İstanbul da puslu bir sonbahar gecesinin aydınlığa kavuşmasına ramak kala, ahalisinin çoğu son demlerindeki derin uykularının keyfini yaşarken Nazif her zaman ki gibi altı çeyrek tramvayına binmek için Çapa durağının turnikesinden kartını basıp geçti. Birkaç dakika içinde gelen trenin ikinci vagonuna itişsiz kakışsız rahatça bindi. Ama çok değil yarım saat sonra işe yetişmek isteyenlerden sebep tam aksi bir hal vuku bulacaktı. Girince şöyle bir etrafına bakındı. Çoğunluğu tanıdık simalardı. Ama gariptir ki bunca yıldır birisiyle bile tanışmamıştı. Cam kenarındaki boş koltuğa oturdu. Dışarıdaki sakin yolda arabalar süratle yol alıyordu. Aslında trafikte kargaşa yoksa her şey güzel demekti. Ama etrafındaki insanlarda sebepsiz bir bıkkınlık vardı. Belki de bu şehrin koşuşturmacasından yorulmuşlardı. Evet, evet şuna hiç şüphe yoktu ki; en büyük hayaliniz nedir diye bir anket yapılsa yüzde doksanının hayali biraz para biriktirip, aylık on-on iki bin lira geliri garantiledikten sonra köylerine dönüp orada organik domates, salatalık yiyip, kuş sesleriyle uyanmak olacaktır. Ve son günlerde sıkça duymaya başladığı şu meşhur “Lanet olsun ki ekmek parası için bu şehre mahkûmuz” cümlesiyle tamamlayacaklardır. Düşünceler onu esir almışken bir anda dalıp gitti. Bu şehre Peygamber Efendimiz’in hadisini işitip âşık olan ve fethetmek için bin bir zorluğa katlanan kahramanlar ile mübarek beldenin bütün nimetlerinden savurgan ve hoyratça faydalanıp hâlâ şükretmeyen bu bıkkınlar topluluğu arasındaki fark neydi? Yoksa şehir ruhunu mu kaybetmişti? Ya da o ruha âşık yiğit insanlar beyaz atlarına binip masal kahramanları gibi başka diyarlara mı gitmişti? Sonra bir an durdu, alıcı gözlerle etrafına tekrar tekrar baktı, belki de insanların suçu bu kadar da büyük değildi? Zaman içinde değişen hayat şartları, kötü yetişmişlik, şuursuzluk ve an be an zerk edilen ümitsizlik aşısı tutmuştu da ruhları kabz mı etmişti? Sonra kendi içine dönüp “Ya ben?” dedi. “Ya ben? Ben ne yaptım? Dedelerimden kalan mirasa ne kadar sahip çıktım?” Bu sorunun cevabı yoktu ya da vardı da dillendirmekten korkuyordu. Benliğini esir alan bu düşünce fırtınasına inat bedenî alışkanlıktan olsa gerek şuursuzca senelerin getirdiği tecrübeyle, tramvay Laleli’den Beyazıt’a doğru hafif tırmanışa geçince oturduğu yerden kalkıp kapının yanına iyice yanaştı. Nihayet Üniversite ile Beyazıt-ı Veli Camii görüş alanına girince birkaç saniye sonra açılacak kapıdan ilk adımını atmak için iyice hazırlanırken vatman treni durağa yanaştırıp kapılarını açtı. Alışkanlıktan mütevellit ayakları direkt olarak Sahaflar ile Kapalı Çarşı arasında kalan dar Çadırcılar Caddesinde yol almaya başladı. Sıralı dükkânlarda birkaç esnaf iş yerini açmaya başlamıştı. Nazif her zamanki gibi belki birkaç tanıdık görürüm diye heyecanla etrafına baksa da beyhudeydi; artık akranlarının çoğu tek tek piyasadan çekilmişlerdi. İçine tuhaf bir yalnızlık hissi çöktü. Fuat Paşa Caddesinde yürürken kestirme olsun diye Şeker Ahmet Paşa Sokaktan Mercan Camiinin avlusuna oradan da Tığcılar Sokağa çıkıp on beş adım sonra meşhur Mercan Yokuşuna ulaştığında oda başıları hanların kapılarını açmaya başlamıştı. Ömrünün geçtiği tarihi hanın önüne vardığında ubuset suratlı çaycı büyük dış kapıyı açmak için anahtarı çevirmek üzereydi. Nazif hafif tebessüm edince acı, tatlı hatıraların yüzünde bıraktığı kırışıklıkları iyice belirginleşmiş halde selam verdi. Hareketlerinde yorgunluktan daha çok gına gelmişlik okunan çaycı bu sabah daha bir zoraki selam alıp “Nazif bey! Ben kırk beş yıldır şu hanın kapısını açarım hep ilk gelen sensin. Be adam uykun mu yok, hırsın mı çok yoksa yorulmak nedir bilmez misin?” dedi. Nazif hana besmeleyle ilk adımını atarken “Z şıkkı Selami” dedi. Selami “Dalga mı geçiyorsun?” bakışı atınca Nazif merhamet dolu bir tebessümle “Aklına gelebilecek bütün ihtimallerin hiçbiri değil. Bu sadece ceddimizden bize miras kalan anlayıştır. Nedir o? Üstünüze güneş doğmasın. Hz. Ali efendimiz; sabah namazından sonra rızkın dağıtıldığı vakitte gafil olmayın demiş.” dedi. Çaycı şöyle bir gevşedi neşesi yerine geldi “Hee” dedi. Birkaç saniye durup sonrasında ise “Eyvallah” dedi. Ama yine de hedeflediği eksiği bulmuşluğun sevinci içinde “Serhat, Serhat hep geç geliyor. Sen, galiba oğluna bu şuuru veremedin?” dedi. Nazif birkaç adım daha atıp dönüp kararlı bakışlarla Selami’nin yeşil gözlerinin içine “Senin derdini anladım dercesine” bakıp hiçbir karşılık vermeden tarihi hanın mermer merdivenlerini tek tek çıkmaya başladı. Kâle alınmamak çaycıyı kızdırmıştı ki içe çökmüş gibi duran gözlerini iyice kısarak pis pis arkasından baktı. Nazif, ikinci kattaki kırk numaralı dükkânın önünde durdu. Kapısı ve vitrini zamana direnircesine hala ahşap olan ekmek teknesini besmelesini çekip anahtarı çevirirken “Pîrim İdris Peygamber’in eliyle açıyorum.” diyerek kapıyı açtı. Ciğerlerini, havasızlıktan mütevellit içeriyi kaplayan jelatin ve kumaş kokuları doldurdu. Hemen camı açıp derin bir nefes çekti. Teneffüs ettiği sadece oksijen değildi. Yüzyılların yaşanmışlığıydı. Bu şehrin sinesi geniş, hafızası tahminlerin de ötesinde derin ve sağlamdı. Ama koşuşturmaktan ya da gafletten olsa gerek ona kulak veren pek kalmamıştı. Duvardaki saate baktı yedi çeyrekti. Az sonra hanın yeni sakinlerinden genç Şaban elinde böreklerle damlardı. Sonra jelatinlerinde müşterilerini bekleyen gömleklere baktı. Altın suyuna batırılmış havası verilen sarı askılardaki numunelere göz gezdirdi. Bilgisayarını açtı. Handaki hareketlilik artmaya başladı. Kapının önüne çıkıp komşularıyla selamlaştı. O arada buğday tenli, orta boylu genç, merdivenleri hızla çıkıp geldi. Selam verip “Abi büyük bardakta iki çay söyledim.” dedi. Nazif tamam manasında başını hafiften sallayıp içeri geçtiler. Emektar kahverengi tezgâhın üzerine peynirli, kıymalı, patatesli karışık böreklerin paketini açtılar. Kokusu ortamı kaplamaya başladı. Nazif, hemen bir parça alıp ağzına atıp “Valla yine süper. Aynı rahmetli Rauf Usta’nın elinden çıkmış gibi. Aferin bu Semih’e! İlk başta korkmuştum, babasının mirasına sahip çıkamayacak diye.” dedi. Şaban bir parçayı eline alıp “Elli yıllık lezzet Allah bozmasın.” dedi. O arada çaycı Selami yine kısık kısık bakarak “Çaylar geldi abiler, afiyet olsun.” diyerek bardakları tezgâhın üzerine bıraktı. Nazif kolundan sıkıca tutup “Otur odabaşı Selami.” dedi. Çaycının gözü böreklerde “Sağol beyim.” dedi. Bunun üzerine Nazif, peçetenin üzerine yarısından fazlasını koyup “Al ocakta yersin.” diyerek eline tutuşturdu. Gözleri iyice büyüyen Selami “Gerek yoktu beyim, teşekkürler.” dedi. Sonra hızlı adımlarla çıkıp gitti. Şaban ile Nazif göz göze geldiler. Şaban’ın aklının karışık olduğu belliydi. Nazif çayından bir yudum içtikten sonra “Haset ve cimrilik bir adamda ikisi birden baskın ahlak ise dünyayı hem kendisine hem de çevresine zindan eder. Bunların şerrinden korunmanın en güzel yolu uzak tutmaktır. Buna imkân yok ve illa yanında, yörende olacaksa mutlaka eline, cebine üç beş bir şeyler vermektir.” dedi. Şaban “Yoksa?” dedi. Nazif “Yoksa canına kast etmek dâhil her türlü kötülüğü bekle…” dedi. Şaban “O kadar diyorsun?” Nazif “Hiç şüphen olmasın. Hem sen memleketteki gül gibi düzenini bozup niye buralara kadar kaçarcasına geldin?” Şaban’ın başı mahzunca öne eğildi. Şaban “Kardeşlerimden çekindiğimden.” dedi. Az bir sessizlik oldu. Şaban ise yarım kalan börek keyfine, tam doymayan karnına ve can sıkıcı mevzuya rağmen uzun zamandır aklına takılan soruları sorma zamanın geldiğini düşünüp “Abi madem konu açıldı. Ben bu handa olup biten birçok şeyi anlayamıyorum.” dedi. Nazif yüzünü hafif buruşturup “Şu fani dünyada kim neyi tam anlıyor da sen daha dün geldiğin binlerce yıllık tarihe sahip İstanbul’un üç yüz yıllık hanında olup biteni anlayacaksın? Zor be evlat ama içinde kalmasın yine de sor.” dedi. Şaban boğazını temizledi “Abi girişte entel tipli şapkacı Tanguç Güçlü, dördüncü kattaki Adil Kurt, teras kattaki Rasim Dağlı, hele hele han girişinde özel kapısı, kendi katı için hususi asansörü olan hanın yöneticisi Adem Başkal. Bunlar az çalışıp çok kazanıyorlar. Hani handaki iki yüz esnaf bir tarafa bunlar bir tarafa.” dedi. Nazif dikkatlice dinledi. Konuşmakla konuşmamak, konuşsa da geçiştirmek ile gerçeği anlatmak arasında kararsız kaldı. Şaban cesaretlendirmek istercesine “Sen buranın en eskilerinden, herkesin saygı duyduğu dertlerine derman olan ismi konulmasa da bu hanın bilgesisin. Senden başka bunun cevabını kimse veremez.” dedi. Nazif önce nefesini tutup “Madem öyle, önce bize iki çay daha söyle o arada da ortalığı topla.” dedi. Şaban ışık hızında kahvaltı malzemelerini devşirdikten sonra jet süratinde dört kat aşağıdaki eksi ikinci kattan çayları kendi eliyle kapıp geldi. Nazif duvarda asılı olan besmele-i şerif hattına uzun uzun bakıp tane tane konuşmaya başladı “Mösyö Tanguç Güçlü, dedesi Devlet-i Âliye-i Osmâniye’ye ihanetten idam edilirken ıyali ise Fas’a sürgün edilmiş. Babası ise bir yolunu bulur Fransa’ya geçip orada çevre edinir. O muhit, aileye dönüş kapısını açar. Tanguç’u burada Fransız Lisesinde okutmuşlar. Eşi dâhil hayatındaki her şey Fransız ve Fransızcadır. Sanata, edebiyata düşkündür. Yüksek sosyeteden, yazar, çizer takımından, sanatçılardan samimi ahbapları vardır.” dedi. Çayından içip “Adil Kurt, Karslı fakir bir ailenin üniversite tahsili yapan, hırslı bir evladı. Daha okurken iş hayatına atılmış. Nasıl ve kimlerle bağlantı kurduysa üç tane Alman firmanın mümessilliğini almış. Siparişleri alır, burada üç kuruşa fason ürettirip Almanya’ya gönderip tatlı kârını alır. Rasim Dağlı, bakma soyadının Dağlı olduğuna, İtalya’daki modacılarla, sektörün öncüleriyle sıkı fıkıdır. Ülkedeki lüks semtlerin ürünlerini sadece o getirtebilir. Onun sattığı bir pantolonun parası normal bir ailenin iki aylık mutfak gideridir. Gelelim Adem Başkal’a “O” dedi boğazı düğümlendi. Gözlerini öfke kapladı. “O, birçokları için esrarengiz birisidir. Gerçek yüzünü ancak birkaç kişinin bilebildiği, gözünün gördüğü her ticaretten payını alan ama elini hiçbir işe, pisliğe sürmeyen adamdır. O kadar ki, onun ile tokalaşamazsın bile. Kibir, Allah zavallılara fırsat vermesin ilk çıktıkları çukurluğun zirvesidir.” dedi. Sonra dizini dizine değdirdi, Şaban’ın elinden tutup; “Senin, fehm edip adını koyamadığın farklılık, çok az çalışıp herkesten daha çok kazanmaları değil mi?” Şaban karışık bir ruh hali yüzünü iyice çökmüş halde “Aynen” dedi. Nazif, gözlerinin içine bakarak “Ne demiş Üstad Necip Fazıl;
Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul,
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul!..
Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa,
“Yaşasın kefenimin kefili, karaborsa!..”
İşte evlat, oyun kurallarını koyan parsayı her türlü götürür.” dedi. Şaban dinlediklerini anlamaya çalışırken şunu fark etti; bir tane olan sorusu bin tane olmuştu. Nazif devam etti “Çocuğum! Büyük, küçük iki yüz dükkânın bulunduğu bu koca handa on esnaf pastadan en büyük payı alırken geri kalan bizler kırıntılarla idare ediyoruz.” Şaban’ın kan basıncı o kadar yükseldi ki boynundaki damarları iyice şişerken, gözleri büyüyüp yüzü kıpkırmızı oldu. Elini yumruk yapıp dişlerini gıcırdatırken Nazif “İnsanlar neden başkaldırmıyor diyorsun değil mi?” Şaban o kadar öfkeliydi ki sadece “Evet” manasında başını sallayabildi. Nazif “Artık evlat bizim için hak hukuk değil üç kuruşluk rahatımızın bozulmaması daha mühim ve önce geliyor. O sebepten de kimse…” dediği anda zaten harareti yüksek dükkâna, öfkesinin narı dokunduğu her yeri yakan yirmi beşli yaşlarda yakışıklı bir genç elinde bir poşetle içeri girdi. Edepsizlik yapmak istemeyen bir ses tonuyla selam verip elindekileri tezgâha bıraktı. Nazif, su misali dingin bir ses tonuyla “Tamam mı oğlum?” dedi. Genç “Evet baba.” dedi. Şaban daha fazla dayanamayıp ayağa kalktı, yüzü gencin yüzüne iyice yaklaştırıp “Ne oldu Serhat?” dedi. Serhat küfretmenin sınırına gelmişti ama edebi onu frenlerken gözleri babasındaydı. O da anlat dercesine bakınca Serhat öfke patlaması yaşadı: “Şu dövizci Cem. Ulan milletin zar zor yürüdüğü, araç trafiğinin yasak olduğu sokağa sen nasıl arabanı sokuyorsun? Hadi o neyse, etrafındaki gorillerin ne iş? Onu da geçtim açıktan uzileri göstererek ne demek istiyorsun? Sanki kral tövbe tövbe… İçimden bir ses diyor ki; her şeyi göze al bir güzel benzetip haddini bildir.” dedi. Nazif de ayağa kalkarken hareketlerinde adeta evladını kaybedecek babanın kaygısını taşıyordu. Koruyup kollamak istercesine “Sakin ol Serhatım. Bunlar güç gösterip parayı kullanarak para kazanan adamlar. Bunlarla uğraşmak bizi aşar çocuğum.” dedi. Şaban, Nazif’i ilk defa bu kadar tedirgin, canından can koparılmış acı çekerken biri gibi gördü. Şaban, Serhat’a hemen bir bardak su verip “Şöyle oturda iç.” dedi. O arada Nazif’in telefonuna mesaj geldi. Şöyle bir bakınca yüzündeki endişe biraz olsun dağıldı. Gelen kısmında “Ahiret Gardaşım” yazıyordu. Mesajı açtı “Ahiret Gardaşım! Bu sabah sana gelecektim. Lakin gece Ankara’ya çağıran bir telefon geldi. Bugün saat on altıda uçağım var. Gömlekleri bizim deli oğlanla gönderir misin?” Nazif “Hemen, ahiret gardaşım.” cevabını yazdı. Sonra Serhat’ın eline, getirdiği poşetleri tutuşturup “Hadi bunları al Hüseyin amcana götür. Üniversitede seni bekliyor.” dedi.
Hanın birinci katındaki Şakir Bezci’nin dükkânında normalin üzerinde bir hareketlilik vardı. Serhat elinde olmadan kendisini orada buldu. Serhat “Ne oldu ağalar?” dedi. Başı öne düşmüş Şakir önündeki kâğıdı Serhat’a uzattı. Serhat çatık kaşlarla okuyup elinde kâğıt hızla merdivenleri çıkmaya başladı. Handaki herkesin şaşkın bakışları arasında altıncı kata vardı. Camları siyah film çekilmiş alüminyum doğramalı dükkânın kapısından daldı. Gözü kararmıştı, önüne çıkan iki kişiyi ittirip gösterişli ahşap kapıyı omuzlayıp açarak odaya girdi. Dışarıdaki gürültüden ayağa kalkan mavi gözlü, hafif kumral süt beyaz benizli elli beşli yaşlarındaki adam “Dağ başında mısın? Bu ne hadsizlik.” dedi. Serhat bir elinde ihbarname diğer eli yumruk halinde insanın içini titreten adımlar atarak “Kes ulan!” diyerek elindeki kâğıtları yüzüne çarptı. Serhat “Yılların dürüst esnafına üç beş aylık kira ve aidat için icra göndermek nedir?” Adam kendisine güvenli pis bir sırıtışla “Paran varsa adamsın, adamsan güçlüsün. Güçlüysen kural koyarsın. Bu hanın nizamını ben belirlerim. Ve sen dâhil hepiniz yıllardır kusursuz işleyen düzene uymaya mecbursunuz.” dedi. Ve çekmeceden silahını çıkartıp masanın üstüne koydu. O arada Serhat’ın gözüne, iki ay sonra yapılacak han yönetiminin seçim tarihinin olduğu tutanak çarptı. Serhat şöyle bir tepeden bakıp mektup açacağını eline aldı. Ortam iyice gerilmişti. Sonra mektup açacağını tam da seçim tutanağının üstündeki tarihe saplayıp “Bugün senin nizamının son günü.” dedi.
Devamı Gelecek Ay