Ülkeler gelişmişlik skalasında; “geri kalmış”, “gelişmekte” ve “gelişmiş” ülkeler olarak kategorize edilirler. Ekonomik, bilimsel, teknolojik, sanatsal, sosyal, kültürel… çeşitli parametrelerin esas alındığı bu veriler; her ne kadar göreli-izafi nitelikler taşıyor olsalar da bir ülkenin kalkınmışlık düzeyini belirleyen temel göstergelerdir.
Dikkat edilirse günümüz dünyasında; nerede savaş, kan, gözyaşı, açlık, bunalım, çatışma… varsa yukarıdaki sınıflandırma esas alındığında hemen hemen tamamının geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde cereyan ettiği görülecektir. Bunların büyük bir kısmının da İslam coğrafyası hatta Osmanlı bakiyesi ülkeler olduğu hemen fark edilecektir.
Mutlak hakikatin mümessili konumunda olması gereken İslam ülkeleri ve İslam toplumları neden bu haldedirler?
Bu yakıcı soruya sağlıklı cevap bulabilmek için konunun; fizik-metafizik, dünyevi-uhrevi, maddi-manevi tüm boyutlarıyla ve esas itibari ile de “inanç” bağlamında analize tabi tutulması gerekmektedir.
Böylesi bir girişten sonra konuyu irdelemeye başlayabiliriz:
Belli çevrelerin adeta motto olarak kullandıkları; “İnsanların akıl, bilim ve teknolojide ilerleyip refah düzeyleri yükseldikçe inançları zayıflar.” değerlendirmesine çoğu zaman tanık olmuşsunuzdur. Bu yargı, aslında kadim bir tartışmanın konusudur. İnanma ile gelişmişlik arasında ters bir orantının var olduğu, dolayısıyla ilerleyip ihtiyaçsızlaştıkça inanca da yer kalmayacağı, inanma güdüsünün acizlik ve ihtiyaç halinin bir türevi olarak sonradan oluşma bir korunma mekanizması olduğu iddia edilmiştir.
Öncelikle şunu ifade edelim ki bu yargı rasyonellikten uzak, geri ve ilkel bir düşünce sefaletinin sonucudur. İlmî hiçbir temeli yoktur. Ateizme, psiko-sosyal bazda bilimsellik kisvesi giydirme gayretidir. Dine, yalnızca “sosyolojik bir fenomen” olarak bakma yanılgısıdır.
Konu, aslında bir makaleden ziyade, kitap boyutunda ele alınabilecek bir husustur. Güncel bir konudur. Hatta son iki yüz yıllık batılılaşma serencamımızın ana maddelerinden biridir.
İnsan psikolojisinin ve ruh dünyasının hayat boyunca inancı etkilemesi bir realitedir ve doğal bir süreçtir. Bu duruma herhangi bir itiraz söz konusu olamaz. Burada tartışılan husus; inancın, sonradan insanlar tarafından geliştirilen bir olgu olduğu iddiasıdır. Genelde dinin, özelde İslam’ın, gelişme ve ilerlemenin önünde engel teşkil ettiği, klasik ifadeyle “terakkiye mani olduğu” tezidir.
Tartışmanın çok değişik boyutları söz konusudur. İlerleme ve gerilikten ne anladığınızdan tutun da tarihsel süreçte yaşanılan olaylar, seküler bakış, dinî yaklaşım, imtihan sırrı, sosyo-psikolojik perspektif, gelecek öngörüsü, evrendeki konumumuz vb. birçok boyutu bulunan girift bir mevzudur.
Yazımızın girişinde de bahsettiğimiz gibi gelişmişlik ya da geri kalmışlık düzeyi, bazı kriterler esas alınarak ölçülmektedir. Bu ölçümlerde; kişi başına düşen millî gelir, sağlık ve eğitime ait göstergeler, bilim ve teknoloji üretme, gelir dağılımındaki adalet, siyasi özgürlük, insan hakları gibi parametreler baz alınmaktadır. Genel toplamda, maddi ve sayısal verilerin esas alındığı, zenginleşmeyi ifade eden bir durumdur. Başka bir ifadeyle, matematiksel ve istatistiksel bir sonuçtur.
Tanım her ne kadar böyle olsa da insan, bu tarifin içine sığmayacak kadar komplike bir yapıya sahiptir. Nitekim yukarıdaki kriterler esas alınarak yapılan ölçümlerde, üst sıralarda yer alan ülkelerdeki insanlar paradoksal biçimde stresle boğuşmakta ve gelişmeye paralel düzeyde mutluluğu yakalayamamaktadırlar. Bu paradoksal durum, son yıllarda bilim adamlarının da inceleme konularını teşkil etmektedir.
Birçok yazımızda da ifade ettiğimiz gibi olayın temelinde, insanı madde olarak algılayıp ruhunu arka plana atan anlayış yatmaktadır. Bedensel hazlar ile mutluluk, birbirinden çok farklı şeylerdir. Hedonizmin esiri olmuş insanlar her türlü bedensel haz ve zevki fetiş boyutunda tadarken tatminsizliğin pençesindeki arayışlar sapkınlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa mutluluk ruhun hazzıdır. Ancak manevi değerlerle tatmini mümkündür. Materyalizm ve pozitivizmin kıskacındaki Batı, maalesef bu bataklığa saplanmış, debelenip durmaktadır. Nüfus artmamakta hatta negatife geçmektedir. Nüfus her geçen gün yaşlanmakta, toplum, genç kuşak olmayınca dinamizmini yitirmektedir. Suç oranları, cinsel sapkınlıklar, intiharlar limitleri zorlamaktadır. İstatistiklere göre Batıda doğan çocukların, ülkeden ülkeye artı eksi farklı sonuçları olsa da ortalama olarak %30’dan fazlası gayrimeşru ilişki sonucudur.
Bu durum bilim adamları ve fütüristleri kara kara düşündürmektedir, “Nerede yanıldık, ne yapmalıyız?” diye.
Konu çok geniştir. Böyle bir bilanço çıkarmaktan maksadım; gelişmişlik veya geri kalmışlığın aslında rölatif, izafi kavramlar olduğunu ortaya koymak içindir. Bilim, teknoloji, ekonomi, para anlamında zirvelerde dolaşırken kültür, sanat, sosyal ve moral değerler, ahlak, metafizik, inanç, mutluluk, huzur vb. alanlarda çok gerilerde yer alabilirsiniz. Bu değerler, toplumdan topluma farklı olarak da algılanıp değerlendirilebilir. Ancak, değişmeyen sonuç şudur ki Batı, mutluluk ve huzurunu yitirmiştir. Onları ayakta tutan kapital ve paradır. O da ellerinden çekilip alınacak olsa, uygarlık ve insanlık dedikleri şeyin uçup gittiği görülecektir. Nitekim tarihin kaydettiği en kanlı ve vahşi hesaplaşma, kendi aralarında iki defa “dünya savaşları” olarak yaşanmış ve yüz milyondan fazla insanın ölümü ile sonuçlanmıştır.
Batı ile ilgili bu değerlendirmeden sonra İslam âlemi ile ilgili durumu da kritik etmek gerekir:
İslam dünyası geri mi kaldı? Ya da hangi alanlarda geri kaldı? Nedenleri nelerdir? İnanç üzerine etkileri nelerdir? Bu durum inkârın mesnedi olabilir mi? Yoksa istismar mı edilmektedir? Konuyu ayetler ışığında irdelemek en isabetli yoldur: “Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbin’in katında ahiret ise O’na karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Zuhruf,43/33,34,35)
Yukarıdaki ayet-i kerime, insanoğlunda var olan mal, servet tamahı, refah düşkünlüğünün ne denli şiddetli bir duygu olduğunu ve bu zaafın insanın inancını dahi etkileyip onu inkâra sürükleyebileceğini anlatan acı gerçeğin gerçekten çok çarpıcı bir ifadesidir. Bu ayetten çıkarılacak çok dersler vardır. İnsanı en iyi bilen kuşkusuz onu yaratandır ve insanları uyarmaktadır. İnsanoğlu zenginleştikçe refahı yükseldikçe şımarmakta, kibirlenmekte ve birtakım komplikasyonlar oluşmaktadır. Bu durumun getirdiği psikolojik atmosfer, kişinin inancını zayıflatmakta hatta -maazallah- onu inkâra kadar sürükleyebilmektedir. İnsanın güce, servete, refaha tamahı ve aşırı düşkünlüğü, kişiyi değerler erozyonuna uğratmakta, serkeş ve sarhoş etmektedir.
Konunun hem bireysel hem de toplumsal boyutu vardır. Yukarıdaki yalın gerçeği, fertlerin refahı, zenginliği bazında ele alabileceğimiz gibi, toplumlar ve ülkeler bazında da analiz edebiliriz.
Ülkelerin refah düzeyi yükseldikçe, insanlarda kendini acz içerisinde hissettirecek ihtiyaçlar azalmaktadır. Kişinin egosu şişmekte, insan müstekbir hale gelmektedir. Çevresine tepeden bakmaya başlamakta, hakikati bulmayı amaçlayan soruların yerini bencillik, azgınlık ve şımarıklığın getirdiği küstah sorgulamalar almaktadır.
Böyle durumlarda kişi, zamanla şeytan ve nefsin de aldatması sonucu, sahip olduğu statünün kendisinin doğal hakkı olduğunu vehmeder. Heva ve heveslerini put edinmeye, güce tapınmaya başlar. İşin en tehlikeli yanı ise inancını sorgulamaya başlamasıdır.
Bu durum, mikro ve makro ölçekte yüksek refah düzeyini yakalayamamış birey ve toplumlar için de geçerlidir. Fakir ve geri ülkelerin insanları; analitik bir değerlendirme yapma özgüveni gösteremedikleri için çok değişik saiklerin etkisiyle, kendilerinden ileride gördükleri kişi ve ülkelere özenmekte, öykünmekte, patolojik boyuttaki aşağılık kompleksiyle malul olmaktadırlar.
Aşağılık kompleksi olan insanlar ve toplumlar; özendiği, taklit ettiği kişi, zümre ve ülkeleri idol haline getirirler. Onların değer yargıları, kültürleri hatta inançlarını kendi değerleri, yargıları ve inançlarının yerine ikame etmek isterler ve “İnancımız doğru olsaydı geri kalmaz, bu halde olmazdık.” ya da “Onların inançları daha doğru ki bizden ileriler…” türünden patolojik analizler yaparlar.
Oysa bu yanlış değerlendirmeyi basit, rasyonel bir diyalektikle çürütmek mümkündür: Geçmişe baktığımızda, tarih sahnesinden birçok uygarlığın gelip geçtiğini görürüz. Lokal düzeyde çok sayıda bulunsa da çağının dominant uygarlığı olmayı başarmış olanlarının sayısı bir elin parmak sayısını pek geçmez: Bilinen en eski uygarlık Mezopotamya uygarlığıdır. İlave olarak Mısır, İran, Çin, Roma, Osmanlı ve günümüz Batı uygarlığını sayabiliriz. Dikkat edilirse uygarlıklar tarih boyunca sürekli el değiştirmiştir. Bu uygarlıkların kimi pagan kültüre dayanır putperesttir, kimisi Budist, kimisi Hıristiyan, kimisi de İslam Medeniyetidir. Bu uygarlıkların ortak özelliği; tabir yerindeyse çağının Amerika’sı konumunda olmalarıdır.
Dikkat edilirse aşağı yukarı bütün dinler ve inançlar, geçmişte çağının süper gücü olmayı başarabilmiştir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Medeniyetler, hiçbir dinin ya da milletin inhisarında, tekelinde değildir. Uygarlıkların el değiştirme serüveni bize, inançlarla uygarlıklar arasında belli bir etkileşim olsa da direkt, tek taraflı bir korelasyonun varlığını göstermiyor. Sen Budistsin, Pagansın; çağının süper gücü olamazsın demiyor yüce Allah. Seküler anlamda bile olsa “Çalışırsan karşılığını alırsın.” gerçeğiyle karşılaşıyoruz. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm,53/39) ilahi beyanı, ancak çalışanların başaracağını bizlere haber veriyor. Yüce Allah, Müslüman’a torpil geçmiyor. Çalışmazlarsa, Müslüman da olsalar üzerlerinde, geri kalmışlığın hor ve hakirlik hükmünü infaz ediyor. Bu durum İslam’ın yanlışlığı, diğer inançların doğruluğu gibi bir sonucu kuşkusuz doğurmuyor.
Bugün, Batı uygarlığına bakarak aşağılık kompleksinin de etkisiyle kendi inancını sorgulayanlar, dün yaşıyor olsalardı o çağın süper gücüne özenerek yine o günkü inançlarını da sorgulayacaklardı. Günümüzde fütüristler, Türkiye’yi yakın geleceğin süper gücü olarak favori göstermektedirler. Bugün ileri olan birçok ülkenin ise gerileyeceği, bilimsel verilerle ifade edilmektedir. Şimdi, aşağılık kompleksiyle malul, Batı karşısında ezilen, dolayısıyla inancını sorgulayan zavallılara şu çarpıcı soruyu sormak gerekir: Yarın, Müslüman Türkiye her alanda çağının süper gücü olduğunda ki -bilimsel projeksiyonlar bunu gösteriyor- o zaman “Müslümanlığın geri bıraktığı” yönündeki teziniz çökmüş olmayacak mıdır? Bu, tam bir anakronizm halidir. Gerçeklerin zaman ve mekân uyumsuzluğudur. Tarih yanılgısıdır.
İnsanlar ve toplumlar arasındaki statü farkları, aynı zamanda birer imtihan sebebidir. Birtakım ilahi hikmet ve sırlara mebnidir: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf,43/32). “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’âm,6/32)
İslam dünyasının geri kalmışlığının nedeni İslam değil, Müslümanlar ve başka faktörlerdir: Müslümanların çalışmaması, tembelliği, sömürge oluşları, bilim ve teknolojiye gereken önemi vermemeleri vb. birçok neden, İslam ülkelerini -bugün için- maalesef geri bırakmıştır. Batının karanlık skolastik Orta çağı, İslam dünyasının medeniyet şahikası olduğu dönemdir. Kompleksli aydınımızın ağzında pelesenk olarak kullandığı “Orta çağ karanlığı” yaftası, aslında Batıyı ifade eden bir kavramdır. Ne var ki Müslümanlar için kullanırlar. Bu da klasik bir anakronizmdir.
Ne garip tecellidir ki insanların kurtuluşu için gönderilen peygamberlere, tarih boyunca genellikle alt ve orta sınıf insanlar iman etmişlerdir. Kendilerinde güç vehmeden müstekbirler (büyüklenenler) daha çok inkâr yoluna sapmış, sosyal ve ekonomik statüsü düşük müstaz’af (zayıflar) sınıfı ise inananlar safında yer almışlardır. “Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın şımarık zenginleri, ‘Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz.’ demişlerdir.” (Sebe,34/34). “Dediler ki: Sana hep aşağılık kimseler uymuş iken biz sana iman eder miyiz hiç!” (Şuara,26/111). Yine, “Biz bir memleketi helak etmek istediğimizde onun şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.” (İsra,17/16). “Aramızdan Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı? demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” (En’âm,6/53)
Dindar olmak, dini uygulamak; uygarlık yönüyle ülkeleri geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Gerilik ve sefaletin nedeni sömürüdür. “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür!” (Maide,5/66). “Allah, şöyle bir kenti örnek verdi. Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü şiddetli açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” (Nahl,16/112)
Yukarıdaki ayetler, insanların Allah’ın hükümlerine uymaları durumunda gelişip kalkınacaklarını, müreffeh bir toplum olacaklarını, nankörlük etmeleri halinde ise çeşitli krizlere sürükleneceklerini açıkça işaret etmektedir.
Tüm bu ayet-i kerimelerden ortaya çıkan yakıcı gerçek şudur: Zenginlik, fakirlik, ilerilik, gerilik rölatif kavramlardır. Birer imtihan sırrıdır. Hangisinin hayra vesile, hangisinin şerlere sebep olacağı muammadır. Önem ve değerleri insanlara göre farklılık taşır. Allah katında önem ve değere haiz olan hakikat ise ancak “takva”dır.
Konuya kozmolojik ve kronolojik yaklaşım da gerçekleri ihata etmemizde yardımcı olacaktır. Dünyamız uçsuz bucaksız kozmozda zerre büyüklüğünde bir yer işgal etmektedir. Dünyamızdan milyonlarca defa büyük yıldızlardan, evrende yüz milyarlarcası vardır.
Yine, içerisinde yüz milyarlarca yıldızın yer aldığı galaksilerden yüz milyarlarca bulunmaktadır kâinatta. Düşünebiliyor musunuz, bu korkunç büyüklük içinde minicik dünyamızda insanlar, “Sen zenginsin ben fakirim; ben ilerideyim, sen geridesin.” kavgası veriyorlar. Milyonlarca ışık yılı ötelerden, uzayın derinliklerinden dünyamıza baktığımızda ne kadar da anlamsızlaşıyor her şey ya da anlam, gerçek yerini buluyor.
“Nasıl” sorusuna cevap arayarak bilim üreten gelişmiş Batı, ontolojik anlamda “neden” sorusuna niçin cevap aramıyor? Varlık âleminin var olma nedenini neden sorgulamıyor? Dünyanın imarı veya yıkımı (savaşlar) için bilim ve teknolojiye, ayrıca ar-ge çalışmalarına trilyonlarca dolar harcanmasına zemin hazırlayan bilim adamları; en fazla, yüz yıl kalacaklarını bildikleri dünya için beyinlerini çatlatırcasına efor sarf ederken ölüm ve sonrası için neden araştırmalar yapmıyor?
Silahlanma için bir yılda harcadıkları paranın bir kısmını Afrika’da açlık için kullansalardı “açlık” sorununun kökten çözüleceği gerçeğini de vurgulamadan geçmeyelim.
Bilim ve teknoloji boyutundaki ilerlemesini, materyalist ve pozitivist mantalite doğrultusunda gerçekleştirmiş olan Batıya, bilim adamlarına, inanç buhranı yaşayanlara şunu ifade etmek gerekir: Din haline getirilen bilim dogması, gerçek bilimsel gelişmeler ve kuantum mekaniğiyle birlikte artık çatırdıyor, metafiziğe kapı aralanıyor. Zaman ve mekân izafiliğinin Albert Einstein’dan itibaren bilimsel metotlarla bilindiği halde maddeye “mutlak gerçek”miş gibi değer izafe eden anlayış artık genel kabul görmüyor.
Gerçek din ile bilim arasında varmış gibi gösterilen yapay çatışma son buluyor. Bilimin açıklayamadığı gizemli olaylarda Allah’ı arama zavallılığı, yerini, “Bilim, her çeşidiyle bizatihi Allah’ın delilidir.” gerçeğine bırakıyor.
“Ölüm empatisi” yapmak da gerçeklerin ortaya çıkmasına katkı sağlayacaktır. Örneğin, kendisini mezarda, ölmüş biri olarak düşünen ve oradan dünyaya bakan kişi için, önem ve değerler skalasında çok köklü değişiklikler olacaktır. Dünyayı (günümüzde) ihmal etti diye İslam’a dudak bükenler ölümü, sonrasını ve sonsuzluğu bunca bilim ve teknolojik imkânlara rağmen araştırma konusu yapmayıp ihmal edenleri neden sorgulamazlar? Kendilerine sormak gerekir; “Ölüm sonrası için projeniz nedir? Kendinizi nihilizme, hiçliğe mi mahkûm ediyorsunuz? Dönüp bir bakın, bu yargıya ilk isyan edenin kendi vicdanınız olduğunu göreceksiniz.”
Gerek insan gerek toplum gerekse ülke planında, geri kalmışlık gelişmişlik anlamında; dün geri durumda olan bugün ileri, bugün geri durumda olan yarın ileri, bugün için ileri pozisyonda olan da yarın geri konuma gelebilir. Bu durum, ayetlerle izah ettiğimiz ilahi bir hakikattir. Her varlık için mukadder bir ecel söz konusudur. Zaman ve mekân kaydıyla sınırlı dünyamızda, yukarıda sözünü ettiğimiz olgular, insanlar için izafi gerçeklerdir. Oysa inanç, zaman ve mekân kaydına bağlı olmayan mutlak hakikati ifade eder. Mutlak iman hakikatlerini, rölatif olan dünyevî ilerilik, gerilik gibi subjektif kavramlarla çek etmek, tam bir aldanmışlık halidir. Konuya salt yalnızca seküler aklın penceresinden bakmak, insanı yanıltabilir. Aklın yanı sıra vahyin aydınlatıcı atmosferinde bütüncül yaklaşım ise ilahi sigortaların devreye girdiği en doğru, en sağlam ve en sağlıklı yoldur. Hep ifade ettiğim gibi hayat kendisiyle kumar oynanmayacak kadar kısa ve ciddidir. Ayrıca bir daha bu dünyaya geri dönme gibi bir lüksümüz de asla söz konusu değildir.
İnsanların doğup, büyüyüp ölmeleri gibi ülkeler, milletler de kurulup, gelişip yıkılırlar. Ülkelerin de eceli söz konusudur. “Helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın. Hiçbir millet ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” (Hicr,15/4,5) ayeti bu hakikatin en çarpıcı delilidir.
Bilimde, teknolojide, ekonomide, kültür ve sanatta… hep önde ve ileride olmalıyız ve olacağız da. Nitekim inancımız da, bilim fütüristlerinin gelecek projeksiyonu da bu gerçekliği öngörmektedir. Yeter ki özümüze ve değerlerimize sahip çıkalım. Bunun realize olması için öyle tılsımlı, gizemli formüller de hiç gerekmiyor. Çözüm gayet basit: Yapılması gereken sadece daha çok çalışmak, çalışmak, çalışmak ama Sonsuzu ve sonsuzluk yolcusu olduğumuzu unutmadan…