İnsan Kendine Nasıl Değer Vermeli? / Dr. Metin Serimer

Başarılar insana bu duyguyu verebilir mi? Servet ve maddi varlık tek başına kendimizi iyi hissetmeye yeter mi? Toplumun sana verdiği değer ve sosyal statü, meslek, diploma insanın kendine değer vermesinde başlı başına birer sebep olabilir mi? Her biri geçmişte ve modern zamanlarda itibar kaynakları olan bu başlıklar, bugün bizim kendimize dair benlik algımızı nasıl etkilemektedir? Bu soruların cevapları konuyu icmalen ortaya koyarken henüz cevabını veremediğimiz ciddi soru ve sorunlar var mıdır? Tüm bunların varlığı bizde nasıl bir duygu uyandırıyor? Yoksa hepsi de bizim ayağımızı yerden kesen ve ağzımıza sürülen birer bal hükmünde mi? Kendimizi kandırmadan daha ciddi sorulara daha ciddi cevaplar verebilir miyiz? Böyle bir tefekkürün bize sağlıklı bir yol aldırması için kendimizde tespit ettiğimiz “kör noktalarımız” nelerdir? Nasıl yol alabiliriz? Sıkıntısız, dertsiz, belasız bir dünyada olmadığımıza göre nasıl bir sınavın içinde bu sorulara cevap arıyoruz? Ve buna benzer kaç tane bağımsız değişken var? Yani kaderin bilinemezliği içinde tekil ve tikel halimizle hiç olmazsa kendimize en yakın canlı olan “kendimizi” ne kadar tanıyabiliriz? İçimizdeki bin başlı canavar mı bize birden fazla “ben” sunuyor? Bu soruların cevabı “çoklu kişilik” olmadığına, herhangi bir psikolojik “bölme”ye uğramamışsak, kendi gözümüzdeki değerimiz ya da değersizliğimizi nasıl değerlendireceğiz? Başka bir ifadeyle kendimizi nasıl tanıyabiliriz?
Her insan zor bir hayatın içinde ne çektiğini, nasıl bir hayat sürdüğünü gayet iyi bilir. Dertsiz bir insan, neredeyse yoktur. O nedenle böyle sorgulamalarla geçen bir hayatın ciddiyeti tartışma götürmez. Kime sorarsanız sorun “hayat ciddidir”. İnsan da öyle ya da böyle, kendine değer verir, vermek zorundadır. Çünkü kendisinin de hissettiği üzere, yaşadığı hayat bedelsiz değildir. İyilik ve kötülük hallerimiz, kendimizi kandırmadan cevabı verilen sorular türündendir. Aksi halde kafası karışıklar zümresine katılırız. Kendimize değer vermek konusu da kaçınılmaz soruların başında gelir. Temel problem, kendimize nasıl değer vereceğimiz konusudur. Bunun alternatifi gayesizlik, hiçlik duygusu ve her şeye dair bir belirsizlik ile iç içe yaşamaktır ki, insan ruhu böyle bir şeyi kaldıramaz. İyi ya da kötü, adı konulsun ya da konulmasın, insanoğlu bir amacın peşinden gider. Yanlış bir felsefenin peşinde tüm hayatını geçiren insanların sayısı da hiç az değildir. İyiliği paylaşmak bu yüzden kıymetlidir. Çünkü hakikatle yüzleşmenin de mutlaka bir bedeli vardır. Her zaman, “Bulanlar arayanlardır.” sözünü, “Buldu da ne yaptı?” sorusuyla taçlandırmak lazım. Nitekim yeryüzünden bir ömür boyu merhametin canhıraş ettiği, tevazunun iliklerine kadar yaşandığı, servetini cömertlikle pay eden nice güzel yürekler gelip geçmiştir. Onlarınki de hayat, bizimki de… Hele hele “kendini bilmek” ve “bulmak”, bu vesileyle Allah’ı (c.c.) tanımak anlamına geliyorsa bu çaba çok kıymetlidir ama aynı zamanda büyük bir emek ister.
Bu soruları sorarken, tüm soruların cevabını dört dörtlük ben biliyor olsaydım, her şeyden önce ben, ben olmazdım… Ta işin başında vazgeçilmez bir canlı olmadığımızı ama özel bir canlı olduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Çünkü senden milyonlarca var ve sen yine de özelsin… “Hiçlik” duygusunun kimseye faydası yok. Bizim dışımızda bizi tanımlayacak çok güçlü referans alanları var ama aynı zamanda kendi farkındalıklarımız, kendi gözümüzde kendi varlığımızı tescillemeye yeter. Yani uzay boşluğunda ne idüğü belirsiz bir varlık değiliz. Üstelik bu durum kendi varoluş çabalarımızı da anlamlı kılıyor. Hareket halindeyiz, yiyoruz, içiyoruz ve düşünüyoruz. Kendi çevremizde olan hemen hemen her şey hakkında iyi ya da kötü bir kanaate sahibiz. Kendi varlığımızı sorguladığımızda ise önümüze “ahlaki kritik” anlamında bir alan otomatik olarak açılıyor.
Adına modern dedikleri şu dünyada şu an nerede durduğumuzun -negatif anlamda- dahi bir önemi yok. Çünkü geçmiş telafi edilebilir ve gelecek de, değişime rezerv koyan değil, değişebilmenin önünü açan bir süreç. “Değişebilmek” kıymetli, değişebilmek güzel… Ne kadar çile çekmiş olursanız olun; demek ki acıyla harmanlanmış hayatlar, değişimin öncülleri aslında… Çile çekmeseydik biz, “biz” olamazdık dediğinizi duyar gibiyim. Manevi acının bedensel acıdan daha ağır olduğu bilinen bir gerçektir. Önemli olan, yeryüzünde bu acıları anlayacak ve dinleyecek güzel yüreklerle bir araya gelmek. “Tam olmak” diye bir şey hem var hem yok… Çünkü üstün nitelikleri açığa çıkarmak herkese nasip olmuyor ama bu arayışın önü kapalı da değil. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı, sadece Maslow’la başlamadı, hep vardı. O biraz dillendirdi. Temel ihtiyaçlarını fark edip ihtiyaçlar ve değerler hiyerarşisinde tam da ne yaptığını bilerek yol alan ve isimleri tarihe geçmiş pek çok insan var. “Başarmışlar…” Üstelik farklı metotlarla ama aynı yola, aynı ana caddeye çıkarak…
“Benlik algımız…” Kendimizi algılama ve öğrenme biçimimiz. “Ben” deyince ne anladığımız o kadar önemli ki… Bunlar var olanlar… Bir de yoldaki “ben”ler var… O da “ben feraseti” ile yakalanacak ve ulaşılacak olan… Meşhur görüş, her şeyin Hz. Adem ile başlaması. Yakışıklı, güzel, ahlaklı ve hata yapabilen… Yani “insan…” Allah’a (c.c.) söz vermiş ama bir an için hata yapmış… Hata yapmak insanın hamurunda var olan bir gerçek… Hz. Adem’den bu yana insanlık, hakikatle yüzleşirken “hata” yapabiliyor. Hz. Adem’den bu yana insanlık nefis ve sorumluluğu, emaneti bir arada taşıyor. Hata, tövbe ve uyanış bir arada…
Hangi ölçü ve kriterlere göre kendimize nasıl değer vermeliyiz? İnsanda kendi varlığının iyilik hallerini tescilleyen şey nedir? Yani hiç olmazsa kendi gözünde kendine iyilik halini yakıştıracak şeyler… Bazen insan başkalarında gördüğü iyilik hallerini takdir ederken kendindeki güzellikleri değişik duygu ve düşüncelerle, ifade etmekte zorlanır, zorlanabilir. Bu duygu ve düşünceler “Acaba riya mı yapıyorum, kendi kendime havalara mı giriyorum?” gibi hassas düşünüş biçimlerinden kaynaklandığı gibi, bilinçaltında “Ben adiyim, ben şerefsizim!” gibi bir türlü kendini affedemediği ve kendi gözünde kendine verdiği kötü notlar nedeniyle de olabilir. Bunun yanı sıra, gaflet içinde olup iyilik ya da kötülüğün hiç muhasebesini yapmadan gelişigüzel yaşayanların durumu da mümkün ve gayet yaygındır. Önemli bir konu da başkalarının güzel huylarını, kişilik özelliklerini değerlendirmede acziyete düşmüş olmamızdır ki, bu da değer takdir duygumuzun ne denli düşük olduğunu gösterir. Acılara empati yapamayan ve timsah gözyaşlarıyla ağlayan böyle nice insanlar vardır. Sadece acıları bölüşememek değil, bir çıkarı yoksa neşesini de paylaşmaz üstelik… Tüm bunlar her tarafından riya akan duygular, düşünceler, davranışlar… Bu anlamda ahlaken güzel bir yere gelememiş olmak, kendimize değer verme çabalarımızı da verimsiz ve anlamsız bir alana taşır. Ama kendinde bu eksiklikleri fark edenden dinleyip “Evet, doğru, sen haklısın…” diyen biri hem mücadele eden hem de kendilik konusunda iyi bir yere gelmeye aday bir insandır. Bundan daha kıymetli bir şey olamaz. Çünkü tüm iyilik ve güzelliklerin önü ancak böyle açılabilir. Ve bir gün Yaradanın razı olduğu bir kul haline geliriz. Kendimize değer vereceksek, kendimizi kandırmadan ve iyilik yapmaya devam ederek, iyilik vadisinde bir değer vermeliyiz. Dolayısıyla “Kendimize nasıl değer vermeliyiz?” sorusu aynı zamanda “Kendimizi nasıl değerlendirmeliyiz?” sorusuyla, doğru sorular soran ve cevaplarıyla test edilen biri olarak bizleri aynı yola, aynı kapıya çıkartır. Kıymetli akademisyen İhsan Fazlıoğlu’nun “Sahici insanlar sahici sorular sorar ve bu onlara sâdık ve müstakîm yollar açar.” anlamındaki sözü çok yerinde bir sözdür. Bu konuyu gerçek dürüstler, dürüst görünenler ve “durum dürüstleri” şeklinde ifade eden düşünürler de doğru tasnif etmişlerdir. Kendi yaptığı işi sevmeyenler, gayret de gösteremezler. Öyleyse öncelikle iyi insan olmayı sevip talep etmeli ve yollara koyulmalıyız. İyi insan olmaya çalışmak hususunda da ümitsizlikten uzak ve cesur olmalıyız. Güzel beklentilerin içini, sorumluluk duygusuyla doldurmalı, sabır ve istikrar ile devam etmeliyiz. Bunun için beynimizde doğru değerlerin ve doğru yazılımların olması gerekir. Nöropsikiyatrlar, iradenin “red” ya da “kabul” noktasında belirleyicilik rolü olduğunu ve beynin ancak bu aşamadan sonra kendini programlayabildiğini söylerler. Doğru değer kalıplarının beynimize yazılması bu nedenle önemlidir.
Bizler Şenel İlhan Beyefendi’nin ilim ve irfan meclislerinde kibir, zillet, tevazu, hased, fiili yalancılık ve ucub kavramları üzerinden “gerçek kendilik” ve “sahte kendilik” konularına farklı ve orijinal bir zaviyeden bakmayı öğrendik. Yani kendimizi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini… Çünkü o; büyüklük, küçüklük, tevazu, kibir, kıstaslar ve referansları hep ahlaki açıdan ele alan bir derinlik ve dinginlik ile yaşar ve düşünür. Bu konudaki tefekkürün ve düşünme biçiminin dinamiklerini şöyle ortaya koyar: “İzzet-i nefs sahibi olmadan nefsle mücadele yapılamaz. İnsanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarıya koymaya çalışması kibirdir. Meskenet ve zillete düşürmeden tevazu sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. Bunu becerebilen ve bu hususta sabitkadem olabilenler ancak râsih ulema, kurb makamına ermiş sadat-ı kiram ile sıddıklardır. İzzet-i nefs; kişinin kendinde olan maddi ve manevi değerlerin farkına varmasıyla oluşan ‘müspet benlik’ duygusudur. Bu duygu kazanılamazsa nefsle mücadele de yapılamaz. Zira nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans izzet-i nefs üzerinden olur. Örnek verecek olursak, izzet-i nefs sahibi olmayan tevazu olamaz. Zira tevazu, mevkiini bilen birinin (yani, ilim, akıl, ahlak gibi kendinde olan müspet değerlerin farkında olan birinin) kendini bildiği bu yerden, bilerek, isteyerek daha aşağıda göstermesidir. Üstelik tevazu emir değil, tavsiyedir. Kişinin kendini olduğu yerde göstermesi de mümkündür. Bu noktada kibre sıçrama tehlikesi bulunduğundan büyükler kendilerini daha aşağıda göstermeyi tedbiren tercih ederler. Kibir ise kendini bilmeyen bir insanın, yani sınırlarını bilmeyen bir adamın kendini üstün göstermesidir. Kibir büyüklük değil, büyüklenmektir, zillet de küçüklük değil küçüklenmektir. O sebeple ‘izzet-i nefs’ insanın kendi konumunu “x” olmaktan kurtarıp kendine müspet bir mevki vermesidir. Bu mevki, hayali bir mevki değil, zaten kişinin kendinde var olan olumlu güzel değerlerinden oluşan bir mevkidir. Ama insanlar bu çok önemli konuyu, bilgisizlik veya önemini kavrayamadıklarından dikkate almazlar. Bu haldeki insanlar şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Bu tuzağa düşmemek veya bundan korunmak için en önemli bilgi şudur: İnsanı ümitsizliğe düşürecek şeylerin birincisi geçmişte işlediği günahlardır. İkincisi ise, içindeki günah istekleri yani nefsin potansiyel kötülükleri. Birincisi için kurtuluş yolu tövbedir. Günaha düşen, şartlarına uygun olarak tövbe ederse, hiç şüphe yok Allah da onu affeder. Bununla ilgili ayet de çok hadis de çoktur. Geriye yapılacak en önemli iş, kulun affedildiğine inanması ve kendini de işlediği günahlardan dolayı suçlamaktan vazgeçerek bu suçluluk psikolojisinin verdiği ezik halden bir an önce çıkmasıdır. İkincisi, içindeki kötü duygulardır. Bunlar nefsin tabiatından kaynaklanan, insanlara sınav için verilmiş menfi duygulardır. Haset, kin, cimrilik vb. duygularla hareket edilmediği, onlara uyarak davranılmadığı müddetçe bunlardan bize günah da sorumluluk da yoktur. Bunun bilinmesi çok önemlidir. Nefsin kötü duyguları bize Allah tarafından verilmiş göz kulak gibi organlarımız hükmündedir. Bunların varlığından sorumlu değiliz, bunlarla yanlışa düşmekten sorumluyuz. Bu bilgiyi bilen birisi kalbine gelen günah istekleri ve çeşitli ahlaksız düşünceleri için kendini suçlu hissetmez ama bunlara karşı Allah’tan yardım isteyerek her an dikkatli olur. Yapılacak iş budur. Dolayısıyla nefsin potansiyel kötülük istekleri içimizde var diye insan reca halini kaybetmez. Bundan dolayı izzet-i nefs duygusuna veya müspet benliğine zarar vermez.” der.
Anlaşılan o ki, insan üzerine düşeni layıkıyla yapmalı ve hiç kimsenin, nefsini Allah’ın (c.c.) yardımı olmadan yenemeyeceğini bilmelidir. Aynı zamanda ilim, irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin düşüncelerini aktardığımız bu konu, insanın kendine değer verme çabalarında çok kıymetli ipuçları hükmündedir. Bu açıklamaların sizlerin zihin dünyasına, gönül yaralarına, ahlaki duruşunuza ve kendinizi değerlendirme biçiminize çok faydalı olmasını umuyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.