Görünen o ki, tabir yerindeyse herkes tertemiz bir kader istiyor. Dertsiz, sıkıntısız, hastalıkların olmadığı bir dünya… Yaşadıklarımıza baktığımızda bu mümkün mü? Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Dünyayı cennetleştirme yanılgısı diyoruz. Dünya cennetimiz değil. Önce bunu idrak etmek lazım. Cennetten gönderildiğimiz sürgün yeri. Hapishane koşullarından şikâyet eden mahkûmun durumu gibi halimiz. Yani anavatanımız burası değil ki. Şairin “uzatma dünya sürgünümü benim” mısralarından da anlaşılacağı gibi her şeyin dört dörtlük olduğu-olacağı yer burası değil. Orası burada kazanılması beklenen, arzulanan cennet. Burası Hz. Adem’in hapishanesi Hz. Yusuf’un kuyusu Hz. Eyyüb’ün sabırhanesi…
Dertleri olmayı talihsizlik olarak değerlendirenlere kıyasla, sizin değerlendirmenizle “dertli olmak” iyi bir durum mudur? Niçin? Bu durum, sübjektif bir tecrübe ve düşünce midir ve bütün zamanlar için geçerli midir?
Niyâzî-i Mısrî “derman arardım derdime derdim bana derman imiş” derken tam da bunu kast etmiş aslında. “Odun yanar kül olur, insan yanar kul olur” sözü de bunu tarif eder. En büyük talihimiz talihsizliklerimizdir. Bizim şer bildiğimizde hayır, hayır bildiğimizde şer vardır. Hiçbirimiz herhangi bir talihsizlikten muaf değiliz. Şimdiye kadar herhangi bir talihsizliğe maruz kalmamış bir kimse var mı? Her birimiz, her an, herhangi bir talihsizliğe maruz kalmaya adayız. Gelecekte herhangi bir talihsizliğe maruz kalmayacağının garantisini almış olan var mı? Yok tabii. Peki, talihsizlikler hayatımızın bir parçası ise ve bu musibetlerin bize isabet etmesine tamamen engel olamayacaksak da, bunları nasıl anlamlandırabiliriz? Yani en talihsiz şartlar altında bile bir anlam inşa edebilir miyiz?
Hayatın zorlukları duygusal ve ruhsal gelişimimiz için bir sıçrama tahtasıdır. Acı da, talihsizlikler de hayatın kaçınılmaz parçalarından biridir. Acılardan kaçmak imkânsızdır. Kaçınılmaz olandan kaçmaya çalışmak ya da reddetmek veya savaşmak yerine, acıyı fark edip, kabul edip acının içinde bir anlam bulabiliriz.
Hayat talihsiz kısıtlamalarla doludur. Kısıtlamalar bizim özgürlüğümüzü gölgeler. Özgürlük kısıtlamalardan uzak olmak anlamına gelmez. Herkes bu ya da şu şekilde bir kısıtlama altındadır. Hepimiz sınırlıyız. Hiçbirimiz hayatın koşullarından ‘kurtulmuş’ değiliz, ancak bu koşullara rağmen ne yapacağımıza ‘karar vermek‘ konusunda hâlâ özgürüz. Elimiz kolumuz bağlı bile olsa, olup bitene karşı tavrımızı seçme konusunda özgürüz. Buna iç özgürlük diyoruz. İç̧ özgürlük; ne istersek onu yapma özgürlüğünden ziyade, hayata karşı sorumluluk duygusuyla yaklaşma, sorumlu hissetme, kendi hayat mücadelemizin bizi davet ettiği “şey”e karşılık verme özgürlüğüdür.
Hayatta hiçbir acıyı gözden çıkaramayız. Çünkü onlar bizim hayatımıza tat vermek için gelmiş olabilir. Karşılaştığımız talihsiz olaylar için eylemlerimizin sonuçlarını belki geri almaya gücümüz yetmeyebilir. Ancak pişmanlık duyarak ve bunu bir yanlış̧ olarak görerek veya aşkın manasında yeniden anlam üreterek, ahlaki bir düzlemde geri alabiliriz. Bu durumda da “acaba yaşanan talihsiz olaylar insan başarılarına dönüştürülebilir mi?” Yani “her türlü talihsizliğe rağmen nasıl bir başarı ortaya koyabiliriz?” şeklinde düşünebiliriz.
Bu ruhi ve düşünsel tecrübeyi her bakımdan içselleştirmeli miyiz? Bu gerçekten bir dinginlik ve huzur haline dönebilir mi?
Yaşadığımız ortam, şartlar ve özgürlük düşüncemiz açısından bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz? Bu bize farklı bir yücelik sağlar mı? Manen bir başarı öyküsüne ya da gerçekliğe dönüşür mü? Ya da bir kişisel gelişim klişesi gibi olacak ama “bizi öldürmeyen şey bizi güçlendirir mi?” Olayları olduğu gibi kabullenmemekle biz gerçekte güçsüz müyüz? Birkaç örnek ya da metafor…
“Bizi öldürmeyen şey güçlendirir mi?” Bu nasıl anlamlandırdığımıza bağlı. Yıkıcı bir şey yaşandığında acaba güçsüz müyüz? Yoksa bununla başa çıktığımızda güçlü müyüz? Ya da güçlü olmalı mıyız? Ya da tüm bu güç kelimelerinden öte bu çağrıya kulak mı vermeliyiz? Güçlü olmak, güçlü kalmak kaygıları bu çağrıya kulaklarımızı tıkayabilir mi? O çağrıya kulak verdiğimizde acaba herhangi bir şey bu acıyı anlamlı kılabilir mi? Metanet, cesaret ve ağırbaşlılık ile buna tahammül ederek, hayatla ilgili öğrendiklerimizi ve halen mümkün olanları düşündüğümüzde, bunu bir insan başarısına dönüştürebilir miyiz? Yok olmak ve var olmak olarak gördüğümüz her bir mesele aslında yeniden var olma fırsatı mı sunar? Acaba içine düşülen durum gerçekten içinden çıkılmaz bir durum mudur? Yoksa bu yaşadıklarımızın keşfetmemiz gereken kolayca görülmeyen başka bir anlamı mı var?
Yumuşak taştan mücevher olmaz. Sert taştan mücevher olur. Yıllarca baskı altında sıkışan, sıkılan taş acıların içinden çıkar. Ve kesilme, zımparalanma, yakılma gibi birçok eziyetten sonra ışığıyla dünyamızı aydınlatır. Yani taş için tüm bu talihsizlikler aslında onun gerçek potansiyelini ortaya çıkarması için bir zaruret ve fırsattır.
Kilime vuranın niyeti kilimi dövmek değil, onun tozunu silkelemektir. Hayat, zorlayıcı yaşam olaylarıyla aslında kirimizi pasımızı döker.
Bir heykeltıraşı düşünün, bir kaya parçasının içindeki atı gören heykeltıraşı düşünün. O kaya parçasına çekiçle, keski ile vurup yontarken taş dile gelse, dese ki: “Adam, sen ne yapıyorsun, beni kırıp döküyorsun bana eziyet ediyorsun, yapma!” dese kendi için iyi bir şey mi yapmış olur? İsyan ederse kaya olarak kalır.
Kalemtıraşa kalemi sokup tıraşlayıp kestiğinizde, kalemi olmak üzere var olduğu şeyi daha iyi gerçekleştirmeye hazırlıyorsunuz. Hayat da bizi sürekli keskinleştiriyor. Kalemin kalemtıraşa itirazını düşünün! “Canımı yakıyorsun, ne yapıyorsun, dursana…” Kalem için en acı şey tıraşlanmaması değil mi?
Et ateşte pişiyor, karpuz sıcakta olgunlaşıyor. İnsan da zorlandıkça kemale (mükemmele) eriyor. Özüne kavuşuyor. Tıpkı soğanın göz yakması gibi. Soğan göz yaşartıcıdır. İçimizin içinde bir yerde, bize dokunmasını beklediğimiz, bizim de dokunmamızı bekleyen bir ‘öz’ümüz var. Ne var ki kalın kabuklarla çevrili bu öz’e bir türlü ulaşamıyoruz. İç içe sarılı soğan kabukları gibi, her kabuğu soyunca, “İşte şimdi buldum!” dediğimiz şey asıl aradığımızı perdeleyen bir başka kabuk oluyor. Bir süre o kabukta oyalanıyoruz ama sonunda kabuk kabukluğunu açık ediyor, bizi aldatamaz oluyor, soyuyoruz onu da… Sonunda dokunacağımız o öz, soğanın cücüğü, bizi orada bekliyor. Ulaşacağız bir gün belki, ama öz’e doğru inerken canımız yanacak. Gözümüz yaşaracak.
İrade özgürlüğü bizi iki seçenekten birini tercih etmeye zorlar. Birinci seçenek isyan seçeneği; “Hayat bana karşı, her şey bana karşı, benim suçum, günahım ne, neden şanssızlıklar beni buluyor?” diye reddetmeyi, kabullenmemeyi tercih ettirir veya ikinci seçenek fırsat görmek; “Bu talihsizlik zayıf olan neyimi güçlendirmeye geldi, eksik olan neyimi tamam etmeye geldi?” diye sabır ahlakını kuşanmayı tercih ettirir. Hangi seçeneği tercih etmek istediğimiz bizim bakış açımıza bağlı.
Arifler dertsiz kaldıklarında üzülürlermiş, kendilerine bir musibet isabet etmediğinde gelişim yolculuğunda geri kaldıkları için kendilerini bahtsız sayarlarmış.
Hatta “dert insanı kul, odunu kül yapar”, “odun yanar kül olur, adem yanar kul olur” derlermiş.
Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Burhan sorardım aslıma
Aslım bana burhan imiş
Bu burhan, yol gösteren kılavuz manasında hakikat anlamını taşır. Batın’ı (görünenin ötesindeki hakikati) görmek, Zahir’i (kafa gözüyle görülenle yetinmek) kurtarır. O yüzden “burhanını kaybeden buhrana düşer”. Çekirdeğin içindeki elmayı görmeyen, elmanın içindeki çekirdek gerçeğiyle kendini oyalar.
Aynısını kâinatın içindeki insanı görmek ile insanın içindeki kâinatı görmek olarak da düşünebiliriz.
Tohumu ve taştan ayıran bu hakikattir. Tohumun kendini aşan bir hakikati, anlamı, manası vardır onu taştan ayıran. Hayata bu hakikatin anlam penceresinden bakmak, zorlukların arkasındaki manayı idrak etmemizi kolaylaştırır. Tohum patlamayı, yarılmayı, taşı toprağı delmeyi göze almıştır. Zorluğa talip olmuştur. Bu şuurdaki kâmil insan da irfanı konfor alanında aramaz.
Konfor alanı insanı tembelleştirir ve engeller. Konfor alanında hapsolmak insanı geliştirmez. Mutluluk hayatın anlamı değildir, sürdürülemez. Mutluluk peşinde koşan insan mutsuzluk içinde ölür derler. İnsanın hayır bildiğinde şer, şer bildiğinde hayır olabilir. Her şey o an göründüğünden ibaret olmayabilir. Tıpkı talihsizliklerimizden ibaret olmadığımız gibi.
Bu düşünüş biçimi, “gerçek sevgili” ile olan ilişkileri nasıl etkiler? Gerçek çileyi çekenler, gerçek sevgili ile nasıl bir ilişki kurmuşlar?
İki tane öğrenci, bir de matematik öğretmeni olduğunu düşünelim. Matematik öğretmeni öğrencilerden birisine sadece 2 basamaklı sayılarla ilgili toplama işlemi problemleri verse, diğerine ise iki basamaklı sayılardan sonra 3,4,5,…,10 basamaklı sayıları toplama, hatta çarpma, hatta üslü sayılar ve çok bilinmeyenli denklemlerle ilgili problemleri verse… Öğretmenin zorladığı öğrenci “Bu öğretmen benden ne istiyor, bana kastı ne, benimle ne derdi var, diğerine basit problemler verirken beni neden bu kadar zorluyor?” dese, dışarıdan biri olarak bu durumu nasıl değerlendiririz? Hangisinin yerinde olmak isteriz? Tabii ki zorlanan öğrenci olmak isteriz. Çünkü yarın bir gün bir imtihana girsek 5 basamaklı sayıları biz kolayca yaparken konfor alanında hapis kalmış öğrenci zorlanır ve başarılı olamaz. O zaman öğretmen hangi öğrenciye iyilik yaptı? Zor problemler verdiği öğrenciye. Bizi zorladığı için kötülük değil, iyilik yapmış aslında. Hayatın kendisi de bize zor problemler çıkardığında öğretmen örneğini hatırlayalım. Öğretmenin hangi tavrı bir sevgi göstergesi, hangi tavrı bizim istediğimiz. Öğretmenin problemleri bize sevgili geliyorken, hayatın problemleri neden düşmanca geliyor, kendimize soralım. Yaşanan tüm bu talihsiz olayları her şeye rağmen bir başarıya dönüştürme seçeneğiniz olduğunu da unutmayın lütfen.
Yaşamak için nedeni olan her türlü sıkıntıya katlanır. Beşer olanı insan yapan bu yüce değerlerdir. İnsanı diğer canlılardan ayıran bu anlam ve ünsiyet bağını kurabilme yetisi, akıldır. İnsan mağdur ve kurban psikolojisinden bu bakış açısıyla kurtulabilir. Maruz kalmak, mağdur olmak ve kurban olmak anlamına gelmez. Acının içinde kalmak mağdur ve kurban olmaktır, acının içinden geçmek ise maruz kalmaktır. Acının dışına çıkmak için içinden geçmek lazım.
Kendi konforumuzdan nereye kadar kendi irademizle kopabiliriz? Yani derdi adeta biz mi istemeliyiz? Aksi halde manen gelişemez miyiz? Mesajı nasıl doğru anlamalıyız? İnsanın anlayabileceği bir mesaj var mı? Bu, insanı ayıltan bir şey midir?
Zorlanmalar bizim iyiliğimiz için o zaman, tıpkı ıstakoz hikâyesindeki gibi. İnternette izlemiştim. Narin ve yumuşak bir hayvan olan ıstakoz, sert ve genişlemeyen bir kabuğun içinde yaşıyor. Tabii ıstakoz büyüdükçe bu sert kabuk da onu sıkıştırmaya başlıyor. Bu sert kabuk, ıstakozun kendini fazlasıyla baskı altında ve rahatsız hissetmesine neden oluyor. Istakoz kendini avcı balıklardan korumak için bir kaya oluşumunun altına gizleniyor. Gizlendiği kayanın altında kabuğunu çıkarıp atan ıstakoz, kendine yeni bir kabuk üretmeye başlıyor. Istakoz bir süreliğine kabuğun baskısından kurtulsa da, zamanla büyüdükçe bu kabuk da ıstakozu sıkmaya başlıyor. Tekrar kayanın altına giden ıstakoz, bu kez kendine daha büyük bir kabuk üretiyor. Bu döngüyü devam ettiren ıstakoz, birçok kere kendine kabuk üreterek büyümeye devam ediyor. Eğer o baskı ve acı olmasa belki hiç büyüyemeyecekti.
Talihsizliklerimiz de bize bir mesaj ve anlam getiren yol gösteren tabela gibidir. Hayat insanlarla olaylar diliyle konuşur.
Hayat bize mesajlar gönderir
Biz mesajı getirene isimler verip
Hayatı ve mesajını görmezden gelmeyi tercih ederiz
Ömer deriz, Enise deriz, Ahmet deriz, Hasan deriz
Komşu deriz, işçi deriz, patron deriz, devlet deriz
Hayat bizi uyandırmak ister
Biz uyaranlara isimler verip uykuya devam etmeyi seçeriz
Fakirlik deriz, zenginlik deriz, hastalık deriz
Dert deriz, talihsizlik deriz, şansızlık deriz
Hayat bizi dönüştürüp büyütmek ister
Biz isimler verip küçük kalmaya devam etmeyi tercih ederiz
Sıkıntı deriz, stres deriz, üzüntü deriz, bela deriz
İşsizlik deriz, imtihan deriz, kaza deriz, kader deriz
Her acı ve dert de bir misafir öğretmen gibidir. Her şeyin sahibi bize o acı veren misafirin de sahibidir. Onu göndererek nasıl ağırladığımızı gözler, Eyyüb Peygambere gönderdiği hastalık misafiri gibi, gönderenin hatırına gelen acı misafire ne kadar tahammül edebildiğimize bakar, nelerden vazgeçebileceğimizi görmek ister, nefsimize ağır gelen şeylerden vazgeçebilerek kendisine yakınlaşmamız için uzattığı bir ele tutunup tutunamadığımıza bakar, ya da o eli ittirip ittirmediğimize.
Eğer bir elçi gönderildiyse bizden ümit kesilmemiştir diyebiliriz.
Her acı “senden ümidi kesmedim, aklımdasın, takibimdesin, radarımdasın, seni terk etmedim, sana küsmedim, seni kalemtıraş gibi olmak üzere varolduğun şeye hazırlıyorum” demektir.
Peki, dertler hiç kolay değil… Ümidimizi nasıl canlı tutabiliriz? Özellikle dertler çok artarsa, acılara gerçekten çok muhkem bir anlam yükleyerek nasıl devam edebiliriz?
Bir çiftçi tarlanın altını üstüne getirdiğinde, içini dışına çıkardığında o topraktan bir ümidi vardır. Ağaç budayan bir bahçıvan ağacın kolunu kanadını koparır. Canını yakar. Canı yanan ağaç “Bu bahçıvanın benle derdi ne, kafayı bana niye takmış, benden ne istiyor?” diye isyan etmez. Bilir ki o kesilerek kaybettikleri yenilgi yenilgi büyüyen bir gürbüzleşme şarkısının Sezai Karokoç’un mısralarındaki esintisidir. Soralım kendimize; çiftçinin uğraşmadığı çorak tarla mı olmak isterdik, bir ümitle içimizi dışımıza çıkardığı tarla mı olmak isterdik?
Üzüleceğiz, üzülerek üzmeyeceğiz. Üzüldüğümüze üzülmeyeceğiz. Çünkü üzücü o olaydan müteessir oluyorsak kalbimiz hâlâ canlı demektir. Ya taş kalpli olsaydık daha çok üzülmemiz gerekmez miydi? Ya kalbimiz üzülmeyecek kadar taşlaşmış olsaydı daha üzücü değil miydi? Üzüntü için yer varsa sevinç için de yer vardır. Üzüldüğümüze de sevineceğiz. Sevinecek yönünü de göreceğiz. “Ölüm hayatı anlamlandıran en dramatik gerçektir.” derler. Çok sevdiğimiz bir aile ferdi öldüğünde üzüleceğiz, ama onu sevdiğimiz için de, sevme şansı bulduğumuz için de, ölümüne üzülecek kadar güzel yaşantılar deneyimlediğimiz için de sevince yer açacağız. Öldüğü için “Oh be, öldü de kurtulduk.” diyeceğimiz bir birlikteliğimiz olmasını mı tercih ederdik? Tabii ki hayır. İyi ki güzel şeyler biriktirdik ve öldüğüne üzüldük.
Diken gülün habercisidir. Güllerin arasında diken var. Dikenlerin arasında gül var. Bize kaldı, sızlanma veya şükretme seçeneğini tercih etmek. Hepsi bir tercihten ibaret. Eskiden hastane kapılarında “Elhamdülillah ala külli hal” yazarmış, hastalar içeri girerken sızlanmasınlar, şükretsinler diye.
Gene de sevdiklerimizin üzmesi daha etkileyici oluyor.
Buna şair cevap versin:
Âşık der incitenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden
Kabın geniş olursa bir bardak suyla taşmazdın.
İşte bu yüzden acıların da bir anlamı var. Bakmasını bilene. Tesadüfen bir talihsizlik yok. Her talihsizlikten bir anlam çıkarabiliriz. Dedemin bir hikâyesi var. Onunla toparlayalım. Dedem 40 yaşlarındayken doktorlar ona 6 ay ömür biçiyorlar. İstanbul’un stresinden uzaklaş, memleketine git, orada doğayla barışık yaşa diyorlar. Dedem de İstanbul’u terkedip Sivas’a yerleşiyor. Sivas’ta küçük bir arazisi var. “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz.” sözünü dikkate alarak “Benim de kıyametim 6 ay sonra kopacak.” diye oraya ağaç dikmeye başlıyor. 6 ay geçiyor. Dedem ölmüyor. 6 ay daha geçiyor, babamlar yan arsayı, yukarı tepeyi, yandaki tarlayı derken yeni yerler alıyorlar. Dedem oralara da ağaçlar dikiyor. 6 tane 6 ay geçiyor, 6 yıl geçiyor, 6 tane 6 yıl geçiyor, dedem hâlâ yaşıyor ve 40 yıl kadar sonra başka sebeplerden vefat ediyor. Vefat edene kadar 100 binin üzerinde ağaç dikerek uluslararası birçok ödül aldı. Ve Sivas gibi bir bozkırda çam ağaçları, meyve ağaçları dikerek, kavaktan başka ağaç görmemiş bir coğrafyadaki öğrenilmiş çaresizliği kırdı ve yerine başka parıltı konulamaz ışığıyla dünyamızı aydınlattı. Eğer dedem hastalanmasaydı Sivas’ta hâlâ vişne kavağı, kiraz kavağı, elma kavağı sözlerini duyardınız. Ticari hayatımda çok enteresan talihsizlikler de beni büyüttü. Vakit olmadığı için şimdi anlatamayacağım.
Tabela metaforundan da bahsedeyim. Tüm acılar bir tabela gibidir. Bir tabela düşünün, som altından yapılmış ve dünyanın en kıymetli mücevherleriyle süslenmiş. Göz alıcı ışıltısından etkilenmemek mümkün değil. Parıltısına aldanıp o tabelanın gösterdiği yönü görmez ve “bundan daha iyi varacak bir yer bulamam” diye onun dibine çökersek, o tabelayı mezar taşımız yaparız. Hâlbuki o tabelanın cazibesine kapılmayıp onun varoluş amacı olan gösterdiği yöne hareket etsek tabelası bu kadar kıymetli olan davete icabet ettiğimizde bizi nelerin karşılayacağını hayal bile edemeyiz. İşte acılar ve talihsizliklerde bu tabela gibidir. O acıların içine çöker o onun içine hapsolursak, tabelanın gösterdiği yönü ıskalamış oluruz, yani acının mesajını ve o mesajı gönderenin davetini.
Herhangi bir virüsü önceden kapmış birisinin daha büyük bir salgında daha güçlü antikorlarla, daha güçlü bir bağışıklıkla daha sağlıklı olması gibi acılar ve talihsizlikler bizim için bir fırsat olabilir. Uçurtmayı uçuran, rüzgâra karşı olan direncidir. Zorluklara karşı doğru pozisyon alırsa uçar alamazsa tepetaklak olur. Her şey zıddıyla kaim, tıpkı Merkez Efendi’nin dediği gibi: Sümbül Efendi ben ölünce yerime geçecek kişiyi seçeceğim. Tüm güç ve kudret sizin elinizde olsaydı ne yapardınız deyince biri tüm kötülükleri yok ederdim, biri sadece iyi olan şeyleri yapardım biri de (Merkez Efendi) her şeyi merkezinde bırakırdım diyor.
Olmasını isterken olmayan ve olmamasını isterken olan acı verici ters giden talihsizliklere temas etmekten kurtulmak mümkün değildir, ancak uğruna acı çekmeye değer bir hayat ve anlam inşa edilebilir.
Çünkü “Ne dem baki ne gam baki”.