İstila ve Su (Devamı) / Kenan Kurban

33-istila-su“Ne diyorlardı? Seyyidmiş…” Konuşulanları olanca sakinliğiyle dinleyen imam efendi: “Peygamber efendimizin torunu, evladı.” dedi. Bu cümleyi duyan Nuri Usta’nın içinde parlak yaz gecesi kayan bir yıldız gibi bir sıcaklık yüreğinin derinliklerine kadar akmış ve onu eritmeye başlamıştı. O güzide insanların varlığını, yaşadıklarını, bahislerini hep duyardı da sanki masal kahramanları gibi ulaşılmaz, uzak diyarlarda hatta Kaf dağının arkasında zannederdi. Ama şimdi aynı havayı soluyup dokunup hissedebilecek kadar yakındı. Şaşkın, bir o kadar da heyecanlıydı. Bunu bütün hücrelerine ve zerrelerine kadar en derinden hissediyordu. O bunları yaşarken bazılarının yüzlerinin asıklığını, kimilerinin ise nötr bir vaziyette oluşunu görüp anlam veremiyordu. Telaşa kapılmaya da başlamıştı. Ama gördüklerini şimdilik sorgulayamıyor daha doğrusu buna gücü yetmiyordu. Bu esnada bir hareketlenme oldu. Davetin sahibi misafirlerine tek tek “Hoş geldiniz.” diyordu. Halinde başka bir asalet vardı. Adeta kim olduğunu, kimi temsil ettiğini son derece iyi biliyordu. Buna rağmen yüksek merhametin, belki de imtihan mantığıyla bakıp kendi isteği ve iradesiyle karşısındaki insanlara en üst düzeyde tevazuyla yaklaşıyordu. Tahminine göre de; “Böyle yapmasa kimse onunla konuşmaya cesaret bile edemez.” diye düşündü.
Ağır ağır bulundukları masaya doğru yaklaşıyordu. Onun yaklaşan her bir adımında kalp çarpıntıları daha da fazlalaşıyor, bedeninde ise yükselen ateşle beraber ter basıyordu. Simsiyah iri iki güzel gözleriyle öyle samimi bakıyordu ki gönlündeki arılığı onlarda hissedip görebiliyordu. Ve gözleri size değdiğinde sanki duygularınızı ayrıştırıyordu. Yüce Yaratıcı sanki önce onun gözlerini yaratmış, sonra onu koruyacak kirpikleri, gölgeleyecek kaşları, en uygun ve en güzel burnu sonra buğday teninde ne ince ne de kalın dudakları, hasetle bakanlar çatlasın dercesine de siyah ve sık güzelim saçları… O atan kalbinin sesini stetoskopla duyarcasına işitiyordu. Neredeyse duracaktı. Ve ilk temas… Sırtına dokunan sıcak bir el “Hoş geldiniz kardeşlerim, kıymetli büyüklerim.” Kalbin en derinliklerinden gelen sıcak, içten samimi bir ses. İmam efendi gayet doğal bir halde ayağa kalktı. “Hoş bulduk.” diyebildi yarı titrek yarı heyecanlı bir tonla. Ve davetin sahibi diğer misafirleriyle ilgilenmek için ayrılırken Nuri Usta’nın masasında sanki hoş bir ilkbahar meltemi esmiş, yüreklerde tatlı hisler bırakmıştı. Ama bu güzellik sanki şahsa mahsustu. Çünkü bazılarının yüzlerinde anlamsız ve hiç de hoş olmayan ifadeler vardı. Bu hal, aynı yatakta yattığı halde birisi güzel rüyalar görürken diğeri kâbuslarla terleyen iki insanın durumunu andırıyordu. Sessizliği, ağzında neredeyse dişi kalmamış Camcı Gürbüz bozdu. “Hocam yaşça sizden küçük bir insana bu hürmet niye?” “Yoksa hocam mevlit falan okuyup cukkayı sağlama alırım mı diyorsun.” Halim selimliğiyle bilinen imam efendiden izahat beklenirken “Sana bir yumruk çakarım ağzın burnun yer değiştirir!” dedi. Sözün girdiği her bir kulağın sahibi adeta donup kalmıştı. Ortamı yumuşatmak kumaşçı Temel’e düşmüştü. “Ha hocam sen bu densize bakma. Biz senin ihlasına ve samimiyetine şahidiz. Para için amel yapmadığını biliriz. Takva bir insansın.” Camcı Gürbüz yine diklenircesine söze girdi. “Üstünlük takvada değil mi? Siz soyundan dolayı tanımadığınız birisine saygı gösteriyorsunuz.” Hoca efendi öfkesini zor bastırıyordu. Engin denizlerin rengindeki mavi gözleriyle sanki iblise bakar gibi bakıyordu. Bu sureti haktan görünüp insanı yanlış sulara batırıp çıkaran doğru bilginin yanlış kullanılması imamı çığrından çıkartmıştı. Yine de büyük adamdı, sakin kalmayı başarıp hilmini göstererek “Sen Peygamber’i, O’nun evlatlarını sevmeden nasıl takva olacaksın? Allah’ın beş vakit namazda dua ettirdiği insanlar her şartta hürmete layıktır.” “Ağzına sağlık hocam, bizi biraz daha bilgilendirsene.” dedi Nuri Usta. İçi içine sığmıyordu. “Dostlarım rivayet olunur ki; bizim mezhebimizin kurucusu İmam-ı Azam Hazretleri’nin bir gün ders yaparken oturduğu yerden mütemadiyen hürmetle ayağa kalktığı görülür. Bu tavrın sebebi sorulduğunda cevap olarak; “Dışarıda oynayan bir peygamber evladı var. Oyun oynarken sağa sola koşuşturuyor. Ben de onu gördükçe hürmeten ayağa kalkıyorum.” der. Bu rivayet ne kadar doğru bilemem ama kesin olan bir gerçek var ki; İmam-ı Azam’ın mezhebinde “Ehl-i Beyt’i sevmek vacip, Şâfî de ise farzdır.” Yine sevgili Peygamberimiz buyurmuşlar ki: “Ehl-i Beytim’e buğz eden, yüzüstü cehenneme atılır.” “Ehl-i Beytim’e, cehennemlikten başkası buğz etmez.” Bu iki hadisi duyanlardan bazıları mosmor olmuşlardı. Fakat onların bu hali cehennem korkusundan değil, kaybetmişliğin verdiği öfkedendi. Keşke hatalarını anlayacak kadar ferasetleri olsaydı…
Her şeye rağmen hasedi aklına ve kalbine perde olmuşlara en kati delilleri de getirseniz de onlar kabullenmemek, reddetmek için bir sebep arayacaklardır. Bulamayınca da “Kahrolsun kaçacak yer yok” deyip kaybetmişlik psikolojisinde hep nötr bir vaziyette kalacaklardır.
Aslında bu sözlerin Nuri Usta üzerinde müspet veya menfi hiçbir tesiri yoktu. Şöyle diyordu içinden bir ses: “Bunca yıl bugün için yaşadın.” Bu meftunluğuna aslında aklı da şaşıyordu. Neydi bu kadar tesir eden?.. Bütün soruları masada bırakıp gönül aklının peşinde o coşkuyu yaşayarak iş yerine gitti. Düşünce dünyası şimdiden yarını planlamaya başlamıştı. En güzelinden bir çikolata yaptırıp birebir tanışıp bir daha hayırlı olsun diyerek ünsiyet kurup dostluk yolunu açmak istiyordu.
Günün kalanını bir an önce bitsin hissiyatıyla geçirip yarını adeta kopmaz urgan ipiyle çekiyordu. İşten her zamankinden erken çıkarak akşam namazını Hacı Bayram’da eda etti. Buranın havasında daha iyi tefekkür ediyordu, coşkusunun bozulmasını istemiyordu. Ve başka hiçbir yere uğramadan eve dönmek niyetindeydi. Çünkü hissettiği kokuya başka istenmedik kokuların karışmaması lazımdı. Hacı Bayram’dan ayrılma vakti gelince olanca hızıyla Kızılay, oradan Dikmen ve Yıldız Oran’daki evine vardı. Normalde de hep birkaç derece daha düşük olan ısıdan dolayı akşam serinliğini hissetti. Zili çaldığında kapıyı açan Esma hanımın bakışlarındaki telaş ve korku eşini görünce yerini hayret ve şaşkınlığa bırakmıştı. Üzerindeki neşeyi, muhabbeti hemen hissetmişti. Hızla terlikleri uzatıp “Hoş geldin bey.” dedi. “Hoş bulduk Esma Sultan, can yoldaşım. Çocuklar burada mı?” Evet, hissiyatında yanılmamıştı, bu hitapları çok neşeli olduğunda kullanırdı. Kadın rahatlamış ve titrek bir sesle “Evet” dedi. “O zaman gıza söyle bir gayfe yapsın, diğer haytalarla beraber herkes salonda toplansın.” Kendi, hanımı, üç oğlu ve elinde kahve tepsisiyle kızı salona geldiğinde bütün aile toplanmış oldu. Küçük oğlanların halinden bir yaramazlık yaptıkları beliydi. Lakin üzerinde duracak zaman değildi. Bir yudum sudan sonra köpüklü kahvesinden içti. ve “Esma Sultan, çocuklarım! Elli yıllık ömrümün en müstesna günlerinden biri bugündür. Rabbim en kıymet verdiğinin en kıymetlilerinden biriyle tanışmayı, onunla aynı havayı solumayı, sıcaklığını hissetmeyi nasip etti.” Havada soru işaretleri dolaşıyordu. Kimse ne demek istediğini tam anlayamamıştı. O devam etti. “Yani Peygamber Efendimiz’in (sav) evlatlarından bir evladı bizim sitede iş yeri açmış. Şimdi onunla komşu olduk. Tanıştık, artık her gün görebileceğim.” Hanımı heyecanlı, mesut ve kızgın bir tonla “Sen Ehl-i Beyt’in bir aslanıyla tanıştın da niye eve davet edip fakir hanemizi şereflendirtmedin gafil!” dedi. Herkesin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Aslında sözün sahibi de bu konuşmayı, düşünüp tasarlayıp da yapmamıştı. Ruh dünyasında meydana gelen coşkunun akla vurulmadan hesapsızca ortalığa savrulmasıydı. Çocuklar olayı kavramaya çalışıyordu. “Dur hanım sakin ol. O da nasip olur inşallah.” Bu mesut anlar sabaha kadar tesirini gösterdi. Küçük haytaların yaptıkları yaramazlıklar bugünün hatırına halının altına süpürülmüştü. Nuri Usta o sabahı bir bayram günü gibi karşıladı. En güzel takım elbisesini giydi. Eşi ondan daha bir heyecanlıydı. “En sevdiği yemekleri öğrenip bana bildir, akşama hazırlayayım. Ne yapıp et bize misafir etmeyi başar.” Usta bu samimi talebe sadece bir tebessümle karşılık verdi. Kızılay’da Ankara’nın en meşhur baklavacısı “Hacıbaba”dan iki paket tatlı alıp iş yerine doğru yola koyuldu. Vardığında paketin birini çalışanlara ve komşulara ikram ettirip saatin gongunun 10’u vurmasını bekledi. Nihayet daha fazla bekleyemeyip bir çeyrek kala yola koyuldu. Görüşememe ihtimali canını sıkıyordu. Kapıdan içeri girip kendini karşılayan gence “Oğlum patronunla görüşeceğim. Hayırlı olsuna geldim.” dedi. Ergenliğe yeni giren genç incelmeyle kalınlaşma arasında kararsız kalmış sesiyle “Bir dakika bekleyin.” diyerek hızlı adımlarla üst kata çıktı. Beklerken oyalanmak amacıyla teşhir ürünlerini süzüyordu. Yeni modeller, kumaşlar hafiften de dalgınlaştı. Neyse ki delikanlı hızlı adımlarla geri gelip eliyle buyurun işareti yaptı. Dizlerinin bağı sanki çözülecek gibi oldu. Birden bir ter bastı. Titrek adımlarla yürüyordu. Adeta yokuş çıkan bir nehir gibiydi. Ofisin kapısı ardına kadar açıktı. Göze ilk çarpan içerisinin şık, bir o kadar da vakur dizayn edildiğiydi. İçeriye adımını attığında “Hoş geldiniz.” diyerek kendisine uzatılan eli muhabbetle sıktı. “Hoş bulduk. Ben Nuri Piranlı, namı meşhur ofisçi Nuri Usta” “Osman Evliyaoğlu, bahsinizi duydum. Dün de görüşmüştük. Zahmet edip tekrar hayırlı olsuna gelmişsiniz.” “Olur mu zahmet etmek, sizin gibi bir esnaf arkadaşımız, kardeşimiz daha olduğu için bizler şeref duyuyoruz.” “Estağfirullah, buyurun oturun.” Hoş sohbet devam ederken Nuri Usta’nın gözleri hep duvarlarda asılı olan eski yazı levhalardaydı. Bunu en baştan beri fark eden Osman Bey merakını gidermek için söze başladı. “Ustam Osmanlıca bilir misin?” “Hayır.” “O zaman kendinizi çok fazla yormayın. O duvarlarda asılı olanlar Osmanlı arşiv belgelerinin orijinal kopyalarıdır.” Şaşkınlık ve hayretle “Araştırmacısınız ya da tarihi eser koleksiyonunuz var.” “İkisi de değil.” Aslında konu bu soruyla tam da Nuri Usta’nın istediği yere gelmişti. İçinizi okuyan bakışlarıyla Osman Evliyaoğlu devam etti. “Bunlar, bizim Ehl-i Beyt’ten olduğumuzu ispat eden tarihi resmî kayıtlar.” Bu söz koca ustayı biraz kızdırdı ve dayanamayıp “Sizin o pak soydan geldiğinize inanmak, bilmek için delile ihtiyaç yok. Simanız, hal ve tavırlarınız bunu açıkça ortaya koyuyor.” Sevgi ve muhabbet kaynaklı bu samimi itiraz kendi mecrasında, hayat bulduğu gönül âleminde güzel ve belki de doğruydu. Seyyid Efendi bunu duyunca önce çehresinde sonra dünyalar güzeli gözlerinde tebessüm belirdi. “Siz sahabeden Abdullah bin Selam’ı tanır mısınız?” “Hayır.” “Önceden bir Yahudi âlimi olan Abdullah bin Selam, hiçbir konuşma olmadan, kendisine bir tebliğde bulunulmadan sadece Peygamberimiz’in simasını görmekle “Bu simada yalan yok, bu yüzde hile olamaz!..” diyerek iman etmiştir. Evet, bu o mübareğin büyüklüğüdür. Lakin bir peygamber bu davranışı herkesten bekleyemez. O, nübüvvetin işareti olan mucizeleri göstermek ve yaşatmak, ahlakî davranışları sergilemek, kısacası aklî, kalbî ve olağanüstü bütün delilleri ortaya koymalı ki adalet olsun.” Bu söylenenler Nuri Usta’ya mantıklı gelse de delil aramayı beyhudelik gören kalbi nedense rahatsız oluyordu. “Nuri ağabey, bize dedemizden sadece damarlarımızda dolaşan kanımız, hücrelerimizdeki DNA’mız miras kalmadı.” Devam et dercesine bakıyordu usta. “O’nun ahlakı, kişiliği, irşad yöntemleri ve Ümmet-i Muhammed’e manevî ve maddî irşad vazifesi hepsi bizim vazifemizdir. Bu sebeple ben en adi, şedit insi ve cinni şeytanları bile susturacak kadar soyut ve somut delilleri ortaya koymalıyım ki yük üzerimden kalksın.” O konuştukça Nuri Usta’nın yüzü daha bi fazla parlıyor, bu üst düzey adaletli bakış ona olan güvenini perçinliyordu. “Sonra düşün ustam! Elinde hiçbir delili belgesi olmayıp bir kaşık ilmiyle ağzı düzgün laf yapan, onu da mazlumane bir halde millete satan abid görünümlü bir yalancı; ‘Ben Peygamber evladıyım.’ dese kaç kişi hayır diyebilir? Allah korusun bir sapıklığa yol açmış, müminleri şeytanın oyuncağı yapmış oluruz. Bu sebepten illa zahiri delil, delil…” Ümmete karşı yüksek merhamet, şefkat… Sonra çekmecesinden albüme benzer bir dosya çıkarttı. Burada mezar taşlarının resimleri vardı. “Bunlar da tarihi delil kabul edilir. Dedelerimin mezar taşları. Sonra o beldedeki yaşlı insanların beyanları, fotoğrafları, görüntülü kayıtları.” Duyduklarından dolayı usta mutlu olmuştu ama aynı zamanda yeter artık kardeşim bizi delil manyağı yaptın dercesine bakıyordu. Nihayet çaycı beşinci kez çayları tazelemek için içeri girdiğinde fırsattan istifade “Bizim hanım, bir Evlad-ı Resulle tanıştığımı söyleyince bana fırça attı. Be gafil niye davet etmedin, diye.” Bu sabah da sıkı sıkıya tembihledi “Evimizi şereflendirsin, ne pahasına olursa olsun davet et.” diye. “Samimi davetinizden dolayı sağ olun. Ama daha bu ilk tanışma sayılır. Biraz zaman geçsin ben sizi, siz beni tanıyın. İki gün sonra yalancı, istismarcı dersiniz. Belki de ben sizi beğenmeyeceğim.” Nuri Usta diyemedi ki: “Ben sizi günlerdir uzaktan uzağa süzüyorum.” Belli ki o da sağlamcıydı. Birinin evine gitmek dostluk alametiydi. Belki dostluğuna herkesi kabul etmiyor. Ya da bedelinin ödenmesini istiyordu. O bunları düşünürken “Yenge hanıma hürmetlerimi söyleyiniz. Çok teşekkür ediyorum. İnşallah başka zaman.”
İlk tanıştıkları günden sonra Nuri Usta geçerli geçersiz bir sebep, bahane uydurup gelip gitmeleri çoğaltmış, samimiyeti pekiştirmişti. Esma Hanım ise hiç ama hiç boş durmamış, misafir eve gelmeyince adeta evdekini misafire taşımıştı. En leziz yemekleri, birbirinden hoş tatlıları yapıp gönderiyordu. Gerçi bu gelen nimetler, cömertlikle daha çok çalışanlara ve komşu dükkânlara yâr oluyordu. Seyyid Efendi herkesin her ikramına ekmek banmıyor, ağzına koymuyordu. Kendince kalın kırmızı çizgileri vardı.
İşte kısa zamanda yol olan dostluktan güç alan Nuri Usta bu ekonomik krizin bunalımından kurtulup bir nebze nefes almak için Osman Evliyaoğlu’nun yanına gidiyordu. Artık kapıdan girdiğinde gençler onu direkt üst kata alıyordu. “Selamün aleyküm Seyyidim.” dedi düşünceli haliyle Nuri Usta. “Aleyküm selam Nuri abi, niye yüzün düşük.” “Ne olacak bu vatanın hali böyle?” “Nesi varmış vatanın?” “Görmüyor musun, bir gecede fakirledik. Kanımızı emiyorlar.” “Gel o zaman ben sana ne olacağını göstereyim.” diyerek ayağa kalktı. Siyah mevsimlik ceketini giydi. O önde usta arkada dışarı çıkıp arabaya bindiler. “Ne o Seyyidim, meclise mi diyoruz?” cevap yok. “Tanıdık bir siyasiye mi gidiyoruz?” yine cevap yok. Verilmeyen karşılık en güzel cevap olmuştu. Ve anlamıştı ki sözle değil, yaşanacak veya yaşanmış bir olay sorunun çözümünü ortaya koyacaktı. Sustu, kendini bıraktı. Hafiften de bir uyku hali çöktü. Uykuyla uyanıklık hali arasında “Çamlıdere 10 km” tabelasını gördü. Hafızasını zorladı. Burası Ankara’nın akciğeri diye halk arasında tanınırdı. “Evet, evet en güzeli de buydu. Biraz beyne fazla oksijen gitmesi, stresten uzaklaşmaktı.” Biraz sonra başka bir tabela “Niyet hayır, akıbet hayır” Ali Semerkandî Hz. yazısını okudu. O bunlarla meşgul olurken Seyyid Efendi’de hâla bir kelâm yoktu ama bir deryaya dalmaya hazırlanıyordu. Şehir merkezinden, evlerin arasından geçerek tepelik bir yere geldiler. Burası bir mezarlığın kapısıydı. İçeri girip kabirlerin arasından dikkatli adımlarla beş-altı yüz metre yürüyerek bir türbenin önüne geldiler. Edeplice içeri girdiler. Türbenin üzerinde Ali Semerkandî Hz. yazıyordu. Sessizce okunan Kur’an’lar hediye edildi. Evliyaoğlu biraz murakabede bulundu. Yüzündeki beyaz mı dese nur mu dese bilemediği bir güzellik yoğunluğunu artırmıştı. Bu daha önce tanık olmadığı bir haldi ve ismini koymakta, anlamakta zorlanıyordu. Artık birbirine eklemlenen soruların cevabını sabırsızlıkla bekliyordu. Yine edeplice dışarı çıktıklarında Seyyid Efendi eliyle kapının sağ tarafındaki asılı tabelayı işaret etti. Ali Semerkandî Hz.’nin hayatı yazılıydı:
(Şeyh Ali Semerkandî, Hicrî 720/Miladî 1320 yılında İsfahan’da doğmuştur. Babası Yahya Efendi’dir. İkinci Halife Hz. Ömer’in torunlarındandır. Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i ezberledi ve çeşitli kıraatlere göre okumasını öğrendi. Mescid-i Haram’da 14 yıl İmam-Hatip olarak görev yaptı. Medine-i Münevvere’ye giderek Peygamber Efendimiz (sav)’in kabrinin bulunduğu Ravza-ı Mutahhara’da yedi yıl türbedarlık yaptı. Bir gün rüyasında, Peygamber Efendimiz’in kerîmeleri Fâtıma validemizi gördü. Rüyada; “Ya Ali! Resulullah’ın huzuruna git. Seni manevî evlatlığa kabul buyuracak!” dedi. Ali Semerkandî uyanınca hemen Resulullah’ın mübarek huzuruna koştu. Mübarek kabrinin karşısına geçip diz üzerinde edeple oturdu. Başını önüne eğerek, murakabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravza-ı Mutahhara’dan Resulullah Efendimiz’in; “Buyur ya Ali! Seni manevî evlâdım olarak kabul ettim. Kıyamete kadar bu mucizem bâkî kalsın. Ya Ali! Öyle bir beldeye git ki fakirlikleri sebebiyle beni ziyaret edemeyen ümmetim, seni ziyaret etsinler. Sen benim evladım olduğun için, sana yapılan ziyareti bana yapılmış gibi kabul ederim.” mübarek sözlerini işitti. Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî Hazretleri, sevincinden ağladı ve Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu nimetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu’ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti. Ali Semerkandî, Ankara’nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere’nin eski ismi Şeyhler olup bu zâta izafeten verildi.) Çamlıdere’ye bir derviş kıyafetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işaret buyurulan yerin burası olduğunu manevî keşf ile anladı ve buraya yerleşti. O tarihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa’da bir çekirge afeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsulleri ve çiçekleri harap etmiş idi. Bu afetten kurtulmak için, zamanın ziraatçılarından çare soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Bu çekirge afetinden kurtulma çaresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere’de yaşayan Ali Semerkandî’ye de ulaştı. Ali Semerkandî Hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir miktar Bursa’ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşeratın bulunduğu bölgeye dökmelerini tembih etti. Suyu Bursa’ya götürdüler. Çekirge afetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsuller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kurtuldu. Bir rivayete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahu Teâlâ’nın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp bir anda çekirge sürülerini mahvettiler. Padişah, Bursa’nın çekirgelerden kurtulmasına vesile olan Ali Semerkandî’yi Bursa’ya davet etti. Ali Semerkandî Bursa’ya geldiğinde Padişah ona çok izzet ve ikramlarda bulundu. Pek fazla iltifat edip Bursa’da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî, nazik bir ifadeyle Bursa’da kalamayacağını, bu ümmetin fakir olup Resûlullah Efendimiz’i ziyarete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Padişah, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de; “Çamlıdere havâlisindeki tebaanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirası mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum.” buyurdu. Padişah derhal bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirasının alınmayacağını bildirdi. O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı. Bütün padişahlar o fermana riayet ettiler.
Çamlıdere’de Ali Semerkandî’nin külliyatında bulunan bu fermanın bazı maddeleri şöyledir:
1) Çamlıdere’de bulunan Müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin manevi evlatlarıdır.
2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur.
3) Toprak kirasından muaf tutulacaklardır.
4) Çekirgeleri yok eden sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun manevî evlatlarına aittir…
Bu ferman, zaman zaman yenilenmiştir. Ali Semerkandî, 1457 (H.862) yılında Çamlıdere’de vefat etti. Allah makamını âli eylesin. Ruhuna El Fatiha…)
Nuri Usta okuyup bitirince ağır adımlarla arabaya doğru giderken “Ustam soruların cevabını aldın mı?” “Sorularımın cevabı verilmiştir ama ben anlayamadım.” “Etrafına bak usta. Çocukken ölenler, gençliğinin baharında göç edenler, ihtiyarlığında ölümü kurtuluş görüp uçarak gidenler. Fakiri, orta hallisi ve zengini hepsinin bir imtihanı, görevi vardı. Kapasitelerince yaşayıp gittiler. Derler ki: Anadolu bir milyon evliyanın dölüdür. Yani her bir köşesini bir veli imar etmiş, halkına da irşadda bulunmuştur. Bak buraya da Ali Semerkandî Hz. işaretle gönderilmiş. O büyük zât hayattaki vazifesini tamamlayıp şimdi memattaki görevini ifa ediyor. Ne diyor? Bu afetten kurtulmak için zamanın ziraatçılarından çare soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Eskiden hayvanatın istilası vardı. Şimdi insanların emeklerini ayak oyunlarıyla almak için insan görünümlüler mütemadiyen oyun üstüne oyun kuruyorlar. Belki idarecilerin, sorumluların gücü yetmiyor, engel olamıyorlar. Ama unutulan, bilinse de görmezden gelinen bir nokta, Allah Resülü’nün eli hâla arkamızda. Ve O’nun varisi olan âlimler var.” Usta duyduklarını ve bildiklerini anlayıp bilinç haline getirmeye uğraşıyordu. Seyyid Efendi devam etti: “Onlar Yunus suresi 62. ayette geçenlerdir: “Haberiniz olsun ki Allah’ın velî kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” Şimdi içinden şu soru geçiyordur: O zaman onlar bir dua etsinler bu sıkıntılardan kurtulalım, ya da niye olmuyor? Şimdi sen benden keyfe keder gelip para istesen vermem. Ama desen ki kardeş ben kaza geçirdim hastanedeyim. Olmasa bile bulur buluşturur sana yetiştiririm. Artık sen bana imdat demişsin. İşte bunun gibi kul, önce cehdini ortaya koyacak. Yapması gerekeni yapacak artık gücünün yetmediği yerde “Ya Rabbi!..” dediğinde olmaz işler olur.
Zamanımızda yaşayanlar tabi ki Ümmet-i Muhammed, hem dua ediyor hem de fiili irşad çalışması yapıyor. Ama insanlar asıl krizin farkında değil. Nedir asıl kriz? İman, amel, ihlas ve müminler arasındaki sevgi azlığı (noksan sevgi) kriziydi. Şimdi bütün himmet bu yaraların bir an önce sarılması için kullanıyor.
Bizim dedelerimiz Allah yolunda bütün gayretlerini ortaya koydular. Rableri’nin rızasını kazanmayı hayat gayesi haline getirip o yolda yaşadılar. Bunun için dağlardan gemiler aşırdılar. İşte sıkışınca da bir velinin hayır duasıyla mermere dişleri geçti.
Şunu da asla unutma! Bir insan ya da topluluk ne kadar iyi olursa olsun, imtihan olup bu dünyadan sınanmadan gitmeyecek. Usta! Bu sıkıntılarda senin de payın var.” Nuri Usta benim yanlış bir işim olmadı ki dercesine bakıyordu. “Sen iyi insansın ama kötülükle hiç mücadele ettin mi, bir insanın hayatını değiştirme çabasında bulundun mu?”
Aslında bu son soru içindeki bütün suallerin külli bir cevabı niteliğindeydi. Etrafı kötülük yangını sarıp istila etmişken çapınca bir su dökmüş müydü? Şimdi utanmaya başlamıştı. Kendi çocuklarını düşündü. Bu konuda onlarla bile yeteri kadar ilgilenmiyordu. Demek ki bir musibet bin nasihatten evladır denen bu olmalı. Oradaki kabirlere yüzünü döndü. Önce ailesi, ustası, ahirete göç eden eski komşuları ve tüm müminler için dua ettikten sonra, sabahki yürek yangınını söndürmek için önce Hacı Bayram Ali’nin sorununu bir an önce çözmeli, dostluğunu bu yönde geliştirmeliydi. Evet herkesin imtihanı farklı farklıydı. İmansız için iman etmek, günahkâr için ise tövbeyle dönmek. Amel ehline ise bu zamanın şartlarında en elzem ve en kârlı amelleri işlemek. Şuna kanaat getirmişti. Peygamber Efendimiz ve O’nun mirasçıları hep iyiliği emredip kötülükten nehy üzere yaşamışlardı. Elli yıllık büyük gafletten kurtulup şimdi gerçek bir müminin olması gerektiği gibi yaşayacaktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir