salmak olur mu? Doktor söyledi, kara sevda hastalığına tutulmuşsun. Üzülme! Dağ gibi delikanlısın, sana kız mı yok?” Yusuf mahcup bir yüzle hafiften de gülerek “Galip amcaaa” dedi. Yakup: “Utandırma benim yakışıklımı, o benim ilk göz ağrım. Oğlum! Tahlillere bakacaklar. Genç adamsın önemli bir şey olduğunu zannetmiyorum.” O ara telefonla arayan karısına da “Korkma önemli bir şey yok. Tahlil sonuçlarını bekliyoruz.” dedi ve kapattı. Çaktırmadan eşine “Hemen gel.” diye de mesaj attı. Yakup oğlunun başını okşayıp “Oğlum, biz sabah namazını kılıp gelelim.” dedi. Galip usta ve Yakup, karıncayı incitmek istemeyen insanların hassasiyetinde yürüyüp kapıyı kapattılar. Yakup, Galip ustanın koluna girdi. “Eski dostum, Allah seni beni taşıman için göndermiş.” dedi. Yakup o kadar hüzünlüydü ki Galip bir şey sormaya çekindi. Hastanenin mescidinde sabah namazını kıldılar. Sonra kantine indiler. Bazen içiniz dolar artık kelimeler size danışmadan kendiliğinden ve kontrolsüz dökülürler ya, artık Yakup şuursuz cümleler kuruyordu. “Ustam! Benim yakışıklım kansermiş.” Galip usta elinden tuttu. Yine o sert ve gür üslubuyla “Halt etmiş o doktor. Bu yaştaki adamda kanser mi olur? Onlar kesin başka bir hastalıkla karıştırıyordur.” Eliyle kantinciden su istedi. Kantinci karşılık olarak eliyle “kendin gel al işareti” yapınca ortalığı inletti “Dünkü çocuk! Burada koskoca adam senden bir şey istiyor artistlik yapıyorsun. Getir şu suyu işte, canım zaten sıkkın bir de sen üzerine tuz, biber ekme.” Onun bu öfkeli ve deli hali kantinciyi dize getirmeye yetti. Koşa koşa suyu getirdi. Galip usta suyu açıp: “Al iç bakalım. Önce aklımız başımıza gelsin. Haddizatında senin son yirmi dört saatte yaşadıklarına söyleyecek söz bulamıyorum. Sözün bittiği yer derler ya, şimdi orası tam bu andır.” Yakup: “İçim yanıyor ağabey. Her bir acı kendinde bir önceki acıdan daha daha katmerli olarak geliyor.” Galip: “Biz Allah’a iman etmiş insanız oğlum, her ne olursa olsun sabredeceğiz. Hem…” dedi biraz durdu, Yakup’un yüzüne baktı: “Hem bu acılar aslında hep yaşanıyordu ama bize uzaktı. Bak bir trafik kazasında beş kişilik aile bireyleri ölüyor. İki aylık bebek kurtuluyor. Ya da baba yaşıyor diğerleri göç ediyor. Şimdi o adamı düşün; ölenlere mi yansın yoksa kendi hatasıyla vefat ettiklerine mi yansın?” Yakup sudan bir yudum daha içti. “Doğru söylüyorsun söylemesine ama yüreğime şu an hiçbir söz tesir etmiyor.” O ara hanımı geldi. Yanlarına oturdu. Yakup’un halini görünce iyice telaşlandı. “Ne oldu kötü bir şey mi var?” Galip usta: “Kızım kesin bir şey yok ama doktorlar kanserden şüpheleniyor.” Haberi duyan Jülide bir an hissizleşti. Sonra “Yakup bu adam ne diyor?” Yakup hüzünlü ve kısık bir sesle: “Jülide, Jülide yapacak bir şey yok, doğru söylüyor.” Jülide: “Oğlum, benim taze fidanım, hayatının baharında şimdi kara toprağı mı girecek?” Kadın abandone olmuştu. Birkaç saniye boş boş baktı. Yüreğini yokladı. Bir anda elinden gitmesine çok üzüldüğü dünyalıkların o kadar da mühim, kıymete değmez olduğunu hissetti. Gayri ihtiyari ruhunun derinliklerinden dudaklarına şu cümleler kalıba girip döküldü. “Sağlık olsun, sağlık olsun.” Yakup ve Galip yüzüne şaşırmış şaşırmış baktılar. O devam etti: “Sağlık olsun ne demek olduğunu şimdi anladım. Önce sağlık.” Galip: “Ooo! Siz de iyice kendinizi saldınız. Durun bakalım, şu an sadece olma ihtimali var deniyor. Hem gün birbirinize destek olma günüdür.” Jülide: “Evladımı görmek istiyorum.” Beraberce Yusuf’un yanına gittiler. Annesini gören gencin sevinci gözlerinden okunuyordu. Jülide: “Benim yiğidim, seni evde bekleyemedim. Ne zaman çıkacaksın?” Yusuf: “Anne! Bana sorsan hemen gidelim ama doktorlar bırakmıyorlar.” Kadın, oğlunun başını yüreğindeki bütün şefkat duygularıyla okşadı. “O zaman beraber bekler, lâflarız yakışıklım.” dedi. Sonra oğlunun elini tutup başucuna oturdu. Beraberce beklemeye başladılar.
Uykusuz geçen bir geceden sonra oturduğu koltukta içi geçen Yakup’u doktor çağırdı. Doktor “Yakup Bey! Şimdi heyet olarak bazı tetkikler yapacağız. Akciğerden, ağız içi dudak kenarlarından parça alıp biyopsi için patolojiye göndereceğiz. Biz bunları yaparken size düşen hastaya moral verip bol bol dua etmek.” Yakup: “Doktor Bey! Ne yapılması gerekiyorsa hemen yapın ama evladımı kurtarın.” Doktor: “Şüpheniz olmasın. Biz elimizden gelenin en iyisini yaparız ama biliyorsunuz hepimiz için yazılmış bir kader var. Bunu hiç unutmadan gücümüzün yettiğini yapıyoruz.” Ailenin bekleyişi devam edecekti.
Yakup bütün sıkıntıları yaşayıp göğüslerken iş yerindeki problemleri halletmesi gerektiğini de çok iyi biliyordu. Uykusuz gözlerle sabahları işe gidiyor, akşamları hastaneye dönüyordu. Günlerdir canhıraş bir şekilde çalışıyordu. O gün ilk yaptığı iş muhasebeciyi çağırmak oldu. Artık öncü şoku atlatmış, kafası şimdi daha dingindi. Yakup: “Sabri! Anlat bakalım olaylar nasıl gelişti?” Sabri, önden dökülmüş saçları, büyük burnu, yanağındaki beni ve kahverengi gözlerinde suçluluğun verdiği sıkılganlıkla boğazını temizleyerek konuşmaya başladı: “Siz Avustralya’dayken Zihni bana geldi. ‘Sabri! Şirketin bütün naktini topla, istihbarat aldım, dünyada altın fiyatlarında ciddi yükselişler olacak, biz erken davranıp yüklü ham madde alımları yapacağız.’ dedi.” Yakup: “Sen ne yaptın?” Sabri: “Bunun imkânsız olduğunu belli bir ödeme planımızın, gelir gider dengimizin olduğunu belirttim. Hepsinden önemlisi böyle bir işlemi ancak sizin emrinizle yapabileceğimi söyledim. Zihni bana, ‘Ben Yakup abim ile konuşurum. Adam kırk yılın başı tatile gitti, rahatsız etmeyelim, siz şimdiden nakit para bloke edin. O mutlaka sana geri dönüş yapacaktır.’ dedi.” Yakup sinirlendi: “Demek Yakup abisini rahatsız etmek istememiş.” Sabri: “Zaten bu konuşmadan bir gün sonra sizin onay e-mailiniz geldi.” Yakup: “Benim böyle bir olaydan haberim yok. Ayrıca tasdik yazısı da göndermedim.” Sabri, hemen cep telefonundan gelen ve gönderilen e-maillerden yazışmaları gösterdi. Devam etti: “Hatta ikna olmadım, ikinci bir teyit yazısı istedim.” Telefondan göstererek “O da burada bakın.” dedi. Yakup: “Ahlaksızzz! şifrelerimi ele geçirip kendisi göndermiş.” dedi. Sabri: “Üstelik beyfendi, Zihni firmada sizden sonraki ikinci adamdı. Bugüne kadar hep faydalı işler yapmış.” Yakup: “Keşke daha önce yamuk yapsaydı da hesabı bir günde toptan kapatmasaydı.” dedi. Biraz düşündü ve “Bu kafasız hainliği tek başına tasarlayıp yapmış olamaz. Arkasında kimler var?” dedi. Sonra beyinin kıvrımlarının en karanlık yerlerindeki dost ve düşmanlarını taramaya başladı.
ÜÇ YIL ÖNCE
Zihni heyecanla Yakup’un odasına girer “Abi yeni ürünler bomba, bizden bayilik isteyenlerin sayısı oldukça kabardı. Bir de yurtdışı mücevher fuarına katılmak için çalışmaya başladık.” Yakup: “Aferin Zihni” dedikten sonra bir davetiye uzatıp “Al bu davetiyeyi, kokteylde firmamızı sen temsil edeceksin.” dedi. Zihni: “Bu ne abiciğim?” Yakup: “Kuyumcular odasının düzenlediği bir organizasyon.” Zihni davetiyeyi açtı “Abi bu Çırağan’da, büyükler katılacaktır. Ben sönük kalırım.” Yakup: “Korkma! Onların da senin gibi iki gözü, iki kulağı var. Şu da kesin bilgi, hepsi senin gibi sıkışınca tuvalete gidiyor. Rahat ol artık, böyle atmosferlere alış ve çevre edin, ben sana güveniyorum. Sen kıvırırsın.” dedi. Zihni o kadar zengin adamın arasında ne yaparım korkuları içinde “Senin bir bildiğin vardır.” abi diyerek aldı. Heyecanlı heyecanlı “O zaman ben hemen hazırlık yapayım.” dedi.
Zihni, o gece için en pahalısından üst baş aldı. Kelimenin tam manasıyla filinta gibi oldu. Hatta o gece için Yakup’un kanına girip cipinin anahtarını bile almayı başardı. Ve o büyük gece gelip çattı. Kanında yükselen adrenalin yüzünü kızartmış, dizlerinin dermanı kalmamıştı. Üstüne üstlük sıkışık trafikte onu biraz daha geriyordu. Nihayet, Çırağan Sarayı’nın kapısının önündeydi. Bir vale koşup geldi. “Abi anahtarı bırakın biz park ederiz.” dedi. Vay be araba konuşuyordu. Davetiyeyi görevliye bırakıp içeri girdi. Konuklar salonu doldurmuştu. Kenardaki masanın başında ayaküstü sohbet edenlerden birisi Zihni’yi fark etti. Kilolarından şişen yanakları gözlerini neredeyse görünmez hale getirmişti. Konuşurken zorlanarak soluk alıp veriyordu. Adam garsonla yanına çağırttı. “Gel, Tek Taş Zihni.” dedi. Zihni “Vay! Talip Burunsuz abi.” dedi, tokalaştılar. Adam yanındakilerle tanıştırdı: “Sektörümüzün büyüklerinden, ismini mutlaka duymuşsundur. Gürkan Gerçekçi, Gür kuyumculuk.” Zihni: “Kendisini tanımayan sektörden sayılmaz. Memnun oldum.” Gürkan hafiften elini uzatıp “Ben de.” dedi. Talip: “Bu güzel hanım da Emma Fleeming. İngiltere’deki Sapphire Kuyumculuk satın alma müdürü.” Talip, Zihni’nin kolundan tutarak “Bu genç yakışıklı delikanlı da Tek Taş Kuyumculuğun bel kemiği ve sektörümüzün parlayan yıldızlarından Zihni Pınarcı.” dedi. Kadın elini uzatınca tokalaştılar. Talip: “Yakupcuğum nerede?” Zihni: “Beni gönderdi. Artık firmayı benim temsil etmemi istiyor.” Talip: “Yakup oldu olası böyle ortamları sevmez, sıkılır ama işlerini büyütmek için katlanacaksın mirim.” dedi. Sonra Gürkan Gerçekçi, o çokbilmiş tecrübeli büyük iş adamı edasıyla meslek geçmişinden, sektörün geleceğinden bahsetmeye başladı. Arada söze giren Talip ise “İyi dinle Zihni, bunlar çok kıymetli bilgiler, para versen öğrenemezsin.” tembihlerin de bulunmayı unutmadı. Sonra nasıl olduysa Emma ile Zihni başbaşa kaldılar. Emma biraz Türkçe, Zihni de yarım yamalak İngilizce konuşarak anlaşıyorlardı. İkiliyi yalnız bırakan Talip ile Gürkan başka başka hesapların peşindeydiler. Talip: “Bak! Yakup’u nasıl bitireceğiz, diyordun. Adam kendi ayağıyla geldi. Şimdi Emma onu kafalar.” Gürkan, başparmağını “Tamam” manasında kaldırıp o sinsi gözlerinde hain bakışlarıyla “Ben merkezli hayata bakan bencil ve hırslı bir tip kullanılmaya müsait. Ama sen sen ol böyle adamları asla yakınında tutma. Onlara asla güvenme; çünkü benliklerini doyurmadığında veya senden daha güçlü başka birini bulunca zatınızı üç kuruşa harcarlar.” dedi.
Zihni: “Bayan Emma! Sizin gibi biriyle tanıştığım için çok şanslıyım.” Emma: “Asıl ben şanslıyım. Ortak işler yapabileceğimizi düşünüyorum.” dedikten sonra kadın kartını çıkartıp uzattı ve “Sizi mutlaka İngiltere’ye bekliyorum.” dedi. Zihni: “Ne tesadüf, bir ay sonra Almanya’da fuara katılacağız.” dedi. Emma gülerek: “Bu durumda kaçarınız yok, kesin geleceksiniz, bu konuda ısrarcıyım.” dedi.
Zihni o gece büyük gördüğü iş adamlarıyla tanışmıştı. Özellikle Talip’in “Bu genç yakışıklı delikanlı da Tek Taş Kuyumculuğun bel kemiği sektörümüzün parlayan yıldızlarından Zihni Pınarcı” sözü kulaklarında yankılanıyor, hele hele Emma’nın o mavi gözleriyle bakışını unutamıyordu. O gece ilk defa kendini bu kadar farklı bir adam olarak hissetti. Adeta zincirlerini kırmıştı. Artık özgürdü. Şimdi zihninde yeni yeni filizlenen fikirler vardı. “Benim de kendime ait bir iş yerim olamaz mı? Benim Yakup’tan neyim eksik? Hem şirketin bütün işini ben yükleniyorum. Ben gidersem bu firma çöker…” Bu mütalaalar toprağa düşen bir tohumdu. Ne var ki bu tohum yabani ve zehirliydi. Çatlayıp yeşerdiğinde kendisi dahil hiçbir canlıya fayda vermeyecekti. Fitneden beslenenler hariç.
Zihni, o müthiş gecenin sabahında firmaya geldiğinde etrafa neşe saçıyordu. Bazı arkadaşlarına “çak” bile yapıyor, bazılarına lâf atarak takılıyordu. Masasına oturur oturmaz telefonu eline aldı. Emma’ya ulaşmak bir hareketine bakıyordu. Fakat hemen aramak uygunsuz olur diye beklemeye başladı. Lakin bu zor geliyor, için için kıvranıp inim inim inliyordu. Sabredemedi aradı. İlk çalışta kız telefonu hemen açtı. Bu Zihni’ye cesaret verdi. Daha cesur konuşmaya başladı. Ve nihayetinde akşam yemeği için randevuyu bile kaptı. Sabah neşeli başlayan günün şimdi sabırsızlıkla bir an önce bitmesini bekliyordu. Zihni, Emmasına kavuşacaktı. Ayağa kalktı, parmaklarının arasında kalemi hızlı hızlı çevirmeye başladı. Yemeğe nereye götürmeliydi? Kafasının içinde İstanbul haritası tüm ayrıntılarıyla şekillendi. Her ilçesine, semtine, sokağına girip çıkıyor, her restoranında bir şeyler yiyordu. ”Off! Ne kadar zormuş ulan, bir kadına yemek yedirecek güzel bir yer bulmak. Düşün düşün oğlum, hadi zekânı kullan.” En sonunda parmağını şaklattı. Hemen arada sırada gittiği Çamlıca’daki restoranı aradı. “Alo buyurun Teras restoran.” “Alo, bu akşam boğazı gören özel teras bölümünü rezerve eder misiniz?” “Bir dakika efendim, bekleyin, bakalım müsait mi?” Zihni: “Hadi, hadi, kimse tutmamış olsun.” Kalbi en hızlı ritmini yakalamış, burun delikleri alabildiğine açılıp iri iri nefes alıp veriyordu. “Alo beyefendi.” Zihni heyecanla “Evet” “Rezervasyon kimin adına olacak.” “Zihni Gökgöz” “Tamam efendim, özel teras bölümü adınıza rezerve edildi.” Telefonu kapattı. Gol atmış futbolcu gibi yumruğunu sıktı, havaya savurdu, “Evet” dedi. Sonra da pis pis gülerek: “Yolum açılıyor mudur nedir? Dün Emma, bugün yemek, yarın kim bilir hangi sürpriz gelişme?” Aynaya baktı: “Hadi bakalım Zihni Bey. Yok yok bu sıradan oldu. Ünlü iş adamı Zihni Gökgöz Beyefendi. Hee işte bu kulağa daha hoş geliyor.” Yerine oturdu, telefonu kaldırıp “Şükran Hanım, bana bir kahve yapar mısınız?” On dakika sonra içeri hizmetli kadın girdi. “Zihni bey bugün çok neşelisiniz. Şirketin havası sayenizde değişti.” Zihni: “Evet, bugün dünyanın en mutlu adamıyım.” Şükran: “Buyurun, kahveniz afiyet olsun.” Zihni kahvenin keyfini çıkartırken saate baktı 10’u gösteriyordu. Yüzü bir anda ekşidi. “Offf! İşin yoksa Yakup’la günlük toplantı yap. Sıktı artık.” dedi. Hesap vermek, birisinden emir almak artık ağır gelmeye başlamıştı. Sallana sallana istemsiz adımlarla Yakup’un kapısının önüne vardı. Kapıyı çaldı. “Gel” sesini duyunca “Asıl bundan böyle sen geleceksin.” dedi. Bugüne kadar her girişine biraz heyecanlanıp telaşlandığı bu odada şimdi çok rahattı. Artık o gerginlik yoktu. Her zamanki gibi masanın önündeki koltuğa oturdu. Yakup, samimi edasıyla sordu “Anlat bakalım dün gece nasıl geçti?” Zihni, bir anda heyecanlandı, farkında olmadan bacak bacak üstüne attı. “Çok iyi” sözcüğü dudaklarının ucuna kadar geldi. Ama durdu sonra hemen toparlandı. Elini sallayıp “Ya abi, bildiğin gibi parasıyla adam olan sonradan görme zenginlerin ukala diyalogları. Çok can sıkıcıydı.” Yakup güldü: “Çok çabuk bezmişsin yiğidim.” Hemen gevşeyen Zihni: “Ya Yakupcuğum.” dedi. Yakup son bir dakika içindeki iki laubali harekete tanık olunca yüzü asıldı, canı sıkıldı. Zihni: “Afedersin abi, dün gecenin gerginliğinin hâlâ etkisindeyim. İnsan idare etmek benim işim değil.” dedi. Sonra günlük değerlendirmeye geçildi. Nihayet toplantı bittiğinde odadan çıkarken Zihni kendindeki değişiklikleri kendisi bile anlayamıyordu. Adeta başkalaşım geçiriyordu. O gün işlerinin hepsini hızlıca bitirdi. Sonra sekreteri arayıp: “Bana Yakup Bey’i bağlar mısın?” Sekreter: “Tamam” Zihni: “Alo abi, işlerimi toparladım, müsaadeniz olursa erken çıkabilir miyim?” Yakup: “Oğlum işyerinde iş biter mi? Gel ben sana yeni uğraşlar vereyim.” Zihni öfkelendi, sesini yine de kontrol ederek: “Abi sen vermesine ver de ben onların hepsini yarın yaparım.” Yakup: “Yarının kendisine göre işi vardır evladım. Ama diyorsan ki ben bugün işten kaytaracağım, bir şey diyemem. Çıkabilirsin.” Zihni: “Sağol abi.” dedi. Ama içinden öfkeliydi. Bunca yılın emeği var ama üç saatlik hatırımız yok düşüncesi beynini kemirmeye başladı.
İmtihan dünyası denen bu dünyada sizin bir zamanlar mühim görüp “Abi, Baba Adam” dediğiniz insanlarda ulaşılmaz gördüğünüz şeylere sahip olduğunuzda ilişkiniz tehlikeye girmiş demektir. Böyle gördüğünüz kişilere karşı, farkında olmadan geçmişten gıdım gıdım öfke de biriktirirsiniz. Çünkü onlar sizi törpüleyip değiştirmişler. Kısacası, benlik alanınıza müdahale edip egonuzu sarsmış adamlardır. Nihayetinde iç aleminizde öfke ile sevgi eşitlenince, insani olarak en ufak bir hatası sizin gözünüze batıp kocaman olur. Haklılığınız için bir sebep bulmuşsunuzdur. Vicdanınız artık rahattır. O noktadan sonra terazinin “Sevmiyorum, yolları ayırdım.” kefesi ağır basar. Çünkü siz o kişinin şahsını değil, ondaki değerleri sevmiş, ondan kendinizde de olunca sevmekten vazgeçmişsinizdir.
Hakikatli adam isen, büyük olduğuna inanıyorsan sen asıl şimdi sevmelisin. Bunu da ancak ruhunda yüksek derecede vefa duygusu olan ender şahsiyetler başarabilir. Vefasız, sudan sebeplerle sırtını dönüp gider. Eskilerin dediği gibi “Vefa müminin vasfı, vefasızlık ise münafığın vasfıdır.”
Artık Zihni durumu eşitlemişti. Çünkü o büyük Yakup abi, yıllarca onun sırtından büyük paralar kazanmıştı. Bu şirkette en az onun kadar hakkı vardı. “Hakkımı almalıyım, yoksa kimse bana hakkımı vermez. Ben enayi miyim?” isyanı yükselirken, içinden cılız bir ses “Ama o adam seni çukurdan, tam pisliğe batacakken çıkarıp sahiplendi. Herkes sana sırtını döndüğünde o sana sabredip gülümseyip elinden tutuyordu.” “Doğru ama sen onun bedelini çoktan ödedin.” cevabı gecikmedi. Hem de o cılız sesi fazlasıyla bastıracak kadar gürdü. Bu ikilemlerin içinde annesine müjdeli bir haber vermek için aradı. Zihni “Anam” dedi. Kadının sesi sanki ağlamaklıydı. Zihni: “Anam, ne oldu?” Kadın “Baban, baban yine eve geldi. Para istedi.” Zihni: “Sen telefonu kapat anam. Ben onun anlayacağı dilden konuşur haddini bildiririm.” Kadın: “Oğlum kırıcı olma. Ne de olsa babandır, atandır.” Zihni, içinden belleğindeki tüm galez cümleleri kurarak “Tamam” dedi. Babasını aradı. Adam “Oğlum” dedi. Zihni: “Ahlaksız adam!” Adam: “Sen nasıl konuşuyorsun!” Zihni: “Kes! Adam olsaydın ona göre konuşurdum. Nedir bu kadının senden çektiği, düş yakasından.” Adam: “Ne olursa olsun siz benim ailemsiniz.” Zihni: “Sen yıllar önce ben on yaşındayken o aileyi toprağa gömdün. Biz oradan yeniden dirildik. Bir daha senin sesini duymak istemiyorum. Yoksa gelir o kafanı kopartırım.” dedi. Kapattı.
Zihni artık geri dönüşü olmayan bir yola girmek üzereydi. Gücü ele geçirip geçmişinden ve onu küçük gören herkesten intikam alma vakti gelmişti. Akşam hazırlanıp Sultanahmet’e vardığında Emma onu bekliyordu. Ve yeni hayatındaki yol arkadaşı o olacaktı. Arabadan indi “Buyurun İstanbul’un gördüğü en güzel kadın.” dedi. Emma gülümsedi. “Çok centilmensiniz.” dedi.
Devamı gelecek ay.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

