Osmanlı’da Meşk Sistemi ve Musiki / Doç. Dr. Erhan Özden

Osmanlı müziğinin karakteristik özellikleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Osmanlı müziği; Mezopotamya üzerinden Anadolu’ya gelerek Türklerin kendine has olan müziklerinin bu coğrafyada yerleşik olan halkla birleşerek Arap ve Acem etkisiyle müstakil bir sanat ortaya çıkarmasından oluşan bir harmanlama müziği diyebiliriz. Dünyadaki bütün diğer müziklerde olduğu gibi bunda da mutlak suretle bir etkilenme söz konusudur.
1300-1400’lü yıllardan sonra artık bir müstakil Osmanlı müziğinden bahsedebiliriz. Osmanlı müziğinde makamsal musiki içerisinde çok zengin, sayısı 300-400’leri aşan çeşitlilikte bir makam örgüsü vardır. Makam belirli formlarda, birtakım kurallar dâhilinde, farklı hissiyatta işlenmiş melodiler bütünüdür. Batı müziğinde ton kavramı vardır; bunun tam karşılığı makam gibi görünse de esasında çeşitlilik ve sayısının fazla olması, makam müziğinin ton müziğinden biraz daha zengin olduğunu ortaya koymaktadır.
Osmanlı müziğini asıl zenginleştiren çok önemli birkaç tane kurum vardır. Bunlar Mevlevîhaneler ve Mehterâne-i Hümayun yani askerî müzik ve sûfi müziktir. Osmanlı müziğini yıllarca beslemiş çok önemli iki kaynak diyebiliriz.
Günümüzde Osmanlı müziğinin devamı bir müzik türü var mı?
Osmanlı müziği denildiği zaman, daha öncesinden bitmiş, miadını tamamlamış gibi bir algı olsa da aslında günümüzde kullandığımız o makamlar, türküler, şarkılar Osmanlı müziğinin devamıdır. Osmanlı müziği sözlü musiki esasına dayalı olduğu için, o günlerde daha revaçta olan, insanların günümüzde çok fazla anlamadığı kelimelerden oluşan Farsça güfteli, Arapça güfteli müzikler daha sade müziklere dönüşmüş; günlük kullanılan dilin sadeliği müziğe yansıyarak yeni bir müzik türüne dönüşmüştür. Fakat bu müzikal örgüler, makam yapıları, usul yapıları yine geçmişin aynısıdır; tekrar etmektedir. Dünyada iki tür müzik vardır; biri klasik müzik, diğeri de günübirlik tüketilen, biraz daha güncel yaşam odaklı, günlük hayat rutininin tam olarak karşılığı diyebileceğimiz, daha ritmik, daha canlı müziklerdir. Klasik müzik öteden beri varlığını koruyan müzikken ikinci bahsettiğim günlük rutin müzik biraz daha değişebilen, daha çok çağın getirdiği canlılıkla, kıvraklıkla ortaya çıkan müzik türüdür. Osmanlı müziği bizim bahsettiğimiz klasik müzik türüne giriyor ki Batı klasik müziği de Türk klasik müziği de geçmişten bugüne canlılığını koruyarak devam etmektedir. Fakat bunları anlayabilmek için biraz eğitimli kulaklara, daha bilinçli dinleyicilere ihtiyaç var.
Bugün ortaya çıkan bestelerde tabi ki ritmik öğesinin biraz daha hızlı olduğunu görüyoruz. Yaşamın hızlanmasıyla beraber belki klasik müzikte de biraz hızlanma söz konusu olmuştur. Doğal olarak insanların iletişimi, günlük rutin yaşantıları, teknolojik durumlar sanata etki ediyor ve daha çok tüketilebilen, günlük hayatın akışını yansıtan müziklere doğru bir eğilim görülebiliyor. Biraz daha özetle anlatırsak, Osmanlı müziği klasik bir müzik türüdür. Yaşadığı dönemde, özellikle revaçta olduğu 1900’lü yıllara kadarki süreçte Farsça veya eski Türkçe güfteler yoğunluktadır. Bugün, o süreçten günümüze gelen müzikler enstrümantal anlamda birbirine çok benzer ama günlük Türkçe ile yazıldığı için, bugünkü şarkılar biraz daha ritmik olarak hızlıdır, daha çok fantezi müzik türünde eserlerdir. Günümüze kadar Osmanlı musikisinin sağlıklı bir şekilde korunduğunu söylememiz yanlış olmaz.
Osmanlı’da müzikle iştigal eden kişiler elit kişiler mi? Osmanlı halkının müzikle iştigali ne durumda?
Osmanlı halkı, sanattan anlayan bir halktır. Özellikle Dersaâdet’te veya eyalet dediğimiz, Kastamonu, Kayseri, Erzurum gibi kentler veya biraz daha canlı, zengin bölgede yaşayan halkın müzik kültüründe, sanat kültüründe ciddi bir oturmuşluk söz konusudur. Resmî olarak eğitimin bugünkü gibi çok yaygın olduğunu söylemek hata olur. Bu bütün dünyada aynı şekildedir. Osmanlı’nın resmî müzik eğitimini bazı kurumlarla gerçekleştirdiğini görüyoruz. Bunlardan biri Mehterhane ve Mevlevîhanelerdir. Edirne Sarayı’nda 3. Murat döneminde Enderun-u Hümayunda da müzik eğitimi verilmiştir. Müzik eğitimi, sanata değer veren elit çevrelerde daha çok görülmekteydi. Çünkü sanattan para kazanmak bugün göründüğü gibi mümkün değildi. Günümüzde sanatın maddi olarak getirisi, devlet desteğinde istihdamı söz konusuyken geçmişe baktığımız zaman böyle bir durumu göremiyoruz. Haliyle müzik salt para kazanılacak bir meta olmadığı için, taliplisi de çok fazla olmamıştır. Geçmişteki bestecilerin büyük bir bölümü müziği hobi olarak yapmaktadır. Örneğin, Hammâmizâde İsmail Dede Efendi bir hamam sahibiyken, Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin ailesinin -ıtır, koku anlamında- günümüz karşılığında parfüm işiyle uğraştığını, kokuculuk yaptığını görüyoruz.
Dolayısıyla Osmanlı dönemindeki müziğin ulaştığı kitle her ne kadar elit bir kitle olsa da, halk müziğinde, folklorik yapıda muazzam bir halkın musiki içerisindeki karşılığını görüyoruz. Özellikle bunu halk türkülerine yansıtıyor. Sanat müziği biraz daha sanatsal, halk müziği biraz daha halkın içindeymiş gibi bir söylem oluşmuştur ya, esasında burada çok geçmiş yıllara dayanan bir durum söz konusudur.
Osmanlı müziği aktarırken nasıl bir yol izliyordu? Eğitim metodu nasıldı ve hangi eğitim kurumlarında müzik eğitimi veriliyordu?
Günümüzde çokça konuşulan bir durumdur bu. Osmanlı’da meşk sistemi vardır. Meşk sisteminde temel öge hoca ve öğrencidir, yani talebe ve hocanın usta-çırak ilişkisinde devam eden ezbere dayalı bir musiki intikali söz konusudur. Günümüzdeki gibi, eserin kalıcılığını sağlamak amacıyla nota kullanımı söz konusu değildi. Nota kullanılıyor, ama çok nadir olarak kullanılıyordu. Bunun sebebi de notanın ezberi kolaylaştıracağını, tembelliğe sebep olacağını düşündükleri için, notaya mesafeli durmuştur Osmanlı müzisyenleri. Dolayısıyla kulaktan kulağa, tamamen yeni çıkan bir bestenin hemen ikinci bir şahsa öğretilmesi, onun başka birine öğretmesi zinciriyle günümüze kadar eserler gelmiştir.
Osmanlı’da müzik eğitimi iki türlü olmaktaydı. Birincisi devlet eliyle olan az önce bahsettiğim Mevlevîhaneler, Enderun-u Hümayun, Mehterhane-i Hümayun; bir süre sonra Mehterhane-i Hümayun kapatılarak Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla beraber Mızıka-ı Hümayun’a dönüştürülüyor.
Osmanlı’nın Darüleytam konusu var ki, bu çok ihmal edilmiş günümüze kadar, çok fazla yazılıp çizilmemiş bir mevzudur. Darüleytamlar Osmanlı’da her ne kadar savaş yıllarında öksüz veya yetim kalmış, özellikle şehit çocuklarının barınması için yapılmış kurumlar olarak kabul edilse de belli bir süre sonra bu çocukların sanatla okula kazandırılması düşüncesi oluşmuş ve 1850’li yıllardan sonra müzik sınıfları kurulmuştur. Buradaki çocuklar inceleniyor ve kulaklarında müzikal hissiyat olup olmadığı anlaşılınca müzik sınıfları oluşturuluyor. Böylece Osmanlı’nın resmî anlamda ilk konservatuarı olan Darülelhan 1900’lerin başında kuruluyor. Darülelhan konservatuarından Darüleytamlara müzik hocaları gönderilerek 7-8 yıl kadar o okullarda müzik eğitimi gerçekleştirilmiştir. Osmanlı’da konservatuar bahsi Darüleytamlarla başlayarak Darülelhan, Darülbedayi gibi kurumlarda da profesyonel, daha doğrusu çağın gerektirdiği Avrupaî tarzda müzik eğitiminin başladığı kurumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk başta Enderun-u Hümayun, Mevlevîhaneler, Mehterhane-i Hümayun, Mızıka-ı Hümayun gibi kurumlar, 1800’lü yıllardan sonra çağın gerektirdiği eğitim materyalleriyle beraber Darülelhan, Darülbedayi ve günümüze kadar ulaşmış pek çok musiki cemiyetiyle sağlıklı, sistemli bir şekilde bu müzik eğitimleri karşılanmıştır. Örneğin, günümüze kadar ulaşmış Eyüp Musiki Cemiyeti, yine Üsküdar Musiki Cemiyeti, bunlar 120-130 yıllık musiki cemiyetleridir. Hâlâ kapıları açık bir şekilde musiki eğitimlerini gerçekleştirmektedir.
İkinci olarak tekkeler geliyor. Kasabalardan mahallelere kadar yaygınlık gösteren tekkelerde, musikiyle beraber dinî musikinin de meşk ettirildiğini biliyoruz. Aslında tekkeler geçmişte sanat ihtiyacını, halkın sanat gereksinimini karşılayan muazzam sanat evleriydi aynı zamanda. Halka devlet eliyle sanat götürme görevini geçmişte tekkeler karşılamıştır. O dönem tekkelerde zâkirbaşı vardır ki zâkirler aynı zamanda o tekkelerdeki müzisyenlerin de başıdırlar. Onlar çok ciddi müzisyenlerdir ve hafızalarında en az 7-8 bin eser barındıran insanlardır.
Bu şekildeki müzik eğitimi biraz daha resmiyet dışı gibi görünse de, tekkelerin de yine devlet tarafından desteklendiğini biliyoruz. Muazzam bir musiki eğitimi var. Ancak, buradaki en büyük sıkıntı şudur: İcranın bir sonraki kuşaklara aktarılmasında notanın kullanılmaması, beraberinde eserlerde birtakım bozulmalara yol açmaktadır. Bütün dünyada, nota kullanılmayan müziklerde bu bozulmalar söz konusudur. Hafızadan günümüze kadar gelmiş olan besteler her ne kadar orijinalliklerini koruyor olsa da, ben bu işi yapan profesyonel biri olarak, 1700’lü yıllarda bestelenmiş bir eseri, bestelenmiş olduğu yıllardaki haliyle dinlemeyi çok arzu ederdim.
Dönemin dünya şartları ele alındığı zaman, Osmanlı müziği dünyaya ulaşmış mıdır, çeşitli coğrafyalarda izlerimiz var mıdır? Osmanlı, musiki politikalarında nasıl bir yol izlemiştir?
Tabii ki, büyük devletlerin bütün disiplinleriyle dünyayı etkilediği muhakkaktır. Osmanlı da kendi müziğini yaymıştır. Itrî, Osmanlı musikisinin yapı taşlarından biridir. Itrî’nin Segah Salât-ı Ümmiye’si, Tekbir’i bütün Müslümanlar tarafından bayramlarda, Ramazanlarda camilerde veya tekkelerde ortak olarak okunmaktadır. Bunun yanında 1900’lü yılların başında kurulan Mısır, Şam ve Kahire’deki konservatuarların kurucu ekibi İstanbul’dan gidiyor.
Osmanlı, Batı müziğini araştırıyor, inceliyor. 3. Selim döneminde, 1800’lerin hemen başında ilk defa Batı’ya elçilik açılmış dolayısıyla Avrupa’yla ilişkiler, gidip gelmeler o dönemde başlamıştır. Franz Liszt ilk defa İstanbul’a geliyor, Batı müziğinde konserler veriyor. Abdülaziz ve Abdülhamit’in Türk müziğine hayranlıkları olduğu gibi Batı müziğini de sevdikleri bilinmektedir. Yıldız Sarayı’na, Dolmabahçe’ye, Batı’dan, Fransa’dan, bir süre sonra Londra’dan ve en son müttefikimiz olan Almanya’dan, Berlin’den pek çok konser ve tiyatro ekibi gelmiştir. Aynı şekilde bizden de müzisyenler gitmiştir. Ama Avrupa’yı karış karış etkilemiş olan bir müziğimiz var ki o da mehter müziğidir. Mozart’a Viyana Muhasarasında Türk Marşı’nı besteletmiştir. Osmanlı müziğinden etkilenme, Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemlerde muazzam bir şekilde hem Avrupa’da hem Ortadoğu coğrafyasında söz konusu olmuştur.
Türk müziği dediğimiz hâdise bu coğrafyada doğmuş, inkişaf etmiş ve bizim geleneğimizde, göreneğimizde ortaya çıkmış bir lezzettir aslında. Avrupa bu lezzeti birlikten kuvvet doğar ilkesiyle birleştirmiştir. Bugün Batı müziği dediğimiz, paydası bütün Avrupa’yı kaplayan, Avusturya’nın etkin olduğu, İtalya’nın ve Almanya’nın beslediği, Rusya’nın, Amerika’nın, İngiltere’nin, daha doğrusu Hıristiyan Avrupa’sının ortak paydasında buluştuğu bir Batı müziğini biz maalesef Doğu coğrafyasında gerçekleştiremedik. Aslında bizim makam müziğini dünyaya çok iyi tanıtamamamızın nedenlerinden biri de budur. Lokomotif bir taşıyıcının Ortadoğu’daki zengin makam coğrafyasını ele alarak, işleyerek ortak bir paydada buluşturması gerekiyor. Belki bazı müzisyenler her coğrafyanın müziği, lezzeti farklı olsun diye buna karşı çıkabilirler. Ama klasikten bahsediyorsak standardizasyonu sabit tutmamız gerekiyor. Bir Segâh Yürük Semai’yi Mısır’da da, Şam’da da, Irak’ta da, İran’da da aynı şekilde çalıp müzik kültürü oluşturmak zorundayız. Böyle bir birliğin kurulması gereklidir. Ortadoğu’da her bölgede birbirinden çok uzak olmayan bir müzikal durum vardır. Yakın bir müzik kültürüne sahibiz. Ancak birleşemememizin en önemli nedeni şudur: Arap, Mısır ve Türk müzikleri sözlü musiki… Avrupa’nın birleştiği müzik enstrümantal müzik; yani senfoniler, konçertolar var. Dolayısıyla bir İtalyan operetini veya oratoryosunu İtalyanca, İngilizce, Fransızca her yerde dinletemeyebiliyorsunuz ama bir İtalyan bestecinin veya Alman bir bestecinin, Handel’in, Mozart’ın, Vivaldi’nin enstrümantal müziğini ortak noktalarda dinletebiliyorsunuz. Bizim de bunun gibi çalgı müziğini, enstrümantal müziği biraz daha zenginleştirip ortak bir paydada buluşturmak, bu bölgenin zenginliği olarak bütün dünyaya tanıtmak zorunluluğumuz var. Bu da yine ülkelerin gelişmişlikleriyle, sanat, kültür, ekonomi, teknolojik altyapısıyla olabilecek bir durumdur.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.