Koronayı Atlatmak Mı Sekeratı Yaşamak Mı? / Ramazan Durmuşoğlu

İnsanoğlu olarak kâinatı gözlemleyip keşiflerde bulunurken her bir gelişmeyi de kayıt altına alıyoruz. Mutad olarak meydana gelen olayların da hangi zaman aralıklarıyla gerçekleştiğini, nasıllığını, niceliğini, bizlere olan tesirlerini kıyaslayıp ölçümlendirip elde ettiğimiz bilgi ve tecrübeleri de gelecek nesillere aktarıyoruz. Kâinattaki hadiselerin meydana geliş zamanını, şiddetini, artı veya eksi değerlendirip bilimin objektifliği içinde geleceğe dair öngörülerde bulunabiliyoruz. Yüzyıllar geçse de bu çalışmalara aynı dikkat ve titizlikle devam edilecek. Evrendeki bu muhteşemliklere bir bilim adamı gözüyle değil de sade vatandaş olarak şahit olunca herkesin gönlünde aynı derecede akis bulup, yürekleri aynı heyecanın hazzını alıp, dimağlarında aynı tatta güzel hatıralar kalmayabilir. Hatta ve hatta sizi hayran bırakıp hayrete düşüren olaylar, bazıları için ise sıradandır. Bu keyfiyet, sadece hayretler içinde kaldığımız muazzam doğa olaylarında değil, toplum olarak başımıza gelen güzellikler veya sıkıntılar için de geçerlidir. Bunlar sebep ve sonuç ilişkileri açısından herkes için aynı olsa da her beşerde uyandırdığı ve bıraktığı duygular, farklılıklar arz etmektedir. Bu bağlamda son bir yıldır cihanşümul bir hâl alan korona virüs hadisesi de günlük hayatımızın akışını altüst etti. Her insan kendi beslenip, yetiştiği duygu mecrasına göre tepkiler verip içinden çıkmaya çalışıyor. Ruhumuzun bu çırpınışlarının içine düştüğü bu çukura da eskilerin tabiriyle “Buhran” deniyor. Buhran halinin yakıcılığı, virüsün bize bulaşıp bünyemizde gösterdiği tesirlere göre de derinleşiyor. İlk günlerde kolayca atlatabileceğiniz kanısı hâkimken günler geçtikçe önce dünyadaki o güzelim kokuları hissedemez, yediğiniz binbir çeşit nimetteki tatları alamaz oluyorsunuz. Sonra… Sonrası, tel tel döküldüğünüzü zannettiğiniz kas ağrılarına, titremelere, ağır ateşe, zonklayan baş ağrılarının da eşlik ettiği sonu gelmez nöbetler… Aklınızı, düşüncelerinizi esir alırken muhakeme gücünüzü de kaybetmeye başlıyorsunuz. O an ciltler dolusu bilgi, yaşayarak elde ettiğiniz vukûfiyetler, zengin fikir ve düşünce dünyanız gelgitlerle çekilen okyanus suları gibi sizden çekilip gittiğinde duygularınızla baş başa kalıyorsunuz. Beyninizin ve aklınızın aldığı kararları bedeniniz dinlemiyor, dinleyemiyor. İç dinamiklerin, havatırların, nefsin ve şeytanın tesiri güçlenip, gelecek kaygılarının zirve yaptığı, ölüme bir soluk kadar yakın olduğunuzu iyice hissettiğiniz zaman acziyet sizi sarıyor. Tüm benliğinizde Allah’ı (c.c.) daha çok zikretmemenin pişmanlığını, nedametini hissediyorsunuz. Mecalsizce de olsa her bir hücrenizden gelen yardım çağırısını andıran içli bir “Allah” zikri dilinizden dökülüp içinizdeki isyan duygusu tam galebe çalacakken bastırıp sizi “Hakka” bağlıyor. “Her insan yaşadığı hâl üzere ölür ve her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.” hadisi artık size aşikâr oluyor. Uzun ve zorlu bir ömür yaşamış hissiyatı veren bitmez zannettiğiniz saatler nihayete erip bir nöbeti de atlatınca normale dönmenin mutluluğu içinde derin bir nefes alıp şükürler ediyorsunuz. İstemsizce “Ben böyle ne yaşadım?” sorusunu sormaktan da kendinizi alamıyorsunuz… Her şeye rağmen aldığınız her nefes için Allah’a (c.c.) binlerce kere hamd ederken bu kez kapınızı yalnızlık çalıyor. En zor zamanlarda iki eli kanda olsa da başınızda bekleyen anneniz, babanız, eşiniz, çocuklarınız kısacası sevdikleriniz, sevenleriniz yanınızda değiller. Avuçlarınız, hayat veren şefkat dolu o sıcaklığa hasret… Eşiniz, çocuklarınız bir adım atsanız kavuşacak, elinizi uzatsanız tutacak kadar yakınken göremediğiniz bir virüsün ördüğü görünmez duvar aranıza set çekiyor. Ne bir adım atabiliyor ne de elinizi uzatabiliyorsunuz. Ancak ve ancak kapının arkasından ya da telefonla görüşebiliyorsunuz. İçinizdeki bu hasret yangını kor olup yanarken onların kapıya bıraktığı yemekleri, ilaçları alıp tek başınıza sırf yemek ve içmek zorunda olduğunuz için yiyor ve içiyorsunuz. Bu hâl biraz da kabrinizin başına gelen yakınlarınızın, sizin için Yaradan’a yakarışlarda bulunurken varlıklarından haberdar olup dualarıyla ferahlayıp bir teşekkür bile edememeye benziyor. Artık bu gerçeği kabullenip endişelerinizi bastırıp sabırla eski sağlıklı günlere bir an önce kavuşmanın umuduyla yaşamaya başlıyorsunuz. Tam “kurtulmama az kaldı” dediğinizde virüs sizi dinlemeyip bütün gayretinize rağmen akciğerinize inip onu bir ur gibi sarıyor. Kanınızdaki oksijen azalıp vücudunuz güçsüzleşmeye başladığında bedeniniz bu illeti atmak için savunmasının en önemli silahlarından birini kullanmaya başlıyor. O silah ise ardı arkası kesilmeyen öksürükler oluyor. Bu savaş o kadar şiddetleniyor ki öksürmekten göğüs kafesinizdeki bütün kemikler acırken ciğerlerinizin dökülmeye başladığını hissediyorsunuz. Ses telleriniz ise tahriş olduğundan kendi sesinizi kendiniz bile tanıyamıyorsunuz. Zaten her bir kelime için en az on saniye öksürük nöbeti geçirince dudaklarınızı bile kıpırdatmak istemiyorsunuz. Ve artık tedavinin kendi evinizde tamamlanmasının zor olduğu duygusu düşünce boyutuna sıçrayıp hâkim kanaat haline geliyor. Her şeye rağmen hemen de gitmek istemiyor “Belki gerek kalmaz.” dileği ve ümidi sizi ayakta tutarken, güneş, saçtığı ışığı ve neşesiyle ağır ağır çekilip gidiyor. Yerine ise karanlığı ve ağırlaşan bir yalnızlığı miras bırakıyor. Bedeniniz kendisini adeta salıp dinlenmeye geçerken virüs bunu sanki hissetmişçesine fırsat bilip daha güçlü saldırıyor. Artık verdiğiniz savaşın bir yerinde “Ben bu geceyi çıkartabilir miyim?” sorusu, soru olmaktan çıkıp sorununuz oluyor. Eliniz isteksizce telefona uzanıp üzerinizde ödenemez hakları olan, canınızdan çok sevdiğiniz maneviyat büyüğünüzden, ailenizden, dostlardan, bir acı kahvesini bile içmiş olduğunuz tanıdıklara kadar, daha bilinciniz tam kapanmamışken “Ben gidiyorum dostlar hakkınızı helal edin… Beni hep hayırla yâd edin.” demek için hüzünle mesajınızı yazıyorsunuz. Sonra, belki bu hastalık sebebiyle şehit kabul edilirim de Rabbü’l-âlemîn’in huzuruna çıkacak yüzüm olur hissiyatı simanızda güller açtırıyor. İşte ben o an bütün umutlarım bitip huzurluca ölmek için uzanıp sınıra geldiğimde, esenlik veren meltem rüzgârı gibi ferahlatan bir manevi esintinin üzerimden ağırlığı alıp çektiğini hissettim. Adeta tekrardan can verircesine hayata tutunuyordum. Bu daha önce de çok defa şahit olduğum İlim, İrfan ve Hikmet Ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin manevi tasarrufuydu. Yeri gelmişken hemen aktarayım; yaşadığım bu hâli sonradan dostlarıma anlatınca onlardan yine koronadan yatan başka kardeşlerimizde de zuhur ettiğini öğrendim… Bitmez denen o gecenin sabahında tekrardan gözlerinizi açabilmenin sevincini yaşarken “Bugün de güneşi görebildim.” diyorsunuz. Aynı durumu bir daha yaşarsam geçen gece kadar şanslı olamam diye düşünüp “112 acili” arayıp yardım istiyorsunuz. Hem telefonda destek veren hem de hemen gelip hastaneye götürüp tetkiklerimi yaptıran sağlık ekiplerinden Allah binlerce kez razı olsun. Her biri sanki kendi ailesinin bireyi gibi sizinle ilgilenip “Evet, durumunuz kritik ama hastaneye yatacak seviyede de değilsiniz. Evinizde tedaviye devam edin. Acil bir şey olursa biz yine sizin yanınızdayız.” dediklerinde geri dönüp mücadeleye devam ediyorsunuz. Aynı ızdırapları, gelgitleri yaşarken bütün benliğinizi sarıp kucaklayan merhamet dolu, latif bir ses yol gösteriyor. Meclisinde bulunmanın büyük bir lütuf olduğu, asr-ı saadetin kokusunu hissettiren, modernitenin dayatmaları altında ruhu ezilmiş insanlara Allah’ı (c.c.) sevdiren, rızasını nasıl kazanacağımızı soyutluktan bizim anlayacağımız somutluğa derin irfanıyla dâhice anlatan Şenel İlhan Beyefendi’nin şefkat dolu sesi kulaklarımda çınlıyor. Ruhu ince bir nakış gibi işleyen sesiyle, tane tane konuşarak verdiği hayat kurtaran hikmet damlalarından “Sabır, hoşunuza gitmese bile Allah’tan yana tavır almaktır…” sözü ve bu bilginin bilinç haline geldiğini test ettiğim en değerli anlar, bu elem dolu dakikalardı… Ve “Allah benden razı mı?” sorusunun cevabının “Ben Allah’tan razı mıyım?”ın içinde saklı olduğunu hissedip derin bir mahcubiyetle tövbelerime tövbe ettiğim anlardı.
Testinizin pozitif çıktığı ve yaşamaya başladığınız bu hengâmede aklınızdaki en can sıkıcı düşünce şu oluyor: Ya anneme, babama, hanımıma, çocuklarıma da bulaştırmışsam? Vicdanınız ince ince sızlıyor. Yaşanan sıkıntıyı her bir aile ferdi kendi içinde derinden hissederken size de bir şey hissettirmemeye çalışıyorlar. En büyük fedakârlık ise her zamanki gibi eşinizden geliyor. Bütün zorlukları göğüsleyip herkese moral verirken bilinen bir ilacı olmayan bu illetten bir an önce kurtulmanız için günlük, düzenli olarak denenmiş şifalı bitki karışımı takviyelerini bıkmadan usanmadan izole olduğunuz odanın kapısına getirip bırakırken sevgi dolu sesiyle “Sakın içmeyi, yemeyi ihmal etme, bunlarla şifa bulacaksın İnşaAllah.” tembihinde bulununca o an içiniz almasa da sırf onun hatırına yiyip içiyorsunuz. İnanın bana, ailenizin iyileşmeniz için sarf ettiği gayret, çektiği çile, yaptığı fedakârlık hiçbir şeyle ödenemez. İşte aile olmanın güzelliği, verdiği kuvvet… O kuvvet aynı zamanda sizin zaafınız. Dile gelmese de babanın başına Allah korusun beklenmedik bir şey gelir de dünyadan ayrılırsa ne olur? Bu ihtimal ister istemez herkesin canını sıkıyordu. Çünkü şimdiye kadar haberlerde sadece başkalarına ait ölüm sayılarını okuyordunuz. O gün başkaları için sadece sayıdan ibaret olan ölümlerden biri de bizim evden mi çıkacaktı? Metanetle beklemekten başka yapacak bir şey yoktu…
Nihayet zor günleri geride bırakıp testiniz negatif çıkıp karantinanız kalktığında normal hayata dönünce başka bir duvara çarpıyorsunuz. İzolasyon dönemindeki ağrı ve ateş nöbetlerinde sekerat anını yaşayıp sonra toplumun içine karışınca, kısmen ahirete gidip dünyaya tekrar geri gelmiş hissi içinde yaşıyorsunuz. Geçici de olsa bedeninizdeki koku, tat alma melekelerinizdekine benzer kayıplar, düşüncelerinizde, algılarınızda yaşanırken zihninizde unutkanlıklar baş gösteriyor. Yıllardır yaptığınız işleri bile şuurla değil, eskiden kalma alışkanlıklarla yapıyorsunuz. Muhakemesiz yaşıyorsunuz. Sosyal ilişkilerde bozukluk, anlamsız davranışlar sizden sadır oluyor. İşte bu noktada yakın çevreniz sizinle ne kadar çok konuşur, daha doğrusu sizi konuşturup deyim yerindeyse saçmalamanıza müsaade ederse bu dönem daha kolay atlatılıyor. Kolay dediğim de en az takriben bir aylık bir süreyi kapsıyor. Çünkü koronanın sizden maddi, manevi aldıkları bir anda değil, tedricen geri geliyor.
Her şeyi hikmet üzere yaratan Rabbü’l-âlemîn, siz tam bu duygu ve düşünce anaforlarını yaşarken ölümden daha kötü şeyin vefasızlık olduğunu yüzünüze çarpıyordu. Yine böyle zorlu bir gecenin gündüzünde izlediğim belgeselde şehit eşiyle yapılan röportajda kocasının şehadetini anlatırken en vurucu, can yakıcı cümleyi sonunda kurdu: “Bizim çocuğumuz yok. Maalesef bir gün kocam unutulup gidecek…” Bu cümle beni derinden etkiledi. Unutulmak… Arkandan Fatiha okuyanın, hayırla yâd edenlerinin olmaması ne acıydı… O şehit eşinin sözleri kulaklarımda çınlarken ben şu cümleyi not almıştım: “En büyük cinayet, vefasızlık ve unutmak… En kötü ölüm ise unutulmak…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir