Mûsikî ile insan fıtratı arasında sizce nasıl bir ilişki var ?
Âlemde yaratılmış olan her şeyin insan fıtratına uygun yaratıldığını, eski hakîmlerin yani hikmet ehlinin tâbiriyle insanın küçük âlem, âlemin de büyük insan olduğunu hatırlayacak olursak zaten âlemle Âdem’in içiçe varolduğunu düşünebiliriz. Âdem yani insan, âlemin yabancısı değil. Mûsikîyi meydana getiren şey, birbirleriyle âhenkli bir şekilde kullanılan seslerdir ya da seslerin birbirleriyle âhenkli şekilde kullanılmasına mûsikî adı verilmiştir. Âlemde, Âdem’e sunulmuş olan sınırlar içinde bulunan her şey ile Âdem’in fıtratı arasında bir uyum olduğunu ifade etmiştim. Ses de bu varlık âlemi içinde Allah tarafından yaratılmıştır. Kaldı ki bu âlemde sesin de varlık adedi kadar çeşidi olduğunu söyleyebiliriz. Yine insan, kendi kulağının işitme sınırı olan onaltı frekans ile onaltıbin frekans ya da yirmi frekans ile yirmibin frekans arasındaki bütün sesler içinden, aynı zamanda kendi gırtlağı ile ifade edebileceği aralıkta ya da sınırda olan sesleri âhenkli bir şekilde kullanmak suretiyle mûsikî yapar. Netice itibarıyle insan, yine varlık âlemindeki seslerden nağmeler üreterek mûsikî yapar.
Mûsikî, âhenk ilmidir, kâinat da âhenk üzerine yaratılmıştır. İnsan da küçük âlem olduğuna göre onun yaradılışında da âhenk ve âhengi algılama ve ona temâyül vardır. Fıtrat yani insan tabiatı mûsikîye yatkındır, güzel, hoş, lezzetli olan her şeye yatkındır. Güzel, hoş ve lezzetli şeyler, insana Allah’ın lütfettiği şeylerdir ve insana Allah’ı hatırlatır. Hz. Süleyman (aleyhisselâm), “Ben güzel olan her şeye baktıkça Rabbim’i hatırlarım.” ya da “Güzel olan her şey bana Rabbim’i hatırlatır.” buyuruyor. Güzel ses, güzel nağme de Allah’ın insana lütfettiği şeylerdir; şeytan ancak güzelliği, hoşluğu, lezzeti sûistimâl eder, bozar. Yine eski hakîmler; mûsikînin, mantığın açıklamaktan âciz kaldığı bir üstünlüğü olduğunu ve mantığın onu ibârelerle ortaya koymaya güç yetiremeyeceğini söyler ve şöyle derler: “Nefs, onu düzenli bir şarkı olarak ortaya çıkarır. İnsan tabiatı, onu duymakla lezzetlenir, mutlu olur. Siz de nefsin konuşmasını ve münacaatını dinleyiniz. Ve onun güzelliğine tabiatınızı ve düşüncenizi koyunuz ki sizi saptırmasın.” Bir başka hakîm şöyle der: “Mûsikî dinlerken nefsin hayvanî şehvetlerinin sizi tabiatın güzelliğine götürmesinden sakınınız. Sizi hidâyet yolundan saptırır ve yüce nefsin münacaatından alıkoyar.” Bir diğeri, müzisyene şunları söyler: “Nefsi; hilm, cömertlik, kahramanlık, adalet ve kerem gibi şerefli kuvvelerine yönelt ve tabiatı (insan tabiatı) bırak, onun hayvanî şehvetlerini hareket ettirme…” Bir başkası; “Eğer müzisyen sanatında usta ise nefsleri fazîlete doğru götürür, rezillikten korur.” der. Mûsikînin kullanımı konusunda da İslam düşünürlerinin önemli açıklamaları olduğunu görüyoruz. Evet, mûsikî insan fıtratına uygundur, ama onu dinlerken dikkatli olmak gerekir; çünkü insanı, nefsin aşırı isteklerine de sürükleyebilir.
Kur’an’ın ifadesiyle, canlı cansız varlıklar kendi lisanlarıyla Allah’ı zikrederler. Bu zikir, mûsikî âhengiyle mi oluyor? Her insanın özünde bir mûsikîşinaslık var, evrenin işleyişinde de gizli bir âhenk mi var ?
Eski hikmet sahibi kimseler, görmenin düz, işitmenin ise dairevî olduğunu söylerler. Kâinatta bütün varlığın hareketinin dairevî olduğunu, mûsikîmizde de makam hareketinin temelde dairevî olduğunu düşünecek olursak, mûsikîde makamın hareketi ile kâinatta varlığın hareketinin aynı olduğu sonucuna varırız ki bu da bize mûsikînin aslında kendi içinde âhenkli olan kâinatın dili olabileceğini gösterir. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, bütün varlıkların kendi lisanlarıyla O’nu (Allah’ı) zikrettiklerini ifade etmektedir. Ancak Allah’ın yarattığı bütün varlık âleminin canlı olduğunu, O’nun cansız hiçbir şey yaratmadığını düşünüyorum. Bu bir yana, suâlinizde ifade ettiğiniz ayrıntı gerçekten çok mühim. Çünkü az önceki suâlinize cevap verirken de izah etmeye çalıştığım gibi, kâinat âhenk ile yaratılmış. Kâinatın ve bu kâinat içinde yaratılmış olan her şeyin birbiriyle âhenk içinde yaratılmış olduğunu, gerek Kur’an’ı dikkatlice okuduğumuz ve gerekse tefekkür ettiğimiz zaman anlayabiliriz. Kâinatın âhengi ile insanın âhengi arasında da bir âhenk vardır. Eğer aksi söz konusu olsaydı insan bu âlem içinde uyumsuz bir varlık olurdu. Eğer insan ile kâinat arasında bir çatışma yoksa, kâinatın işleyişi ile insanın işleyişi arasında fark olmadığını söyleyebiliriz. İnsanın içindeki âhenk, onun, âhenk ilmi olan mûsikî ile yakınlaşmasını ve mûsikî ile ilgilenmesini sağlamaktadır, tabi en doğrusunu muhakkak Allah bilir.
Bütün varlıkların zikri, elbette bir mûsikî niyetiyle yapılmamaktadır; ama zikrin âhengi dolayısıyla mûsikî ilminin sınırları içine girebilir. Lâkin ilimlerin aslında bir bütün olduğunu, bizi aynı kapıya götürdüğünü ve farklı alanlardan yola çıkılarak Allah’ı daha iyi bilmemizi sağladığını da unutmamak gerekir. Mûsikî, seslerin mimârîsidir, seslerin belli bir matematik ölçüm ve bilgisi içinde kullanılmasını ihtivâ eder. Matematik ise sayıların âhengi ve mûsikîsidir. “Ay ile Güneş hesap iledir.” âyetini hatırlarsak kâinatın da ilâhî matematik ile inceden inceye hesap edildiğini anlayabiliriz. Âhengin içinde hesap var, hesabın içinde âhenk. Biz bu âhengi “ilm-i şerîf-i mûsikî” ile ifade ediyoruz.
Müzik konusunda çok mesai harcadığınızı ve sadece bizim müziğimiz değil diğer kültürlere ait müzikler hususunda da çok araştırma yaptığınızı biliyoruz. Bizim müziğimizle diğer kültürlerin müziklerini karşılaştırırsak kısaca neler söyleyebilirsiniz ?
İki müziği karşılaştırmak benim haddimi aşar. Çünkü bunu yapabilmek için hem bizim müziğimizi hem de Batı müziğini bütün tarihsel süreçleriyle birlikte çok iyi bilmek gerekiyor. Ben bu bilgiden mahrum olduğumu samimiyetle ifade etmeliyim. Dolayısıyla sorunuza vereceğim cevap sadece benim kendi bakış açımı ve yetersizliğimi yansıtmaktadır. Ayrıca iki farklı kültürün müziğini karşılaştırmak elma ile portakalı kıyas etmek gibidir ve bunu da anlamlı bulmuyorum. Çünkü iki farklı meyve, iki farklı iklimde yetişmektedir, ikisinin de tabiatları farklıdır, lezzetleri farklıdır. Bu şekilde bir kıyas yerine, bu iki şeyi ilâhî hikmet ve ilâhî hikmete uygunlukları açısından kıyaslamayı daha uygun buluyorum.
“Bizim müziğimiz” diye isimlendirdiğimiz müzik, Osmanlı Devleti’nin kültür ve medeniyet sınırları içinde gelişmiştir ve menşei İslamiyettir. Bu müziği yapan kişi Allah inancına, sevgisine sahip bir kimsedir ve ilhamını Kur’ân-ı Kerîm’den alır. “Bizim” diyerek sahiplendiğimiz bu müzik, ait olduğumuz İslam inanç değerlerinin meydana getirdiği bir müziktir ve öncelikli amacı Allah’ı güzel zikretmektir. Bu amaç üzerine yükselen müzik kültürümüz zaman içinde başka kültürlerin müzikleri ile tanışıp genişlemiş ve zenginleşmiştir. Ama müziğimizi, her zaman hikmetten bir cüz olarak kabul etmişimdir. İslam medeniyetinde bütün sanatların ilâhî hikmetle bir bağlantısı vardır ve bu özelliği ile farklıdır. Elbette Allah’ın insana lütfettiği bir nimet olarak müzik, müzik olması sebebiyle zaten hikmetten bir cüzdür. Ancak insan Allah’ın lütfettiği müzik nimetini, inandığı değerler sistemine veya ideolojisine göre şekillendirir. Ayrıca onu süflî birtakım eylemleri için araç olarak da kullanabilir, nefsinin arzuları veya şeytanın vesveseleri doğrultusunda yönetip yönlendirebilir. Böyle yaptığı zaman artık hikmetten bir cüz olarak kabul ettiğimiz müziğin (veya başka sanatların) hikmetle ilişkisi zayıflar ve kopar. İslam inancı ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine inşa edilmiş olan medeniyetimizin müziği, Allah’ı direkt veya dolaylı olarak zikreden bir unsur olma özelliği ile diğer toplumların veya kültürlerin müziklerinden ayrılır.
Ancak muharref İncil ile yükselen Hıristiyanlık inancı, yanlış ve eksik bir inanç sistemi ortaya çıkarmıştır. Hristiyan kilise menşeli Avrupa müziği de maalesef bu muharref kutsaldan neş’et eden bir müziktir ve hakikat özlü Allah inanç ve bilgisiyle hiçbir ilgisi olmadığı için de hikmetten bir cüz olmaktan uzaktır. Yaradılışı itibarıyle hikmetten bir cüz olma vasfını, onu kullananın birikimi ve niyeti doğrultusunda kaybetmiştir veya kaybettirilmiştir. İslam inancı ile ilgisi olmayan ve insanların oluşturduğu din ve Tanrı’yı anlatan müziklerin hepsi için bunu söyleyebiliriz. İslam inancı, doğru ve Allah’ın razı olduğu bir Allah inancından neş’et ettiği için, hikmetten bir cüz olma özelliğine sahip olan müziğin elbette bu müziklerle “müzik” olmanın dışında bir yakınlığı da yoktur. Temel fark budur. Ama bu temel farkın dışında ses sistemi ve bu seslerin kullanımını ihtivâ eden teknik hususlarda da fark vardır. Bunları anlatmak için herhalde başka bir röportaj daha gerekebilir. Ama bu konuda da kısaca ve özetle söylenebilecek sözler vardır. Batı müziğinin her ne kadar bizlere zengin ifade gücüne sahip bir çoksesliliği ihtivâ eden vertical, yani dikey hareketinde armoninin tamamen fonksiyonların hareketi olduğu ve tamamen kurallar üzerine kurulu olduğu için, insanın hüzün gibi duygularını ifade etmekte yetersiz olması, Batı müziğini birkaç cümle ile özetlemek açısından önemli olabilir. İlk başta duyduğumuz o görkemli çok seslilik, belki de Batı müziğinin duyguları ifade etmekteki yetersizliğini gizlemekte yeterlidir. Buna mukabil İslam medeniyetinin müziği, horizontal yani yatay hareketiyle makamsal yapısı içinde her sese hür bir şekilde kendini ifade edebilme hakkı verir, müzisyenin duygularını daha rahat ifade edebilmesini sağlar. Mesela Batı müziğinin dikey hareketine ve armonideki uyumluluk-uyumsuzluk kurallarına göre uyumsuz olan bir aralık, İslam medeniyetinden neş’et eden yatay harekette uyumlu hâle gelebilmektedir.
Kendi öz kültürümüzün bir parçası olan ve bize ait duyguları en güzel ifade edebilen öz müziğimiz konusunda, yeni nesilde bir aşağılık kompleksi görüyormusunuz? Batı’ya olan hayranlığımız müziğimizi değiştirdiği gibi, ahlâkımız, kutsal değerlerimiz gibi her alanda da gizliden seyreden bir dönüşüm başlattı. Kültür empozesinde müziğin etkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Antik Yunan düşünürü Platon (Eflatun), “Müziğini değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır.” demiştir. Bu önemli biz sözdür. Müziğimizin değiştirildiği ve öz müziğimizin yasaklanıp Batı müziğinin zorunlu hâle getirilmesinin yanında, ideal müzik olduğu propagandasının yapıldığı dönemlerde, Batılılaşmaya inanmış insanlar ve o dönemin gençleri, öz müziklerinden dolayı aşağılık kompleksi duyar hâle getirilmişlerdir. Müziğimizin değiştirildiği dönemlerden farklı olarak bugünkü yeni nesiller, neyi kaybettiklerini ve yerine konulmak istenenin ne olduğunu tam olarak bilmedikleri ve yaşatılan bu travmayı hissetmedikleri için, bence aşağılık kompleksine kapılmadılar, çünkü neyin ne olduğunun farkında olamadılar. Ama yapılmak istenenin ne olduğunu ve nereye vardığını farkeden yeni nesiller, artık olan bitene daha bilinçli bakmaya başladılar ki bu memnuniyet verici bir gelişmedir. Bu “farkında” yeni nesiller, kendi müziğimizi de ve neleri kaybettiğimizi de farkettiler. Şimdi sanırım kaybettikleri ya da gönderilen bu değerleri geri çağırmaya başladırlar.
Biz, Batı’ya hayranlık duyar hâle getirildik. Bize ait olmayan, Batı’dan bize aktarılan değerlerin övgü ve propagandası ile yetiştik. Batı’ya ait olan her şey iyidir, doğrudur, güzeldir diye öğrendik ve buna şartlandırıldık. Batı’yı ve Batı’nın hayat tarzını idealize ettik ve insan için dünyada en iyi hayat tarzının da bu olduğuna inandırıldık, inandık. Müzik, hayatı tamamlayan ya da hayatı ifade eden en önemli araçlardan biri olarak, bizler için daha farklı anlamlar ifade etmeye başladı. Bach, Beethoven veya Mozart çalıp dinlemenin çağdaşlık demek olduğunu ve bizi bir Batılıya daha fazla benzettiğini zannettik, kendi kimliğimizden uzaklaştık ve bizim de “kendimize ait” bir müziğimizin olabileceğini unuttuk. Elbette bu değişim sadece müzikte gerçekleştirilen bir değişim değildi ama müzikteki değişim önemliydi. Cevaba girerken Platon’dan aktardığım söz aslında her şeyi izah ediyor. Müziğimiz değiştirilince sitemizin duvarları yıkıldı. Sitemizin duvarları yıkılınca yüzyıllar boyunca kendi kendimize oluşturduğumuz güvenliğimizden tutun da yaşama, komşuluk tarzlarımıza kadar her şeyimize, hatta aile yapımıza girildi, talan edildi. Şöyle diyen çıkabilir: “Madem sitenin duvarları yıkıldı ve güvenliği kalmadı, o halde sen de evinin kilidini sağlamlaştır, bir kilit yerine iki kilit koy.” Maalesef bu çözüm değil. Nitekim, evlerimizin kapısını kilitlesek de dışarıya bağımlı bir hayatımız olduğu için dışarıda biriken kir ve pislik bizimle birlikte istemeden de olsa evimize girdi. Kimse dışarıyı düzeltmek ve dışarıda biriken pislikten kurtulmayı düşünmediği gibi, bunu pislik olarak değil çağdaşlık, insanca yaşamak olarak gördü ve bizi kapımızı kilitlemekle sorumlu tuttu. Evimize kadar giren yeni Batılı değerler, geleneğin bize öğrettiği ve duvarımızda asılı duran Kur’an-ı Kerîm’e gerek olmadığını, aklımızın bize yeteceğini telkin ederek onu oradan indirtti. İndirtmekle de kalmadı, bize Batılı hayatın propagandasını yapanların kendi kutsal kitaplarını, duvardan indirdiğimiz ve aslında hayatımızda pek yer vermesek de saygı duyduğumuz, inandığımız Kur’an’ın yerine ikame etmeye çalıştı. Bu anlattıklarımla nasıl bir değişim yaşadığımızı ve bu yaşadığımız değişimin aslında “müzik devrimi” adı verilen, insanlık tarihinde eşine rastlanmamış bir değişime bağlı olduğunu söylemek istiyorum. Sorunuzda, bir kültürü empoze etmede müziğin rolünü sordunuz ki zaten müzik değişiminin getirdiği hayat tarzı değişikliği, içinde kültürü de barındırmaktadır. Müzik, bir toplumun hissiyatını, hayat tarzını hatta bu hayat tarzındaki detayları görebilmemizi sağlayacak en önemli sanattır.
Kendi öz müziğimizi yeni nesle sevdirmemiz ve bir dönüş başlatmamız mümkün mü ?
Elbette mümkün, ama bunun için önce aileden başlayarak kendi mûsikîmize yönelmeli, çocuklarımızı çok küçük yaşlardan itibaren kendi ses cevherimize âşinâ hâle getirmeliyiz. Eğer çocuklarımızın “Nasıl olsa okullarımızda müzik eğitimi var.” deyip doğru bir müzik eğitimi almalarını ihmal edersek onların eksik yetişmelerine sebep oluruz. Çocuklarımızın kulaklarını daha üç-dört yaşından başlayarak eğitmeye başlamalı ve onlara kendi mûsikîmizin ses cevherini tanıtmalıyız. Ben her zaman, Allah’ın “ahsen-i takvim” üzere yarattığı her kuluna çok iyi bir kulak verdiğine ve çok küçük yaşta müzik eğitimi alan bir çocuğun zaten bilimsel olarak da kanıtlandığı gibi matematik zekâsının gelişeceğine ve konuşma dilinin de kısa sürede düzgün hâle geleceğine inanırım. Çocuklarımızın erken yaşta mûsikîmizi öğrenmesi ve bir enstrümanımızı çalmaya yönlendirilmesi, onların gelişmelerini hızlandıracak ve daha nezih birer kişilik olarak yetişmelerini sağlayacaktır. Bahsettiğiniz dönüşü sağlamamız evet mümkündür. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için de mûsikîyi asla küçümsemeden ve ona gereken önemi vererek, çocuklarımızın çok küçük yaşlarda kendi zengin ses ve melodi cevherimizi doğru bir şekilde ve ciddiyetle öğrenmelerini sağlamalıyız. Bakın göreceksiniz, on yıl sonra Türkiye’nin insan profili değişecek ve gelişecek. “Ağaç yaşken eğilir.” atasözünün, boşuna söylenmiş bir söz olmadığını muhakkak siz de benim kadar biliyorsunuzdur.
Çok teşekkür ediyoruz.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum.