Efendim, Türk Tasavvuf Musikisine büyük hizmetleriniz oldu. Bu merak size nereden geldi, bunun kaynağı nedir, biraz kendinizden bahseder misiniz?
Cenab-ı Allah’ın verdiği bir emanet bu aslında. Ben yedi yaşında ezana âşık olup yedi sekiz yaşlarında ilk defa ikindi ezanı okuyan bir çocuktum… Hakikaten ezana âşık oldum. Ezanı güzel okumak için ezana âşık olmak lazım, güzel ses yetmiyor. Allah nasip etti, elhamdülillah sekiz yaşından beri dünyanın her yerinde ezan okudum. Bunlar semada toplandığına göre, beşeri hatalarımız kusurlarımız çok ama, Cenab-ı Allah’ın rızasına uygundur inşallah o ezanlar… O yaşlarda başladı daha doğrusu, daha sonra 1965’li yıllarda Paşabahçe III. Sultan Mustafa Camii’nde fahri müezzinliğe başladım. Sonra o resmi göreve dönüştü ama o da iki sene kadar sürdü. Ondan sonra askere gittim, daha sonra askerlik dönüşünde tedrisata başladım. Askerlik dönüşünde de ilahiler okuduk ama cami ilahisi, tekke ilahisi değil. Bir sürü kardeşimiz cami ilahisi nedir, tekke ilahisi nedir bilmiyorlar. Halbuki tekke ilahisi başka, cami ilahisi başka… Paşabahçe Camii’nde müezzin iken Amir Ateş’le tanıştım. O beni çok sevdi, kartını verdi; “Sami görüşelim” dedi. Allah razı olsun Amir abi’den iki sene onun evinde musiki meşk ettik, camii ilahilerini Amir abi’yle geçtik. Ondan iki sene sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde Emin Ongan Hoca’yla 11 sene çalıştım, Türk musikisini orada öğrendim. Aynı zamanda radyo korosundaydım ve televizyon ilk kurulduğunda da Üsküdar Musiki Cemiyeti olarak Maçka’daki televizyon stüdyosunda, siyah beyaz yayınlarda prova yapmıştık. Ondan sonraki yıllar Türk musikisiyle ilgili yıllar… Ben 1974’lü yıllarda “Altın Ses” birincisi oldum. Ardından İstanbul Radyosu sözleşmeli sanatçı imtihanını kazandım, orada bir iki yıl görev yaptım. Mücadeleli devreler geçti, bir şeyler oldu, para kaybettim… Demek ki o paraların gitmesi lazımmış benden, öyle gitti. Sonra o sıkıntılı dönemlerde, Emin Ongan’ın irtihalinden sonra, 1986’nın başlarında böyle bir arayış içindeydim zaten. Karagümrük’teki Cerrahi Tekkesi’ne, Türk Tasavvuf Folklorunu Yaşatma Derneği’ne gittim… Ondan sonra Sefer Efendi Hazretleri -Allah şefaatine nail etsin- dedi ki: “Oğlum, rüya gösterirlerse olur inşallah.” Hakikaten o gece rüya gösterdiler. Demek ki ben de çok istiyormuşum, gittim anlattım rüyamı… Sefer Efendi şöyle söyledi: “Bu yol girme girme, çıkma çıkma yolu; bu yola girdin mi bir daha çıkmak yok.” Ben “tamam efendim” dedim. Hakikaten, elhamdülillah, ben 1986’dan sonraki hayatımı sayıyorum, öncesini saymıyorum. Orada hakikaten başladık, orada kendimi cennette gibi hissediyordum. Sefer Efendi’nin de hizmetine nail oldum. On üç sene kendisiyle devlethanesinde de beraberdim, vakıfta da beraberdim. Orada başladık, ilahiler meşk ediliyordu. Tabi cami görevi olduğu için kaside, ilahi vs. okuyoruz. Sefer Efendi bana bir iki zikirde kaside verdi; ben zikri öldürmüşüm (zikirdeki ahengi bozmuşum) tabi, cami tavrı başka tekke tavrı başka… Efendi iki sene bana bir şey okutmadı, sadece zikrin sonundaki salâları ben okuyordum. Ben de meraklıyım, uğraştım. İki sene sonra bir verdi, ondan sonra tekkedeki zikirlerde de okumaya başladım elhamdülillah. Tekke kasidesinin ritmik olması lazım, zikrin ritmini öldürmemesi lazım; böyle uzata uzata olmuyor, zikri öldürüyor. Caz müziği de bizim zikre benziyor, çünkü ritme uygun yapıyorlar. Çünkü caz müziği de dini müziktir, zencilerin kiliselerde yaptığı müziktir aslında. Zikirde İsm-i Hay’da, İsm-i Celal’de -onun bir temposu vardır biliyorsunuz- kasideyi okurken güzel güzel okuyacaksın ki zikri öldürmeyeceksin. Bunu da zamanla öğrendik, hemen olmuyor. Öyle başladık, ondan sonra Hz. Pir’in himmeti, Sefer Efendi’nin himmeti, erenlerin himmetiyle… İlk albümümüz olan “Ey Allahım 1” isimli albüm 1992 yılında çıktı. Hakikaten Ümmet-i Muhammed çok sevdi o albümü. Bütün repertuarları Sefer Efendi hazırladı. Onun peşinden biliyorsunuz “Ey Allahım 2” “Ey Allahım 3” albümleri geldi. Tabi burada rotayı Efendi Hazretleri çiziyor. Biz Efendi’ye sormadan hiçbir şey yapmıyoruz, tabiri caizse su içmek için bile “Efendim içeyim mi?” diye sorardım, öyle bağlıydık biz Efendimiz’e… “Ey Allahım 3”te yaylı orkestra girdi işin içine, bazı tektük tenkitler geldi. Bizim dergâhtan da tenkit edenler vardı. Bir gün tenkit edenlerin hepsi de dergâhta ve Sefer Efendi oturuyor: “Şu kaseti koy da bir dinleyelim.” dedi. Açtım kaseti; kemanlar çalıyor, gitar var, ritimler var… Sefer Efendi durdu dedi ki: “Oğlum bir dahaki albümde inşallah kemanları daha çoğalt, ritimleri de artır.” Ötekiler de sus pus oldular tabi… Çünkü bu mübarekler geniş görüyorlar, bizim gibi dar görüşlü değiller onlar. Hakikaten de Efendim’in himmeti, gösterdiği o yol haritası… Gördünüz İslam’la alakası olmayan bir sürü üniversite talebesini… Adam ilahi dinleyip namazına başladı, orucuna başladı, gençler sonuna kadar açıp dinliyorlar. Bir gün birisi geldi Sefer Efendi’ye dedi ki: “Efendim, Sami abi’nin bir ilahisi Bodrum’da bir diskotekte çalıyor.” Efendi: “Olsun! İlk önce yallah yallah derler, sonra bir ara ne diyor bu adam derler, oradan üç kişi bu işi anlasa yeter bize.” dedi.
Sanat ve ahlak bağlamında, “Sanatçı” tanımını nasıl yapıyorsunuz?
Benim anladığım sanatçı; dört dörtlük bir mümin olması lazım, dürüst insan olması lazım. Ailesine sadık, yuvasına düşkün, gece hayatından uzak olmalı… Ama ben sanatçıdan bahsediyorum, şovmenlerden değil tabi. Şimdi sanatçıyım diyen bir sürü insan var Türkiye’de, bir sürü güruh var, bunlara bir şey söylesen…
Benim bir neyzenim var orkestrada. Bana bugün o kadar güzel bir söz söyledi ki… Ben dedim ki ona: “Portekizli bir sanatçıyı dinledim ‘Mariza’ diye, beni ağlattı kadın… Kadını izlerken ufak bir kız kardeşinmiş gibi bir hisle izliyorsun, en ufak bir dekoltesi yok, Allah güzel bir ses vermiş. Neyzenim: “Sami abi, bizde ‘sanatçıyım’ diyenlerin sanatla ne kadar ilgisi yoksa o kadar açılıyor, açığını öyle kapatıyor.” dedi.
Bir de eğitim yapmıyorlar. Benim albümümü alıyor ezberliyor, Ahmet’in albümünü alıyor ezberliyor, üç gün sonra sanatçıyım diye çıkıyor. Olmaz, öyleyse biz neden uğraştık ki… 92’de 42 yaşındaydım ben. Benim madem sesim güzeldi, niye bekledim, değil mi? Çünkü hâlâ öğreniyorum. Hz. Ali ne diyor? “Beşikten mezara kadar ilim.” En çok bildiğim şey hiçbir şey bilmememdir, diyor. Hz. Ali bunu derse biz neyiz ki yani… Onun için ben her albüm çıkışında, her konserde, her televizyon programından sonra hepsini izliyorum; ne eksiğim varsa onları gidermeye çalışıyorum.
Sanatçının iyi bir eğitim alması lazım, iyi bir mürekkep yalaması lazım. Hakikaten tasavvuf müziğinde bir sanatçı olmak istiyorsa, hakiki bir insan-ı kâmilin dizinin dibinde yetişmesi lazım. Onların himmeti olmazsa hepsi hava, hiçbir şey olamazlar, bunu da böyle açıkça söylüyorum. Bizdeki de bu. O himmetler olmasaydı, Sami Özer’in sesi varmış da bilmem ne, Allah herkese veriyor sesi. Onların himmeti olmasa bizden hiçbir şey olmazdı. Hâlâ onların himmetiyle devam ediyoruz. Kimseye yalan söylemeyen, aile hayatıyla dürüst, merhametli, şefkatli, tevazuda toprak gibi, en ufak bir kibir yapmayan, havalara girmeyen biri olmalı sanatçı. Çünkü her şey bir emanet bizim üstümüzde, bir hiçiz yani. İnşallah, böyle diyoruz hiçiz diye de, Allah hiç olmayı nasip etsin; sanatçı böyle biri olması lazım. Yani tevazulu…
Günümüzde alt yapısı olmayan, “yeşil pop” denilen eserler söyleyen, onları neşreden ve yayan insanlar da var. Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Şöyle düşünüyorum da bizde çok yanlış şeyler var. Diyalog deyince hakikaten kendi kültürel değerlerini bırakıp başkalarına yalakalık yaparak oradan buradan bir kültür oluşturma eğilimi var… Bir kere tasavvuf musikisi şu anda “tasarruf musikisi” olarak icra ediliyor. Herkes nereden cebimi doldururum diye bakıyor, ama tasavvuf musikisi başka, tasarruf musikisi başka… Bir de bu yeşil pop dediğinizin zaten tasavvufla bir ilgisi yok. Dediğim gibi bu, insanlara hiçbir şey vermeyen bir musiki. Bana bir sürü albümlerini getirirler. Söylüyorum hep, kusura bakmasınlar: Niye tasavvuf musikisi yapmıyorsun, ne gerek var bu yaptığına? Hiçbir etkisi de olmuyor yani… Ne bir zikirde çalınır, ne de başka yerde çalınır… İnşallah o kardeşlerimiz de tasavvuf musikisine yönelirler, güzel hakiki tasavvuf albümleri yaparlar…
Sizin, geçmişte cami fakat şimdi kilise olarak kullanılan bir yerde ezan okumanız var. Sessizce ezan okuyorsunuz, bu anınızı anlatır mısınız?
İspanya’da Kordoba’da çok büyük meşhur bir cami var. Caminin içine çirkin bir kilise yapmışlar çelikten… Hatta kral da kızmış, tarihi eserin içine bunu niye yaptınız diye. Orada hanımla geziyoruz, tabi içerde görevliler var; ben çaktırmadan başladım ezana… Hicaz makamında bir ezan. Ezanı bitirdim, bakıyor polis nereden geliyor bu ses diye; tabi biz ondan daha kurduz… Aslında cami orası. Kilise diye sonradan uydurma, çelikten, iğrenç bir şey yapmışlar…
Yeni bir albüm çalışmanız var mı?
Evet, Allah nasip ederse iki üç aya kadar neticelenecek. Bitti aslında, yalnızca çıkaracak firma için görüşmeler var. Büyük bir proje, senfoni çaldık bu albümde, 136 kişi çalmış oldu. Hem senfoni var hem Türk müziği sazlar var hem yöresel sazlar var. Mesela Azeri sazdan düdük var, Hindistan’dan sitar var, böyle değişik bir albüm oldu. İnşallah çok güzel bir albüm oldu.
Bundan sonra da herhalde albüm yapmam. Çünkü bize kimse destekleyici olmuyor, Allah hepimize hidayet versin. Albüm çıkınca herkes internetten indirecek. Sonra “Abi hakkını helal et internetten indirdik!” diyecekler, indirmeden önce sorsana!..