Hat Sanatının Duayeni / Fuat Başar

38-hat-sanatinin-duayeniHat sanatına nasıl başladınız? Hocalarınızdan bahseder misiniz?
Benim yazıya başlayışım çok enteresandır. 1976 senesi, tıbbiyede öğrenciyim o zaman. Elif’i görsem mertek zannedenlerdenim. O tarihlerde iyi bir huyum var: 2-3 günde bir kitap alıp okuyor, gece öyle uyuyorum. Yine bir kitapçıda yazıyla ilgili “Kalem Güzeli” diye bir kitap, aslında 2 cilt, ikisini de alıp baktım içinde çok güzel yazı örnekleri var. Ayrıca Hat sanatının tarihçesini, malzemelerini anlatıyor. Öyle dalmışım ki yarım saat kadar ayakta o yazıları seyrettiğimi hatırlıyorum. Kitapçı, uzun süre o vaziyette durunca beni omzumdan sarstı, “Ne oldu?” dedi.
“Ağabey, bu kitaplar bir enteresan. Yazılar beni çok çekti. Kaç lira?” diye sordum. Üniversite harçlığımla çok rahat alabiliyorum, kitapları aldım. Yakında Emirgan Çay Bahçesine gidip ön tarafta oturdum, kitabı karıştırmaya başladım. İşte orada “Ben bu yazıyı öğreneceğim.” diye kafaya koydum. Bu arada kitabın malzeme kısmını henüz okumamışım. Anlaşıldığı kadarıyla bu yazı, ucu kesik bir kalemle yazılıyordu. O işe uygun olmak üzere ortaokulda resim-iş derslerinde kullandığımız marangoz kalem vardı, kurşun kalem, fakat çok geniş. Ondan bir tane buldum, ağzını sanki ucu kesikmiş gibi yaptım. Beyaz kağıtlara kitaptaki örneklere bakarak yazıyorum. Ardından da “Maşallah, tarih boyunca hiç kimse benim gibi güzel yazamamıştır.” diye böbürleniyorum. Aradan geçiyor 1-2 ay, “Bu bozuk yazıları ben mi yazdım?” diyorum. Yazıya benzemiyor. Bir yıl geçti baktım ki yazdıklarımın yazıyla falan alakası yok. Önceki düşüncelerim cahil cesaretiymiş. İnsan ne kadar ham olursa iddiası da o kadar büyük olur. Ama bu yazıyı da öğrenmem lazım. Derken 1977’de bir kamış kalem buldum. Sonra o kitaplardan istifade ile mürekkep yapmaya da başladım. O kitapta ebruyla ilgili bölüm de var. Kısa bir tarif, fakat ebruların görüntüsü muazzam. 77’de bir de içimize ebru sevdası düştü. Nihayetinde neşriyattan Uğur Derman ismini ve adresini buldum. Mektuplaşmaya başladık. Bana yol göstermeye çalışıyor, başka örnekler gönderiyor. Ama şunu da kaydediyor: “Anlaşılan meraklı birisin ama Erzurum bu yönden çok çorak.” Hakikaten çorak. Daha sonra 78’de rahmetli Hattat Hamit’le mektuplaşmaya başladık. Bir gazeteci hanım vesilesiyle onun adresine gönderiyorum. Hamit Bey’e gidiyor, yazıları gösteriyor. Hoca çıkartmaları, düzeltmeleri yapıyor ama bir hocayı yazarken görmemiş olmak ilerletmiyor insanı, illa görmek gerekiyor. Çünkü bu, usta-çırak işi. O tarihlerde Erzurum’da “güzel yazar” dedikleri bir zâta da gittim, beni kovdu kapısından. Şimdi o zâtı rahmetle yâd ediyorum, iyi ki kovmuş. Beni kabul etse onun bir çırağı ve mahalli bir kişi olarak kalacaktım. Bilenip de Hattat Hamit’e ulaşamayacaktım. Hamit Bey’le iki yıl kadar mektuplaştık. O bazen düzeltme de yapmaz, arkasına yazar: “Aferin evladım, Allah sa’yini meşkûr etsin.” Ancak içimde bu işin aslını öğrenmek için dinmez bir hırs var ama ustası yok. 80’de fakülteyi bıraktım. Aile, ana, baba, hısım, akraba, parlak bir geleceği terk ettim ve yazı uğruna İstanbul’a geldim. 42.5 milyon insan içinde tek bildiğim Hattat Hamit. Başka kimse yok. Öğrencisi var mı yok mu bilemiyorum. Bu adam da göçerse bu sanatı kimse öğrenemeyecek. Oysa bu iş gelecek nesillere aktarılmalı diye düşünüyorum. Okulu bıraktım. Çünkü sanat, kuma kabul etmiyor. Hekim olarak çalışılırsa sanata zaman kalmaz. Günün tamamını yazıya ayırsanız inanın yetmez. Yazı, engin, uçsuz bucaksız bir şey. Bütün sanatların zirvesi de yazı sanatıdır ve hepsinin üstündedir. Çünkü seyredilen ama aynı zamanda da okunabilen tek sanat budur. Hattat Hamit çok büyük zorluklar altında ve 82’deki vefatına kadar (93 yaşında rahmetli oldu) kalemi elden bırakmadı. Bugün yazıp çizen her kim varsa Hamit Bey’in neslidir. Hamit Bey’e 80’de ulaştım ve vefatına kadar sık sık yanına gittim, hizmetinde bulundum.

Sanat, toplumsal bir kültürü de beraberinde getiriyor. Bizim toplum olarak buna ihtiyacımız da var. Bunun öneminden biraz bahseder misiniz?
Sanatın belki topluma en büyük faydası, içinde taşıdığı o kültür. Dış dünya da o kültürün İslam inancına dayandığını bildiğinden sanatımızı bitirmeye çalışıyor. Bu sözlerim asla hayal değil. Kültürümüzü bozmak için televizyon bile yetiyor. Sürekli İslamiyetin zıddına yayınlar, reklamlar, filmler, aklınıza ne gelirse hepsi bizi bitiriyor. Şimdi dinî birtakım teşkilatlarımız tedbir olarak pek de bir şey yapamaz. Bir tedbir alsa da uygulamaya sokamaz. Çünkü dini sadece camide zuhur eden bir şey olarak algılıyoruz. Halbuki her saniye içindeyiz. Cenabı Hakk’ı, Peygamber’i sevdirmek ve Müslümanları birbirine sevdirmek gibi bir gayret maalesef çok zayıf. Camide bir vaaz dinleyen akşam gelip televizyon haberlerini veya yerli bir diziyi seyretsin, öğrendikleri anında gidiyor kafasından. Çünkü öbürü nefsine daha çok hitap ediyor. İnsanın özelliği de bu, kötü olduğunu bile bile nefsaniyetine hitap eden şeye hemen yapışır ama sanat süreklilik ister. Sanatınla uğraştığın esnada yazını yaz, ebrunu yapmaya çalış, cildini yap, süslemeyle uğraş… Şimdi bununla uğraştığın süre içerisinde televizyonun fitnesini, dedikodusunu duymamış olursun. Kendin de başkasının dedikodusunu yapamazsın. Bakın, sanat bizi nereden çekti, aldı? Bu kişi bir çırak yetiştiriyor ise tecrübesini ve bildiklerini aktarıyor. Üniversitede sanat eğitiminde işin kültür ve inanç tarafı aktarılmıyor. Çünkü üniversite eğitim zihniyetine ters bu. Usta çırak usulü gönüller bir, hedef bir, sanatı Allah için yapıyor. Bizde sanat, çok para için gaye edinilmiş bir şey değil, Allah için yapılıyor. Bu durumda sanatın, kültürün temel dayanağı artık din oluyor. Eski büyük mutasavvıf şairlerimizin şiirleri ilahi olarak okunuyor, mesaj olarak bunlar çok güzel şeyler. Sanat; topluma bir mesaj vermek, kalıcı olmak, insanlara ümit, sevgi aşılamak zorunda. Bu da inancından aldığı o temel kültürden kaynaklanıyor. O kültürde hocasına saygı, öğrencisine sevgi, karşılıklı güven ve sanatını tanıtacağı insanlara güvenilir bir kişi olarak bir duruş sergilemek var. Sanatı illa icra ederek sanatçı olalım diye bir gaye de her zaman olmaz. Adamın kabiliyeti yoktur, icra edemeyebilir. Ama o kültürü taşıyorsa toplum kazançlıdır. Çünkü sanatın arka planı son derece önemli. Yurtdışı bazı tecrübelerimiz de bize bunu gösteriyor. Bir şeyler anlatıyoruz. Yabancı, İslam dışı topluluklar bunlardan çok etkileniyor ve gönüllerinin aradığı bir şeyleri o cümlelerde bulabiliyor ve ferahlıyorlar. Daha çok anlatabilirsek İslamiyet’e karşı bir sempati yaratabilir, en azından karşı olma durumunu ortadan kaldırırız. Bu sanatın korkunç bir gücü. Ben bunu çok uzun yıllar önce Almanya’da iken fark ettim. Lakin bu gücü ve önemini Türkiye’de hiç kimseye anlatamadım, inandıramadım. Çünkü sanatın öğretilmesi, icra edilmesi, işin gönül tarafının anlatılması gibi bir derdimiz yok. Aslında bu işin bir kültürel geçmişi de var. Sanatla uğraşan kişi, o kültürel geçmişi de öğrenmek zorunda. Eski, büyük ustalarımız, onların menkıbeleri ve bize bıraktıkları güzelliklerle beraber hatıraları da çok güzel. Bu sanatçılar cömertlik ve dürüstlük örneği insanlar. Batı’nın bize dayattığı filozoflar, düşünürler, şairler, romancılar, yazarlar vs. değil, tarihimizdeki insanlardan esinlenirsek insanımız güzelleşecek. Sanatın, ahlakla bağlantısı vardır.

Yazının kutsallığından bahseder misiniz?
Şimdi yazıyı sanat olarak düşündüğümüzde, sadece İslam yazısı diye algılıyoruz. Cenabı Hak, Hazreti Adem’e konuşmayı, yazmayı, okumayı öğretti. Cenabı Hakk’ın ona bir lütfu. Kutsallık oradan başlıyor. O evlatlarına değişik alfabelerden yazılar yazarak her birini bir beldeye gönderdi. Şimdi yazının kutsal oluşunun sebebi şuradan kaynaklanıyor: Yazı sadece insandan zuhur eden bir sanattır. Yazı ilahi kaynaklı olduğu için kutsaldır. Her sanatın tabiatta örneği vardır ama yazının yoktur. Yazı tabiattan alınmamıştır, tabiattan taklit edilmemiştir, yazı ilahidir. Kutsal metinlerin kaydedildiği ve fonksiyonu olan nesne yazıdır. Bütün mukaddes kitaplar yazılıdır. İsterse bu Latin yazısıyla olsun, o da kutsal. Beni yazıya esas ulaştıran konu, yazının işte bu mukaddes oluşudur. Kitap âlemlere geldi, yazı da âlemlerin yazısıdır, bir ayrıcalığı vardır. Estetik yönden hiçbir yazıya nasip olmamış seviye İslam harflerine verilmiştir ve günümüzdeki altın oranla muazzam irtibatı vardır.

Hat, neyin sınırıdır?
Hat, noktanın hareketlenmiş halidir. Başlangıç noktadır. Nokta harekete gelir, çizgiler çıkar. Çizgiler bazen düz, bazen eğri ama belli oranlarda olmak ve o oranları da başlangıç noktasıyla tayin etmek üzere harfler çıkar meydana. Bunların ortaya çıkardığı güzelliğin asla üst sınırı yoktur. Çünkü Cenabı Hakk güzelliğe sınır koymamıştır. Onun yarattığı her şey sonsuz büyüklüklerde, sonsuz küçüklüklerde olsun, sınırsız derecede güzeldir. Sanat; bu sonsuz büyük, sonsuz küçükteki güzellik nedir, onun araştırmasıdır. Sanat, o orantıları yakalamaktır. Cenabı Hak nasıl güzel yaratmış, o orantılara bakıp taklit ederek yazı yazabiliyorsam ebru yapabiliyorsam süslememi gerçekleştirebiliyorsam ilahi güzelliğe yaklaştığım için Cenabı Hak ola ki beni sever. Cenabı Hakk’a vasıl olmak için bir yoldur sanat. O’na vasıl olmak için yollar sınırsızdır. Güzellik içinde güzellik, yol içinde yol. Sanatla inanç birbirinin içerisinde. Sütle yağ nasıl bir aradaysa aynı öyledir. Dıştan bakıldığında süt görürsünüz. Biraz daha incelediğinizde ayran da olur yağ da olur. Ama hepsi sütün içerisindedir ve ayrılır bir şey değildir. Baştan aşağı bir güzelliktir.

Cerrahi Tekkesi’ne yazdığınız hattın enteresan bir hikayesi var, anlatabilir misiniz?
İmam Şernubi’nin, kendisinden sonra dört asır boyunca gelecek mürşitleri yazdığı bir eseri var. Büyük bir keramet. Rahmetli Safer Efendi, Muhammet Nurettin Cerrahi Hazretleri için olan bölümü çıkarttı ve dedi ki: “Bunu türbenin içine kuşak yazısı olarak yaz.” Kuşak da 20 cm karo fayanslar halinde. Tabi alttan-üstten 1,5 santim nefes payı, bana kalıyor 17 santim. Boyu da 6,5 metre. Normalde öyle bir yazı 6 ay içerisinde ancak yazılır. Ben kağıtları falan hazırlamışım ama başlamamışım. Bir süre sonra Safer Efendi “Yazı bitti mi?” dedi. Öylece kalakaldım. Çinici gelmiş, bekliyor. Yazıları alıp Kütahya’da fırınlayıp getirecek, yerine monte edilecek. Yazıyı yerine tam olarak oturtmak gerekiyor, uzun ya da kısa gelmemesi gerekiyor. Mühendislik hesaplarından da beter. Estetiği, okunaklılığı, homojenliği vs. sağlayacaksın. Çift kurşun kalemle kalem kalınlığını ayarladım, bir-iki kelime yazayım dedim. Ama altı ay içinde ancak bitecek olan yazıyı bir günde nasıl yetiştireceksin? Hakikaten içim daraldı. Kalemi aldım ama çatlayacak gibiyim. Artık Pîr Efendi’den himmet istedim: “Efendim senin türbenin yazısı. Safer Efendi’ye de çiniciye de mahcup olacağım. Türbe, senin türben, immet…” Onun peşinden içime bir ferahlık, bir rahatlık geldi. Bismillah, metne bakıp yazmaya başladım. 2,5-3 saat geçmiş aradan. Yazmayı bitirdim. 3 milimetre kadar bir fark var ki ihmal edilebilir, gözün tahammül sınırları içinde. 6.5 metrede 3 milimetre… Bir santimetre olsa bile hiç önemli değil. Harekeler de metin de tamam.

Geleneksel sanatların, hat sanatının geleceğini nasıl buluyorsunuz? Şu an için hat sanatçısı yetişiyor mu ya da ne oranda yetişiyor?
Çok çeşitli kurslar var ama usta-çırak ilişkisi içerisinde devam ettiremiyorlar. Belediye kuruluşları, akademiler… 10 ayda hattat yetiştirebileceklerini düşünüyorlar. O kadar sürede asla hattat olunmaz, mümkün değil. Ancak o kadar sürede bu sanatı gelen kursiyerlere tanıtmış olurlar. İşin fecaat tarafı, sanatı yeni tanıyanın “Ben galiba bu işin en büyük ustası oldum.” yanılgısına düşmesidir. Bu da sanatın aleyhine bir durum. Hatta Hamit Bey’le ilgili şunu söyleyeyim: 93 yaşında, Haydarpaşa Numune Hastanesinde yatıyor. Rahmetli olan arkadaşımız Cemil Ağabeyle beraber ziyaretine giderdik hocayı. Ölüm haline yaklaşmış olduğu halde gene yazı yazıyor, eli kalemde. Bize; “Oğlum Cemil! Ben harfleri yeni yeni tanımaya başlamıştım. Ama yazmak için galiba ömür kalmadı.” demişti. 87-88 seneye yakın sanat hayatı olan bir kişi söylüyor bunu. Çizgiyle uğraşıyorsunuz ve onun sonu yok. Hatta tek çizgi de değil, çift çizgi. O çift çizgilerin parametreleri beyinde çakılı kalacak, en güzel ve şaşmaz oranlarla elde de muhafaza edilecek. Bunun için her gün 30 saat çalışmak lazım. 6 saati ne yapacağız? Çelebi Hoca diyor ki: “Yarınlardan borç alın, çalışın.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir