“Oğlum sen ‘Ergenlik Köprüsü’ diye bir şey duymadın mı? Oradan geçmedin mi? Kimin çocuğu olursan ol ya da ileri de en yüksek manevi makamlara gelecek bile olsan insansın, Adetullah’ı yaşamak zorundasın. Üstelik o benim evladım. Malım değil. Benden müstakil bir varlık. Kendince bir zekâsı, aklı, zevkleri ve imtihanı var. İyi bir evlat yetiştireceğim diye kendimin kopyasını yapmaya çalışamam. Ben değişmez temel ölçüleri, bilgileri ve duyguları veririm. Üstüne o kendince süsler, yorumlar. Rabbiyle olan özel münasebetini kurar ve kaderini yaşar.” “Yani karışmasam da ne yaptığını bilirim. Gerekirse kükrerim diyorsun.” “Aynen, çok çabuk kavrıyorsun.” Bu arada Selim çayları doldurmak için gayri ihtiyari ayağa kalktı. “Abi sen ekonomik olarak daha rahat bir yerde, sitede yaşayabilecekken buraya -yanlış anlama- sıkışmışsın sanki…” Süleyman Bey derin bir nefes aldı. “Şehirler içinde bu şehir, bu şehirde bu semt…” Cümleyi yarım bıraktı ve başka bir cümle kurdu. “Evlat sıla-i rahimi bilirsin. Yani memleketini, köyünü gidip ziyaret etmeyi.” “Ben küçükken giderdik.” “O şu sebepten mühimdir. Büyükşehirde insanlarda köksüzlük psikolojisi hâkimdir. Adam köyüne gidince dedesinin kabrini, babasının evini, arkadaşlarını görür. Çocukluk hatırlarını hatırlar. Kendine güveni gelir. İşte milletler de geçmişten kalan eserlerle köklü şanlı bir tarihe sahip olduklarını hatırlarlar. Bu sebepten mezar taşı sadece bir taş; çeşme, artık bir çeşme değildir. Ben buralardan koparsam kökünden kopmuş gibi hisseder, yaşayamam. Peki ne zaman ayrılırsın, dersen bunun daha iyisini başka bir yerde inşa etmek veya ihtiyacı olan gönüllere ekmek için.” “Anlattıklarından ben Osmanlı’dan ya da geçmişimden güç alıyorum diyorsun da bu gitar, klasik müzik cd’leri neyin nesi, ne alakası var?” Elini cebine atan Süleyman önce bir iki yüzlük çıkartıp eliyle resmi işaret ederek; “Bu kim?” “Yunus Emre” “Çok güzel” Sonra bir yüzlük “Ya bu kim?” Küçük yazıları zorla okuyarak “Buhurizâde Mustafa Efendi (Itrî)” yazısını okuyabildi.
Yunus Emre Hazretleri vefat edeli neredeyse dokuz yüz yıl olmuş. Ama hâlâ “Bizim Yunus, Koca Yunus” diyecek kadar yakın, canlı ve aramızda. Bazılarının tabiriyle “Köylü”. İşe bak ki şimdi koca koca profesörler ömürlerini ve çuvallarca para harcayıp onun hayatını, sözlerini araştırıyorlar. Sonuç, bi bu kadar daha araştırmak gerek diyorlar. Dahası birçok kendisini beğenmiş, kütüphaneler dolusu bilgi kafasında ve tüm entelektüel birikimiyle, onun kurduğu bir cümleyi kurmaktan aciz, hadi kursa bile cılız…
Buhurizade Mustafa Efendi, Yunusça dökülen sözleri bestelemiş. En güzel haliyle yüreklerde yer alsın diye. O anlatırken Selim “Ne diyorsun, anlamıyorum.” dercesine bakıyordu. Süleyman’ın, kirli sakaldan biraz uzun sakal ve bıyıklarının çevrelediği dudaklarından kelimeler dökülmeye devam etti. “Hani Ramazanlarda teravihlerde okunan salevât-ı şerife var ya.” “Evet, evet” “İşte onu besteleyen bu zâttır. Kısacası evladım, dünyada Türk klasik ve Batı klasik müziği var. Yani eskimeyen eski.” Bilgi bombardımanından ve mat olmuşluk hissinden bunalan Selim; “Abi anlaşılan sen şarkıda söylüyorsun, hadi bir tane patlat da dinleyelim.” Komik ve sığ kalan “Patlat” tabirine rağmen Süleyman “Ha deyince söylenmez ama bugünün hatırına söyleyeyim.” Boğazını temizleyip diyaframını nefesle doldurduktan sonra “Bir kızıl goncaya benzer dudağın” parçasını icra etti. Eser bittiğinde Selim’de pis bir sırıtma belirip tam ağzını açacaktı ki Selim “Bu parçanın güftesi Peygamber Efendimiz (sav) için yazılmıştır ve 20. yüzyılın en iyi Türk Sanat Müziği eseri olarak kabul edilir.” dedi. Başını utanarak eğip cahilliğine üzülen Selim “Abi en sevdiğin parçayı söyler misin?” dedi. Söylemek istemediği yüzünden belli olan Süleyman tamam manasında başını salladı ve
“Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
Perde-i zûlmet çekilmiş, korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime”
eserini okudu. Bu sırada hüzün bulutları Selim’in üzerine çöktü. Şarkıda geçtiği gibi “Kimseye şikâyet etmeye hakkı yoktu.” Ayağa kalkıp apartman boşluklarına baktı, sanki hayatı gibiydi. Ağbisine dönüp “Keşke senin gibi ahlaklı, şahsiyetli ve kültürlü insanlar çok olsa. İslam’ın bu zamanda da yaşanabilir olduğunu bizzat yaşayarak bize gösterseler inan herkes dini yaşar.” Düşünceli bir çehreyle Süleyman “Sağol ama ben seninle aynı fikirde değilim.” “Neden?” “İnsanlar Allah yokmuşçasına yaşamayı, zevk alarak günah işlemeyi seviyorlar. İnsanlar kalpten sevmeyince akıl bir yere kadar gidiyor sonrası yok.” Selim “Günahı sevmek. Hakikati bilse de sevgi azlığından arkasına dönüp gitmek, sanki ben.” dedi. Evet, günahı seviyordu daha kötüsü halinden memnundu. Objektiflik içinde en iyi dost dediği Süleyman ağbisiyle subjektiflik girince ayrılıyor, adeta kaçıyordu. Onunla ve değerleriyle önce iç âleminde vedalaştı. Sonra zengin kalkışı tabiriyle aniden kalktı. “Ne oldu oğlum otur.” “Ağbi her şey için sağol. Ama kalkayım.” Vedalaştı. Temiz ve güzel olan her şeyi bilerek, isteyerek kaçarcasına bir kez daha geride bıraktı. O hızla caddeye çıkıp hemen bir taksi çevirdi. “Hava alanı, mümkün oldukça hızlı olalım.” “Uçak mı kaçacak ağbi” “Arkamdan kovalayanlara yakalanmak istemiyorum.” Cennet kokan oğlu Berki, her baba dediğinde yüreğinin yarısı giden kızını, eski karısını her bir sevdiğini ve sevenlerini, hatıralarını sorgusuz sualsiz bu şehre gömerek kaçıyordu. Nereye? Hedonist, bohem bir hayat yaşayacağı şehre. Süleyman konuşurken o kafasının içinde cevabını çoktan bulmuştu. Orada doğmasa bile “Memleket neresi?” dediklerinde “Antalya” derdi. Memlekete dönecekti. Akşam 18.00 uçağında yer buldu. O saate kadar gergin bekleyiş, can sıkıntılı bitmek bilmeyen dakikalar. Bir de gidilecek yer turistik olunca her milletten insan vardı. Nihayet uçak kalkışa geçip yükseldikçe küçülen şehir ve hayaller gözüne çok değersiz gözüküyordu. Kısa süren bir yolculuktan sonra nihayet lüks bir otel odasındaydı. Bir hayatın yorgunluğunu atmak istercesine kendisini yatağın üstüne bıraktı. Gözlerini yumdu “Elimde olsa kendimi sıfırlamak, geçmişe dair her şeyi silmek isterim.” dedi. Öylece uykuya daldı.
Gecesi gündüzüne karışmış o amaçsız hayatına aynen devam etti. Bir gece tek başına bar taburesinde otururken, kısaya yakın orta boylu, dikdörtgene benzeyen ileri doğru çıkan çenesi, siyah teninde kara gözleri ve dökülmeye başlayan saçlarını geriye doğru taramış bir adam “Merhaba” dedi. Selim, seninle konuşmak istemiyorum dercesine cevap verdi. Adam elini uzatıp “Turgay Çamuroğlu, Gezgör Turizmin sahibiyim.” İsteksiz tavırlarıyla “Ben Selim, işten kovulmuş biriyim.” “Madem işten kovuldun bu gece bendensin.” “Yok istemem.” Adam zorla dostluk kurmaya çabalıyordu. Israrcı tavrına karşı koyamayan Selim’in kabul etmesi işin başlangıcı oldu. İki hafta boyunca devam eden bu tanışma faslı en sonunda yalnızlıktan sıkılan Selim’in iç döküşleriyle perçinlenmeye başladı. En sonunda yaşadıklarını bir gece sabaha kadar her bir teferruatıyla anlattı. Sanki üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Turgay, o uzun çenesini daha bir ileri çıkartarak kahkahaya yakın bir gülüş fırlattı ortama. Sonra sol elini Selim’in sırtına koyup; “Senin derdinin çaresini biliyorum.” dedi. Selim de merakla “Neymiş çaresi?” “Seni meşgul edecek ama yormayacak, kafana göre yaşayacağın göze batmayan bir iş.” “Ne işi?” “Selimcim benim bir dostum, abim vardı. Rahmetli oldu. Kale içinde küçük bir butik oteli var. Mirasçılar satılığa çıkarttılar. İyi bir ismi var. Hem üç-beş yolunu bulursun hem takılırsın.” Bu fikirler Selim’e çok mantıklı geldi.
Karanfil sokakta RHT Butik Otel, tarihi bir görüntüsü olan tatlı, şirin bir yapıydı. Selim’in içi ısındı. Eski şirketinden payına düşen parayla hemen satın aldı. Zaten personel de hazırdı. Tadilat, temizlik, iki ay içinde faaliyete başladı. En güzel ve geniş odayı kendisine ayırdı. Her şey beklediğinden daha kolay olmuştu. İşler tıkır tıkır işliyordu. Selim sabahlara kadar âlemde eğleniyor, ikindiye kadar yatakta uyuyordu. Günler böyle geçerken Turgay’la olan samimiyetleri gün be gün artıyordu. Yine yakıcı yaz sıcaklarının akşama kavuşup biraz ferahladığında Turgay yanında yirmi beşli yaşlarda siyah uzun saçları, kömür kara bakışları ve mazlum görünümlü bir kızla beraber geldi. Kızın alımlı ve mazlum hali Selim’in ister istemez dikkatini çekti. “Merhaba kanka.” “Hoş geldin kanka.” “Tanıştırayım bu Gizem Hanım.” Selim başını hafif sallayarak elini uzattı. Kız da uzanan el havada kalmasın dercesine yarım yamalak elini uzattı. “Bu yakışıklı da İstanbul’un yorucu, yıpratıcı hayatından bunalıp Antalya’nın sakin hayatına sığınan ‘Çılgın Selim’ buranın sahibi.” O beyaz inci dişlerinin arasından dökülen kelimelerle “Memnun oldum.” dedi. “Kanka, Gizem Hanım iktisat mezunu, muhasebe bilir. Belli bir süre beş yıldızlı otelin satın almasına da baktı. Gördüğüm kadarıyla senin de böyle birine ihtiyacın var.” Selim artık Turgay’a o kadar çok güveniyordu ki yarım yamalak dinleyip cümlelerin nihayetindeki isteği düşünme ihtiyacı bile hissetmedi. “Turgaycığım, her zaman derim bu otel benim olduğu kadar senin de sayılır. Uygun gördün mü ben söz söylemem geçip başlasın.” Kız masadan kalkıp giderken Selim’e karışık bir duygu dünyası bırakmıştı. Selim ayık olduğu zamanlarda lobide oturuyor, insan manzaralarını seyrediyordu. Lüksten bıkmış yoklukta huzur arayanlar. Dar imkânlarıyla tatile gelip en ucuz odayı arayanlar, bir de hepsinden farklı çok bilmiş edalarıyla insanları, mekânları gözlemleyen enteller vardı. Bugün ise bunlardan farklı yanık bir türkü sesi geliyordu. Sese doğru yürüdü, yürüdü. Depodan geliyordu. Sıcaktan siyahlaşmış teni, sık saçlı asker traşlı bir gençti. Müthiş bir hasret türküsü okuyordu. Sessizce dinledi. Genç onu hiç fark etmedi. Ancak türkü bitiminde arkasına döndü. Hiç tanımadığı dinleyenine usulca başını sallayıp sen kimsin dercesine “Hoş geldin hemşerim.” dedi. Selim ilk defa gördüğü bu insana “Sen burada mı çalışıyorsun.” dedi. Gırtlaktan konuşan yanık sesli genç “Hayır, kuru gıdacı Yusuf Bey’in yanında çalışıyorum. Mal getirdim.” “Nerelisin?” “Urfalıyam ağabey.” “Ekmek parası bizi gurbete savurdu diyorsun?” Açık sözlü biri olan delikanlı “Hayır, buralara beni ekmek parası derdi savurmadı. Biz sekiz kardeşiz, ben en büyüğüm. Benim bir küçüğümle geldik. Çalışıp çabalayıp memleketten arazi alıyoruz. İleride sulu tarım daha da artacak. Bizde aile kalabalık, ihtiyaçlar artacak. Şimdiden toprakları büyütmek gerek. Hem ben de gıda tüccarlığını öğreniyorum ki memlekette bu işin hem üretimini hem ticaretini yaparım.” “Ya kardeşlerin ayrı yol tutmak isterse?” “O dediğin bizde olmaz. Bizim örf adetlerimizde birlik, dirlik vardır.” O böyle dese de Selim içinden, biraz parayı bulun sizi o zaman görürüm dercesine baktı. Türküyü çok yanık okudun, yavuklun mu var?” “Olmaz mı? Delikanlı adamın yüreği sevmeden duramaz.” “Şimdi o köyde sen burada, hee.” “Ne hee?” “Yanisi onlar işitmez, var mı buralarda bir tane daha?” “Sen ya hiç dayak yemedin ya da bir yerlerin kaşınıyor. Delikanlı sevince bir ömürlük sever. Ahirette yoldaşım olacak diye seçer. Yarı yolda bırakmaz. Dersen ki burada daha güzelleri, alımlıları var. Vardır elbette, olmaya devam da edecektir. İnsan severken sadece gözünü, kaşını sevmez ruhunu da sever. Bununla yaşlanayım diye sever. Hüznü, sevinci paylaşırsın. Bak yarın kalçanda çıban çıksa çok sevmene ve saygı duymana rağmen annenden bile utanır da yardım isteyemezsin, karın pansuman eder. Bizim sevmemiz geçici değerlerin üzerine inşa edilmez. İnsan beşeri varlık, kendine konan kanunlar gereği birçok zahiri özelliğini zamanla kaybedecek ama eskimeyen, hep taze kalan ahlakı, şahsiyeti kısacası ruhi değerler. İnsan ne kadar da zahirini seviyorum dese de geri planda bunları sever, severiz.” Selim’in küçük gördüğü bu işçi ona bilmeyerek sıkı bir şamar atmıştı ki sarsıntısını taa ruhunun derinliklerinde hissetti. O sarsıntılardan Betül aklına geldi. Onu kaybetmişti. Sonra Gizem gözünün önünde canlandı. Onu görünce aklının karışması belki de bu gencin tarifindeki gibi sevmesinden kaynaklanıyordu. İtiraf etmese de içinde bir eş özlemi vardı. Selim’di bu, zora çok gelemezdi. Bohem hayatına geri dönerken bütün bu tahlilleri halının altına süpürüp lobiye döndü.
Gizem… İşine sımsıkı sarılmış, satın almada ve muhasebede ciddi başarılara imza atmıştı. Bunun yanında her çalışanın hayranlığını, sevgisini ve güvenini kazanmıştı. Selim artık onun getirdiği belgeleri neredeyse gözü kapalı imzalayacak hale gelmişti. Bazı zamanlarda ise duygularına gem vurmaktan vazgeçip “Seni seviyorum diye haykırmak istiyordu.” Ama yapacak cesareti yoktu veya ikinci bir hayal kırıklığını kaldıramayacaktı.
Yakıcı Antalya güneşi daha uykusundan uyanmadan Selim’in kapısı çalınmaya başladı. Şişmiş göz torbaları, sersem haliyle kapıyı açan Selim bir yandan da söyleniyordu. “Kim lan bu densiz?” Turgay ise tüm neşesi ve şirin haliyle “Haydi kanka gidiyoruz.” “Nereye?” “Hadi giyin.” Apar topar giyinip arabaya binen Selim aylardır ilk defa güneşin doğuşunu görmenin güzelliğini hissediyor, içinde ise farklı bir enerji patlaması yaşıyordu. Arabayla Toroslara doğru tırmanmaya başladılar. Nihayetinde gelinebilecek en son noktada durdular. Orada onları bir göçer ve üç at bekliyordu. Bu sefer at sırtında yolculuk devam etti. Her çıktıkları metrede daha çok üşüyordu. Göçer rehber, heybesinden yün bir hırka çıkartıp “Bunu giy beyim.” dedi.
Zahmetli olsa da zevkli bir yolculuktan sonra ağaçlar içinde bir su gözesinin başına geldiler. Onlar etrafı gezerken göçer heybesinden tereyağı, peynir çeşitleri, bal, kaymak, zeytin bilimum kahvaltılık çıkarttı. Odun ateşine koymaktan kapkara olmuş çaydanlığı, yaktığı ateşin üzerine koyup çayı demledi. Selim’in ciğerlerinden “Yaşa var ol, sen bizim her şeyimizsin.” tezahüratları geliyordu. Bu neşe gözlerine vurmuştu. “Beyim, buyurun sofra hazır.” Bu göçerin sesiydi. Onların her attığı adımda yeni pişmiş sac ekmeğinin kokusuna üzerinde eriyen tereyağının kokusu eşlik ederken, üzerine işte bu dedirten, deriden çıkartılıp serpiştirilen tulum peyniri iştah kabartıyordu. Onlar hayatlarında ilk defa kahvaltı yapan yerliler gibi yemek yerken, göçer sofradaki her bir nimetin şeceresini sayıyordu. Kahvaltı sonrası Selim ve Turgay suyun şırıltısı eşliğinde büyük bir ağacın gölgesinde gölgelenmeye başladılar. Pırıl pırıl gökyüzünü seyrederken Turgay “Kanka şu kızla seni evlendirelim. Saklama, sen ona karşı boş değilsin. Ha keza onun da sana karşı aynı duyguları beslediği belli.” Selim ortamın güzelliği, sakinliği ve arkadaşının cesaretlendirici sözleriyle bir kere daha evlenme gücünü kendinde hissetti.
Sabah “Neler oluyor, kim bu densiz?” serzenişleriyle başlayan gün, nihayetinde “Benimle evlenir misin?” sorusuyla son buldu. Verilen “evet” cevabı ve hızla gelişen olaylar, Selim adeta sarhoş gibiydi. Gizem yine çalışanların yanında “Selim Bey” diye hitap ediyor. Mesafeyi koruyordu.
“Selim Bey, otelde bazı işler ağır yürüyor. Eğer alım-satım konusunda bana imza yetkisi veren vekalet verirseniz sanırım bu işi çözeriz.” Güvenirliğini defalarca ispatlamış olan Gizem’e bu saatten sonra güvenmeyecek miydi? “Olur, yarın noterden hallederiz.” “Siz yorulmayın ben buraya çağırır hallettiririm.” “Halledebilir misin?” “Sanırım evet.”
Uzun gecenin sonunda her zamanki saatte uyumaya başlayan Selim’in kapısı yine çalındı. Sabahın dokuzunda kim bu?” Kapıyı açtı. “He Gizem sen misin?” “Evet, noter geldi. Elindekileri göstererek belgeler hazır, imzan lazım.”
Selim, hemen gitsin diye “Uzat, imzayı atayım. Sen hallet.” dedi. Okumadan imzayı bastı.
İmza, görünüşte basit bir kalem hareketiydi. Ama bazen karşılığı büyük bir kazanç, kimi zaman da bedeli hayatınız olabiliyordu. Attığı son imzadan sonra Selim sırtını geri yasladı. Tek işi uzaktan tatlı tatlı Gizem’i seyretmekti. Tek başına bütün işlerin üstesinden geliyordu.
Selim’in en büyük hobilerinden biri balık tutmaktı. Küçük bir balıkçı kayığında denizin ortasındasınız ve oltanıza ne takılacak, onu beklemek, o heyecanı yaşamak… Gecenin sonunda hiç uyumadan balıkçı barakalarına gitti. Dolaşmaya başladı. “Son Kalan” isimli kayığın sahibi başındaydı, kaptanla anlaşıp açıldı. İkisi de hiç konuşmuyor tüm dikkatlerini oltalara vermişlerdi. Vakit kuşluk olunca yanlarından geçen “Alın Teri” isimli yatı görünce balıkçının gözleri büyüdü, adeta öfkeden patlayacaktı. Tek kelimeyle “şerefsizler” dedi. “Ne oldu kaptan?” “Ne olacak. Şu gördüğün yat benimdi. Üç beş kuruş kazanıp geçiniyorduk. Bir gün turizmci Turgay Çamurcu’yla tanıştık. Ben sana bol para kazandırırım. Sen sadece bana çalış.” dedi. Turgay’ın ismini duyunca Selim önceden alakasız olduğu konuya dikkat kesildi. “Önceleri iyi para kazandık. Dostluk pekişti. Allem kallem derken yatı elimden aldı. Kendisi alamazdı ama Antalya’nın en soysuzu, mafya bozuntusu Jilet Ferid bunun görünmez ortağı. O çöktü. Aynı sokaktan bile geçmezler, görseler selam vermezler ama karanlık kişilerdir, aynı kaptan yerler. Şimdilerde zavallı bir İstanbulluyu silkeleyecek diyorlar.”
Öfke ve telaş sırası Selim’e gelmişti. “Hemen geri dönelim kaptan.” “Ne oldu paşam? Birden eteklerin tutuştu.” O yol adeta bitmiyor zaman geçmiyordu. Sersem sersem attığı imza ve Gizem aklına geliyordu. “Yok, yapmaz öyle şey” diyerek içi alıp alıp veriyordu. Karaya yanaşan kayıktan hızla atlayıp uçarak otele doğru yol aldı. Uzaktan kapının önünde iki takım elbiseli iri adam vardı. Birkaç da valiz. Kapıya iyice yaklaştı bunların kendi valizi olduğunu anladı. Otele adım atacakken en iri cüsseli top sakallı, boynu dövmeli, elini kaldırdı. “Selim Bey değil mi?” “Evet.” Cebinden bir zarf çıkarttı. Selim’e uzattı. Selim’e bir gülümseme geldi. Yine bir zarf yeni sürprizler açtı.
“Kanka hani bana demiştin, bu otel senin de sayılır, diye. Dün itibariyle sayılır kısmını çıkarttım. Şimdi sadece bize ait.” Tapu fotokopisinde şöyle yazıyordu: Turgay Çamurcu ve Gizem Çalımlı. “Ayrıca sana bir nasihatte bulunayım: Her hıyarım diyene tuzun benden dersen işte sonuç böyle olur.”
Dizlerinin bağı orada çözüldü. Olduğu yere yığılıp kalacaktı. İhanetin en acı halini içinde hissetmeye başladı. O, karısı ve dostlarına aynısını yaşatmıştı. Süleyman’ın dediği gibi; “Her nimet, şükrü eda edilmezse külfettir.” Allah ona saygı ve sevgiyi son derece hak eden ana, baba ve kardeşler, hayırlı bir eş ve sadık dostlar lütfetmiş ama o hepsine keyfe keder sırtını dönmüştü. Kader sanki hepsinin intikamını adeta bir güne düğümlemişti. O gün de bu gündü. Bunları düşünürken “Ama dur!” dedi.
Telaşla titreyen ellerle telefonunu kavradı. Rehberden zar zor “Gökalp Abi” yazan numarayı çevirdi. Bitkin bir ses tonuyla “Abi” dedi. Ama karşı taraftaki ses, yenilgiyi kabul etmiş yaşlı bir adamındı. “Evlat” dedi. “Sana çok ihtiyacım var. Ne olur elimden tut.” Yaşlı adamın sesini arkadan okunan Kur’an destekliyordu. “Çocuk, sana hiçbir şekilde yardım edemem. Şu an Akdeniz Üniversitesi hastanesinde yatıyorum. Akciğer kanseri teşhisi kondu. Son günlerim, yanımda sadece kız kardeşim var ve okuduğu Kur’an’ı dinleyerek geçiriyorum.” Selim kendi derdinden daha büyük bir dertle karşılaşınca hemen arabaya atlayıp ağbisinin yanına doğru yola koyuldu. Gökalp’la konuşunca ölüm gerçeğini daha derinden hissetti. Günahlarını düşündü. Hayatı, yanlışları, iyilikleri her şey çetin bir kıştan sonra topraktan fışkıran nebatatlar gibi fışkırıyor, kimisinin zehri yakıyor, lezzetli olanlar ise ferahlatıyordu. Ama günah kefesi ağır basıyordu. Onun ruh hali, maneviyatı, bedenine tesir etmiş gözleri adeta görmez olmuştu. Ve kırmızı ışıkta geçip yayaya çarpmamak için direksiyonu kırınca hızla direğe çarptı. Korkuyla sadece “anam” diyebildi. Bütün bedeni hissizleşmişti. Etrafındaki her bir sesi duyuyor ama bedeni tepki vermiyordu. Gelen ambulanstaki sağlık ekipleri “Şuuru açık mı, nabzı var mı?” sorularıyla ilk müdahaleyi yapıyorlardı. Selim her şeyi idrak ediyordu. Ama cevap verememek ne acıydı. Anladığı, daha ölmemişti. Merak ettiği Azrail ona nasıl gözükecekti?
“Hastayı kaybediyoruz!” Ölüm bir soluk kadar yaklaşmıştı. Yalnız göç ederken, ölümün bütün soğukluğunu en sıcak haliyle yaşayarak bu dünyadan çekip gidecekti. Artık tüm kapılar kapanmış, son bir şansı da kalmamıştı.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

