Yemen’e Giden Gelmiyor / Talha Uğurluel

gonul-20-yemenDünyanın en eski şehirlerinden biri olan Yemen ile ilgili genel bir bilgi verir misiniz?
Yemen, beni dünyanın en çok etkileyen birkaç ülkesinden biri. Çünkü dünyanın en eski ülkesi. Yani Kur’an-ı Kerim’in bize anlattığı en eski kavimler Ad kavmi, Semud kavmi, Nebatiler, Hımyeriler, Mayin, Sebe, hepsi orada olunca bu ülkenin önemi daha çok artıyor tabi.
Mesela biz turistik gezi yapıyoruz. Turistik gezide insan ne ister? Ben ülkemde olanı değil olmayanı görmek isterim, yani otantik ve ilginç olanı isterim. Eee, şimdi Yemen’e gidiyorsun adamların kıyafetleri farklı, evleri farklı, yaşantıları farklı, bellerindeki cembiyelere kadar farklı… Tam aradığımız otantiklik var, bozulmamış bir doku var. Öyle olunca birincisi eski ülke, ikincisi otantik doku, üçüncü olarak da Yemen bizim 400 sene boyunca hiç kavgasız gürültüsüz yönettiğimiz nadir ülkelerden biridir. I. Dünya savaşında bütün ülkeler bize sırtını dönüyor, bir tek Yemen “Aman bizi bırakmayın.” diyor. İmam Yahyalar var, böyle enteresan bir ülke ve bunları da yan yana koyunca Yemen çok özel bir ülke.

Yemen halkının çok sert mizaçlı olduğu, kimseyi yanlarına yaklaştırmadığı, hatta bu sebepten Avrupa tarafından sömürülemeyen tek ülke olduğu doğru mudur?
Evet, Yemen halkı çok sert mizaçlıdır. Bu sebepten, İngilizler bu ülkeye sızmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Yemen halkı dünyada bir tek topluma eyvallah etmiştir, o da Osmanlı. Bunun dışında kimseyi kabul etmemişler.

Cumhuriyet kurulduğunda da ilk tanıyanlar yine Yemenliler değil mi?
Evet, şöyle: İmam Yahya TBMM kurulduğunda tanımak değil, tâbi olduğunu ilan ediyor. Tam üç sene boyunca mektup gönderiyor Ankara’ya ilk meclise “Ben sizin mebusunuzum bizi unutmayın.” diye. Bizdense cevap bile çıkmıyor. Bugün nasıl İngilizlerin taa Arjantin’de adaları var ve “Arjantin benim derseniz savaş açarım.” diyor… Bizim de aynen Yemen’de tıpkı Kıbrıs gibi bir devletimiz olabilirdi bugün ama ne yazık ki yok…

Peki Osmanlı’yı kabul etmelerini neye bağlıyorsunuz?
Osmanlı Yavuz’la beraber gidiyor oraya ve Osmanlı gittiğinde orada Portekizler var. Portekizler ciddi kan dökmüşler. Hadramut ili ülkenin doğusunda yer alır. Osmanlı Hadramut’tan Aden’e kadar o kıyı hattını Portekizlerden temizliyor. Osmanlılar Müslüman bir devlet, Yemenliler de Müslüman bir devlet. Osmanlı bu anlamda Yemenlilere çok iyi davranıyor. Şimdi diyeceksiniz ki: “Ya hocam siz de çok toz pembesiniz. Yemen’de hiç isyan olmadı mı?” Oldu tabi oldu. İmamları vardır Yemenliler’in, Zeydi imamlar. Bunlar bayağı zorladılar Osmanlı’yı ama onlarla yapılan çarpışma dışında halka mal olmuş bir şey hiçbir zaman olmadı.

Taiz bölgesinde Sabır Dağı’nın zirvesinde, daha sonra üzerine beyaz mescid yapılmış olan mağaralar var. Buralarda Ashabı Kehf’in yaşadığı söyleniyor. Bu konudan bahseder misiniz?
Evet, Sabır Dağı Arabistan yarımadasının en yüksek dağıdır. Suudlular oraya sayfiyeye gelirler. Sabır Dağı’nın zirvesinde de dediğiniz gibi bir mescid var, mağara var. İçerisinde Ashab-ı Kehf’in isimleri de kullanılmış. Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş ve köpekleri Kıtmir’in isimleri yazılı. Orada Roma’ya ait kalıntılar da var ama gerçekten Ashabı Kehf orada mı? Yoksa Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde mi? Yoksa İzmir’in Efes’in de mi? Yoksa Tarsus’ta mı? Ürdün’e de gittim, hepsini gezdim ama bana en çarpıcı en gerçekçi gelen Afşin’deki yer oldu. Çünkü Kur’an’daki tanımlamalara da en çok orası benziyor. Bir de Afşin’e tarih boyunca Roma yatırım yapmış, mağaranın yanına kilise yapmış. Selçuklu oraya cami, medrese ve kervansaray yapmış. Yani bu ne demek? Geçmişin en çok sahip çıktığı mağara Afşin’deki mağara. Bundan dolayı kuvvetle muhtemel ben orasının gerçek olabileceği kanaatindeyim.
Ashab-ı Kehf’e ait birçok yerde mağara olmasını şöyle izah ediyorlar: Ashab-ı Kehf hicret ederken önlerine gelen mağaralarda konaklayarak yollarına devam etmişler. Sonra her bölge Ashab-ı Kehf’i sahiplenmiş diyorlar.
Ashab-ı Kehf aslında o zaman Hz. İsa’nın getirdiği hak din olan Hristiyan gençlerdi biliyorsunuz. Biz bugün Ashab-ı Kehf’e sahip çıkıp Hristiyan dünyasına anlatabilsek ne kadar güzel olur. Biz gerçek Hrıstiyan Ashab-ı Kehf’e sizden daha çok sahip çıkıyoruz diyeceğiz.

Şehzade türbelerinde ve evlerde kullanılan bu isimlerden bahseder misiniz?
Tabi, şöyle ki Ashab-ı Kehf yani Mağara ashabı 300 seneye yakın mağarada kaldılar. Dakyanus döneminde kaçıp mağaraya saklandılar, Hristiyanlık serbest hale gelince keşfedildiler ve canlı olarak etiyle kemiğiyle bulundular. Allah orada gösterdi göstereceğini. Yani bu şu demek: Allah bu insanları 300 sene yırtıcı hayvanlardan, tabiat şartlarından, Roma’nın zulmünden ve daha nelerden nelerden korudu. Biz şimdi bu kişilerin isimlerini alıyoruz, evimize barkımıza, üstümüze, mezar taşımıza bile yazıyoruz. Niye? Bu bir dua aslında “Ya Rabbi! Senin yüzyıllarca koruduğun o güzel insanların ismini biz evimize barkımıza yazdık. Onların hürmetine bu ev ahalisini mağara ashabı gibi koru, hastalık verme, açlık verme, düşmanı musallat etme.” Buna benzer yazıları birçok evde ve türbede gördüm.

Peygamber Efendimiz’in emriyle Yemen’e giden Muaz bin Cebel Hazretleri Ulu Cami’yi yaptırıyor. Bu camiden ve özelliklerinden bahseder misiniz?
Mescidin olduğu yer eski Taiz. Burası eskiden Yemen’in baş şehirlerinden biriydi, şimdiyse köy ama o zaman çok önemli bir yerdi. Muaz bin Cebel Peygamberimiz (sav) tarafından Yemen’e gönderiliyor ve gönderirken Peygamber Efendimiz devesini veriyor ve devenin çöktüğü yere mescidini kur diyor. Aynı hicret sonrası devesinin çöktüğü yere mescid yaptırdığı gibi. Devenin çöktüğü yere mescid yapılıyor. Hatta mescidin orta avlusunda bir direk vardır, işte o sütun devenin çöktüğü orijinal yerdir.
Muaz bin Cebel Hazretleri çok hilm ehli yumuşak bir insan. Ondan evvel Hz. Ali’yi de gönderiyor Efendimiz, Halit bin Velid Hazretlerini de. Ama bunlar asker kökenli ve daha sert mizaçlılar. Muaz bin Cebel Hz. ile beraber Yemenliler İslam’a kalplerini açıyorlar. Bir de o cami mimari olarak çok güzeldir ve muhteşemdir. Enine genişleyen bir plan şeması, Medine’deki Mescid-i Nebevi’nin bire bir kopyasıdır ve hâla orijinal hali durur. Medine’deki mescit zaman içinde değişikliklere uğradı ama Yemen’deki Ulu Cami olarak bilinen mescit hâla orijinal hali ile duruyor. İçinde çok özel sanatlar var, aynalı yazılar var. Üst düzeye çıkmış sanat harikası yazılar var. Kılı kırk yarmışlar ve normal yazı onları tatmin etmemiş, aynalı yazılar yapmışlar, tamamen sanatın zirvesi. Hani insan mükemmelleştikçe daha iyisini arıyor ya onun gibi bir şey. Bu caminin minberi Selahaddin Eyyubi’nin kardeşi Tuğtekin tarafından yaptırılıyor. Selahaddin Eyyubi’nin iki tane kardeşini biliyoruz. Daha çok kardeşi var ama ikisini Yemen’e göndermiş; biri Turanşah diğeri Tuğtekin. Şimdi hep tartışırlar “Selahaddin Eyyubi Türk müydü? Kürt müydü?” diye. Selahaddin Eyyubi’nin bir tarafı Selçuklu Türklerine, bir tarafı da o bölgedeki Kürt oymaklara dayanıyor. Muhtemelen anne tarafı Kürt, baba tarafı Türk’tür. İsimlerden de anlıyoruz. Mesela erkek kardeşinin adı Turanşah. Turan ne demek? Türk demektir. Diğer kardeşi de Tuğtekin. Biz bir gezimizde Yemen’e gittik. O minberde bir yazı var ve yazıyı okumaya çalışıyoruz ama zor tabi üzeri boyanmış vs. Yemenli cami imamı iyi okuyor, Arapça ana dili. Orada ne yazıyor dedim. “Tahtakin” diye okudu. Sonra öğrendik ki Tuğtekin… Adam Arapça okuyunca tahtakin diye okuyor. Türkler ve Kürtler asırlar boyu beraber yaşamışlar. Bakın biz bile bugün tam mânası ile bazı şeyleri net söyleyemiyoruz değil mi? Yani o kadar iç içe ki ayırmak mümkün değil.

Yemen’de Arze’l Cenneteyn diye bir bölge var. Burası Allah’ın gazabına uğramış. Kur’an’da Kalem suresinde anlatılıyor. Burayı bize anlatır mısınız?
Bence Kur’an-ı Kerim, tabiri caizse dünyada yaşanmış en ilginç olayları anlatır. Bu yönüyle de rehber bir kitaptır. En güzel ve en sağlam tarih kitabıdır, olaylar ve kıssalar bakımından. Hiç şüphesiz bütün tarihi en iyi bilen Allahu Teala hepsini görüyor ve biliyor. Kur’an-ı Kerim’de Kalem suresinin ilk ayetlerinde anlatılan bahçe sahipleri bölümü vardır. Hayırsever bir adam ve cimri çocukları bahsi. İşte İslam alimlerine göre burası Sana’ya 50 km. uzaklıktaki bu yerdir. Arze’l Cenneteyn Kalem suresinde ilk yedi ayette geçer. Şöyle anlatılır: Çok hayırsever bir adam var. Her sene bahçesinden meyveler devşiriliyor ve öşrü hemen halka dağıtılıyor. Adam öldüğünde üç çocuğu kalıyor. Ortanca ve büyük olan “Biz artık vermeyelim, çünkü üç kişi olduk. Bu bize ancak yeter.” diyorlar. Küçük kardeş ne kadar yapmayın etmeyin dese de dinlemiyorlar. Bahçeye gittiklerinde bahçelerini tanıyamıyorlar. Sonra anlıyorlar ki orası kendi bahçeleri. Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der. Yakında biz onun burnunu damgalayacağız. Şüphesiz biz, vaktiyle “bahçe sahipleri”ne bela verdiğimiz gibi, onlara (Mekkeli inkarcılara) da bela verdik. Hani o bahçe sahipleri, sabah erkenden (fakirler gelmeden) bahçenin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi. (Bunu tasarlarken) istisna da yapmıyorlardı. (“İnşallah” demiyorlardı.) Nihayet onlar uykuda iken Rabbin’den bir afet (ateş) bahçeyi sardı. Böylece bahçe, (anızı) yakılmış toprağa döndü. Derken, sabahleyin birbirlerine, “Haydi, eğer ürününüzü devşirecekseniz erkenden gidin.” diye seslendiler. Bunun üzerine, “Sakın, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın.” diye fısıldaşarak yola koyuldular. (Yoksullara yardım etmeye) güçleri yettiği halde (böyle söyleyerek) erkenden yola çıktılar. Fakat bahçeyi o halde gördüklerinde, “Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!” dediler. (Gerçeği anlayınca da) “Hayır, meğer biz mahrum bırakılmışız!” dediler. Onların en akl-ı selim sahibi olanı, “Ben size ‘Rabbiniz’i tesbih etseydiniz ya!’ dememiş miydim?” dedi. Onlar, “Rabbimiz’i tesbih ederiz (yüceltiriz). Şüphesiz biz zalim kimselermişiz.” dediler. Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar. Şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz! Umulur ki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz artık Rabbimiz’i arzulayanlarız.” İşte böyledir azap! Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; ah bir bilselerdi!” (Kalem, 15-33)
Biz gittik oraya, etrafta şeftali kayısı bahçeleri var. Ortadaysa beş dönümlük bir alana resmen ateş inmiş tepeden, volkanik arazi olmuş. Sanki toprak yerin altından kayalaşarak fışkırmış. Dünyanın bütün peyzajcıları bir araya gelse orada bir saksı çiçek yetiştiremez. Şu an orada çimen bile yok. Etrafta çimen var ama oraya gelince resmen bitiyor.

Sula’da bulunan Camiü’l Kebir’den bahseder misiniz?
Orası Hristiyanların elindeyken kilise olarak kullanılmış. İçinde bir haç resmi var ama orayı kapatmışlar, yani üstü örtülmüş hâla duruyor. Bizde de vardır böyle camiler. Mesela Süleymaniye Camii’nin altında Molla Gürani Kilise Camii var. Roma döneminden kalma bir kiliseymiş, Osmanlı’da bir dönem sonra cami olmuş. Osmanlı bunu camiye çevirirken içerideki ikonları kibarca kapatmış. Çünkü içeride onlarla namaz kılamazsın ama dışarıdaki haçları ellememiş. Çünkü caminin dışındaki haç şeklinin yani artı işaretinin bizim ibadetimize bir engeli yok. Ebu’s Suud Efendi rahatsız değil, Zembilli Ali Efendi rahatsız değil ve kimse ellememiş. Fakat bundan 5-6 sene evvel cami cemaatinden 2-3 amca bir araya gelmişler, elleriyle kardıkları sıvalarla mala bile kullanmadan o güzelim tarihi eseri kapatmışlar. Bunu da dine hizmet olarak görüyorlar. Aynı şey 1975 yılında Eyüp Sultan türbesindeki Davut Yıldızlarına da yapıldı, camlardaki yıldızları kestiler. Yahudi bayrağındaki yıldızın burada ne işi var diye… Halbuki onu yaptıran I. Ahmet, Osmanlı’da çokça kullanılmış bu yıldız. İşte böyle bir durumdayız.
Camiye geri dönersek bu caminin bir mihrabı var ki 1200’lü yıllarda, bir Müslüman devlet olan Resuliler tarafından yapılmış. Avrupalıların Rönesans sonrası ortaya koyduğu sanatı onlar 1200’de yakalamışlar. Ancak, bugün bizim tarihimizi Avrupalılar yazdığı için biz ne diyoruz? Yeni çağ diyoruz. Neye göre Yeni Çağ? Avrupa’ya göre. Yoksa biz Yeni Çağ’ı o yıllarda yaşıyorduk zaten. İşte tarihimizin yeniden yazılması lazım. Barok sanatının zirvesidir o mihrap. İstiridye kabuğundan muhteşem bir şekilde yapılmıştır. Avrupa bilmiyorken biz yapmıştık ama şimdi Avrupa’dan öğrendik diye biliyoruz. Ne acı değil mi…

Taiz Muzafferiye Külliyesi’nden bahseder misiniz ?
Yemen’den 1200-1400 arası 200 sene Resuliler devleti hüküm sürüyor. Bu devlet hem zengin hem âlim. Emir Muzaffer ve Emir Eşref Külliyeleri vardır. İkisi de Resuli devletlerinin başkanlarıdır ve Taiz başkentleridir. Bu insanlar sanatta öyle bir zirveyi yakalamışlar ki 800 sene önce yapılan o giriş kapısındaki kandil… Kandil bizde çok kullanılır, Osmanlı’da ve bugün de vardır. Mezar taşlarında, çeyizlik seccadelerde… Neden? Çünkü kandil demek kabrin aydınlığı demektir. Biz bunu mezar taşına işleriz “Ya Rabbi! Bu vefaat eden büyüğümüzün taşına kandil işledik, kandil astık. Sen onun kabrini cennet kandiliyle ışıl ışıl eyle.” deriz, evlerimize ve mihraplarımıza koyarız. Bu bir duadır ve onu gördükçe kabir aydınlığını hatırlar, onun duasını yaparız.
Buranın medresesinde dev bir Yemen kütüphanesi vardı. 800 sene öncesinin binlerce el yazmasını İmam Yahya aldı, onları sarayına taşıdı; şimdi nerede bilmiyoruz. Kütüphanenin ahşap kısımları iyice erimiş, yok olmak üzere. Ciddi bir restorasyon gerekiyor ama Yemen fakir bir ülke, birinin sponsor olması lazım. Ahşap kündekâri sanatının zirveleri var orada. Selçuklu’nun Anadolu’da yaptığını onlar Yemen’de yapmışlar, birbirini tanıyan toplumlar bunlar.

Yemen illerinde Veysel Karani, çok meşhur ilahilerimizdendir. Türbesi de orada mı?
Veysel Karani Hz.’nin Türkiye’de ve Yemen’de birer kabri var. Veysel Karani Hz.’nin bana göre gerçek kabrinin olduğu yer Suriye’de, Sıffin bölgesinde. Burası da Fırat boyundaki Rakka kentinin doğusundadır. Veysel Karani Hz. Sıffin savaşında şehit oldu. Hz. Ali ve Muaviye taraftarları savaşmıştı. O, Hz. Ali taraftarıydı. Ben Sıffin’e savaşın olduğu yere de gittim. Orada da bir türbesi var. Orada Musab bin Umeyr Hz. ile yan yana yatıyor, gerçek kabir orası. Tabakatlar öyle gösteriyor ama diğerlerine de gittiğimde orada yatıyormuş gibi dua ediyorum. Oralarda da bir irtibatı olduğuna inanıyorum. Çünkü Tezkiretü’l Evliya’da Feridüddin-i Attar Hz. böyle anlatıyor.

Vadi-i dahr bölgesi kuzey Yemen’de bu bölgedeki imamlık sisteminden imam evlerinden ve yaşadıkları zorluklara rağmen Osmanlı’yla bağlarını koparmamalarından bahseder misiniz?
İlk Çağ’dan beri bir yerleşim alanı, kaya bir ev orası. İlk Çağ’da o yüksek kayanın içleri oyulup mağaralar kullanılmış. İnsanlar o ilk çağlarda kerpiçten tuğla evler yapmaya başlayınca o mağarada yaşanan evin üstüne de dev bir çıkma ev yapmışlar. İmam evi olmuş orası, artık yeni bir kral evi gibi. İmamlar Yemen’in kralları gibiydiler. En son İmam Yahya kullandı orayı, Osmanlı subayları gelirdi, meclisler kurulurdu, sohbetler edilirdi. Şimdilerde turistik bir yer olarak bulunuyor.

Fil suresinde anlatılan Ebrehe’nin yeri Yemen’de. Oradan da bahseder misiniz?
Aslında Yemen tarihi yabancı değil, biz bunları parça parça biliyoruz. Yemen’in tam karşısında Kızıldeniz’in öbür tarafında Habeşistan devleti ve başında da Necaşiler var. Necaşi, kral demektir. Hristiyan dönemin Necaşisi, Ebrehe’yi adamlarıyla Yemen’e gönderiyor. Karşı tarafta (Yemen) Musevilik yayılmış ve Hristiyan katline başlamışlardı. İşte onları kurtarmak için geliyor ve Yemen’i ele geçiriyor. Bu kez onlar Musevileri katlediyorlar. Sonra hepimizin bildiği, Kâbe’i yıkma mevzuu var. Tabi ki Ebrehe helak oluyor. Bildiğimiz gibi Ebrehe Kâbe’ye alternatif bina yapıyor. Onun helakı sonrası, yaptırdığı binayı halk çöplük hâline getiriyor. İbretlik bir yer yani. Bugün bina yok ama binanın olduğu yer yuvarlak içine alınmış ve çöplük olarak kullanılıyor. Yani Müslümanlar, Kur’an’a ait mevzuları hiç unutmamış, korumuş, muhafaza etmişler. Bu bizim için büyük bir kazanım diyebiliriz. Bir bakıma biz, Kur’an’da adı geçen yerleri hem yerinde görüp anlatıyoruz hem de tefekkür ediyoruz. Eski Habeşistan Kralı Necaşi’nin kabri ise Etiyopya’da. Hâla insanlar ziyaret ediyor.

Okurlarımıza iletmek istediğiniz bir konu var mı?
Yemen halkıyla bugün bizim Türkiye olarak çok ciddi bağımız var ve yeniden o bağımızı ayağa kaldırmamız lazım. Hani kalkıp da emperyalist güçler gibi Yemen bizim olsun falan gibi bir derdimiz yok. Bakın Habeşistan’ı İngilizler dörde böldüler ve bu dört ülkeyi de ayrı ayrı sömürmeye kalktılar. Etiyopya, Somali, Cibuti ve Eritre. Bugün İngilizler ‘united king’ diyorlar yani birleşik krallık. İngiltere demezler, birleşik krallık derler. Hâla adamlar bunu bu damarla söylüyorsa biz neden sıradan bir devlet gibi davranalım. 400 sene aynı çatıda olduğumuz insanlarla dostluk ve kardeşlik bağlarımız var. Orada o topraklar için ve orada yaşayan insanlar için savaşmış binlerce şehidimiz var.
Bakın Ahmet Haşim Bağdatlı diyoruz, Yahya Kemal Üsküplü diyoruz. Üsküp neresi, Bağdat neresi. Bunlar bizim kültür havzamızın canları ciğerleri, edebiyatçılarımız oralarda doğmuşlar. Biz bu kadar iç içeyiz işte. Bu eskiden beri gelen bağları yeniden kuvvetlendirmek lazım. Bu da inanın zor değil. Yeni Türkiye, tarihi bağlarını güçlendirerek yeniden zirveye çıkacak… İyiye güzele bir gidiş var, bu konuda ümitliyiz. Bu konuda herkesin yapacağı bir şeyler mutlaka vardır.
Bakın siz, çok güzel kaliteli bir dergi ile kültürümüze ve çok önemli konulara değiniyorsunuz. Ben Gönül Dergisi’ni bu konuda başarılı buluyor ve teşekkür ediyorum.

Biz de sohbetiniz için teşekkür ederiz.

1 yorum

  1. Talha Bey, her zaman oldugu gibi bu günde sizleri zevkle izliyorum. Özellikle ehli sünnet itikadımız üzere olan hassasiyetiniz için tebrik ediyorum. Mevlam yardımcınız olsun..

ilhami Arslan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir