Paris sokakları… Yalan dünyanın ışıltılı mekanlarından biri… Burada insanlar, neden yaratıldığını bilmeden öylesine yaşıyor çoğu zaman. Aynadaki yalanı görerek gerçeğe gözlerini kapatıyor. Çalışıyor, çabalıyor, eğleniyor, yaşayıp gidiyor vesselam… Sahip olduğu bütün maddi varlıkların bir gün geri de kalacağını bile bile yaşıyor hem de… Öyle ya! kim ölüm vakti gelince ben yaşamak istiyorum diyebiliyor ki eceline?… Kuzu kuzu veriyor çok kıymetli canını Azrail‘e… Bütün bu dünyaya ait ne varsa sevdiği, hiçbiri bu gerçeği yaşamasına engel olamıyor… Binlerce milyonlarca kabirlerin varlığı bunu ibretli kılıyor akleden, fikreden insanlığa… İşte hastalıklar ve sıkıntılarla çile çekerek Hakikati bulmuş bir kul Davut Zeyer… O şimdilerde çilekeş hayatının mutsuzluğundan İslam’ı seçerek huzura ermiş. “Nârın da hoş lütfun da hoş“ diyenler safına katılmış…
Merhaba, selamün aleyküm. Adım DAVID ZEYER. 25 yaşındayım.
Paris`te doğdum. Paris Devlet Hastanesinde sağlık asistanı olarak çalışıyorum.
Yahudi bir ailenin çocuğuyum. Ailem az da olsa dinine bağlı idi.
Ben yoğun bir biçimde Yahudi gelenekleri içerisinde büyüdüm.
Annem Cezayir doğumlu, Fransa’ya 18 yaşında gelmiş ve sekreterlik yapıyordu. Babam Fransa doğumlu. Babamın ailesi Polonyalıydı… Dedem II. Dünya savaşını yaşamış birisiydi. Babam ise boya işi ile uğraşıyordu.
Çok popüler kozmopolit bir mahallede büyüdüm. Değişik milletlerden oluşan insanlarla yaşadım. Kültürleri, ülkeleri ve sosyal değerleri farklı olan arkadaşlarım vardı. Fransız, Çinli, Arap ve Afrikalılar…
Okul hayatım başladığında aile büyüklerimizden çoğu, özel Yahudi okuluna gitmemi istese de Fransa’da ben devlet okuluna gittim. Babam ve annem laik okula gitmemin daha doğru olduğunu düşünüyorlardı.
Küçükken « tentora » yani Yahudi dinini öğreten okula da gittim. Tevrat’ı öğrenmek için iki sene boyunca pazar günlerimi hep burada geçirdim. Bu dönemlerimde dahi içim rahat değildi. Burası sıkıcı geliyordu bana. Aynı zamanda ilkokula başlamıştım, 5-6 yaşlarındaydım. Çarpık ve bozuk fikirler ve bilgiler içerisinde yetiştirildiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Bir taraftan Yahudi okulunda Dünya‘nın 5-6 bin yıl önce yaratıldığını, Hazreti Adem ve Havva’yı, Nuh’un gemisini öğretiyorlardı. Diğer taraftan ise Dünya‘nın milyarlarca yıl önce var olduğunu, dinozorlardan bahsediliyordu. Çelişkiler vardı eğitimlerinde. Gerçekten bu iki düşünce arasında kaybolmuştum.
Madde ve mana âlemi, tıpkı iki kanatlı bir kuş misali gibidir. İnsanın her ikisine de ihtiyacı var. Maddesini doyuran insan tek kanatlı bir kuş gibi uçamaz. Ne var ki çağımızda tüm maddi imkanların bolluğu, her türlü ihtiyacın karşılanması tek kanatlı yapıyor insanı. Ve huzur vermiyor insana… İlahi emirler doğrultusunda yaşarsa hem bu dünyada hem de ahirette mutlu yaşıyor insan. İşte Davut Zeyer’in babası ve annesi de manevi huzuru yakalayamamışlar maddi dünyalarında. Stres, sıkıntı ve çok buhranlı günler yaşarlar. Davut, işte o günleri şöyle anlatıyor:
10-11 yaşlarımda babam hastalandı, depresyon geçiriyordu. Onun ardından, annem de aynı hastalığa düştü. Ben ise ortaokula yeni başlayacaktım. Bütün bu olanlardan sonra, Allah’a inanmamaya başladım. Allah düşüncesi kafamdan silinmeye başlamıştı.
Çocukluğumdan beri sık sık hastanelere gidiyordum, ciğerlerimde sorunum vardı. Annem ve babam hastalandıkları zaman bir ameliyat geçirdim ve 3 ay hastanede kaldım.
Zannediyordum ki dünyanın bütün olumsuzlukları benim ve ailemin başına geliyordu. Hastalığım 15 yaşıma kadar sürdü. Ağrılarım gittikçe artıyordu.
15 yaşındayken, doktorlar önemli bir karar alıp bana ciğer nakli yapılmasına karar verdiler ve nakil yapıldı.
İlginçtir, bu operasyon bana yeniden dine olan ihtiyacımı hatırlattı. Bu ameliyattan sonra uyandığımda tekrar Allah‘a inanmaya başladım.
Allah‘a ibadet etmek için hemen annemden bana Yahudi okulunda verilen kitaplarımı getirmesini istedim. Bu sıkıntılı dönemde beni yalnız bırakmayan arkadaşlarım vardı. Hastanede yatarken beni etkileyen çok önemli bir olay da şuydu: 12-13 yaşlarımda tanıştığım, biri Cezayirli Arap diğeri Senegalli iki arkadaşım beni her gün ziyarete geliyorlardı. İkisi de Müslüman’dı.
Hastanede iki hafta yattım, gelmedikleri gün yoktu. Bu benim için çok önemliydi, bu büyük bir vefakârlık örneğiydi. Yok olduğumu düşündüğüm anda bu iki Müslüman genç ziyaretime gelerek bana moral vermişlerdi.
Bu iki arkadaşımın adları Kerim ve Sonku‘ydu. Beraber büyüdük. Onlar Müslüman ben ise Yahudi’ydim. Ve çok iyi hatırlıyorum, Kerim ve Sonku‘nun evlerine gittiğimde Yahudi olmama rağmen prens gibi ağırlanıyordum. Buna çok şaşırıyordum… Ben bir Yahudi‘ydim ve bu aile beni sanki kendi ailelerinden birisiymişim gibi yedirip içirip hürmet gösteriyorlardı. Hâlbuki bu durum benim ailem için böyle değildi. Çünkü Müslüman olduklarından dolayı ben onları kesinlikle bize davet edemezdim. Benim ailemde, Yahudilik dışında başka bir inanca sahip olan kişileri bırakınız eve davet etmeyi, arkadaşlık etmek dahi yasaktı… Ailemin tek çocuğuydum ve belki bundan dolayı çok bencildim. Çok değer verilen bir çocuktum, her arzum yerine getiriliyordu. Kerim ve Sonku çok cömert insanlardı, aileleri her zaman konukseverlerdi.
Çok basit ve doğallardı, bu da beni çok etkilemişti. Ve yaptıklarının karşılığını hiç beklemezdiler.
İnanç eksikliği kişinin mutsuz olmasının en temel sorunlarından biridir. İnançsız insan en küçük bir sıkıntıda çöker ve hemen yaşamaktan vazgeçer. İşte Davut Zeyer’in babası da buhranlarından intihar etmekle kurtulacağını zanneder. Yüce Allah tüm kullarını bir şekilde imtihan ediyor şu yalancı dünyada. Kiminin imtihanı daha bir zor olabiliyor bazen. İşte Davut’ta henüz İslam’la şereflenmeden birçok imtihanlar geçirir. Ama onu en çok üzen ve derinden sarsan elbette ki babasının intiharıdır.
Karaciğer naklimden sonra Allah‘a tekrar inanmaya başladığımı söylemiştim. O’na ibadet etmeye başladım. Ve bu arada dinime yalnız ve bencil bir şekilde devam etmek istiyordum, hiç kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu…
Hahamların ve diğer kişilerin etkileri altında kalmadan yaşamak istiyordum.
3-4 sene boyunca dinimle daha da çok ilgilendim, sinagoga ara sıra giderdim.
Annem ve babam psikolojik olarak hastaydılar. Çok ciddi depresyon yaşıyorlardı. Babamda intihar fikirleri oluşmaya başlamıştı. Ve ben lise üçe başladığım zaman hayatına son verdi. (intihar etti)
18 yaşındaydım ve babamı kaybetmiştim. Bu andan itibaren kendi kendime çok sorular sordum; hayatım hakkında, kader hakkında, kaderim hakkında, babamın intiharı hakkında. Babamın intiharı hiç beklemediğim bir zamanda hem de ben hastayken oldu. Karaciğer naklimden sonra bazı zamanlar ateşim bir hayli yükseliyordu. Ağustos ayının bir gecesinde saat yaklaşık sabahın biriydi ve yine ateşim 40° ye kadar çıktı. Hemen annem beni hastaneye kaldırdı. Babamın intiharı da bu olaydan hemen sonra oldu. Ve ben bu olanları kaderin bir alameti olarak gördüm. Hastaneye gitmeden önce babama kendisini çok sevdiğimi söyledim ama benim sevgim babamı durdurmaya yetmedi. Babam, ben hastanedeyken intihar etti. Bütün bu olanlar benim için elbette kaderdi. Çok zor günlerdi. Ailece sarsıntılar içerisindeydik.
Bu sarsıntılar içerisindeyken annem de depresyona girdi, üç ay hastanede yatmak zorunda kaldı. 3 ay boyunca, annemin yokluğunda bana Kerim’in ailesi baktı, onlarda kaldım.
Bu yaşadığı üzüntüler onun Hakk’ı bulmasında bir ışık olur. Ve hayatını, yaratılışını sorgulamaya başlar. Yüce Allah İnşirah suresi beşinci ayeti kerimede “Zorlukla beraber bir kolaylık vardır.“ buyurmamış mıydı? İşte Davut’ta zorluklarla sınanıyordu. Ancak yüce Mevla onun imtihanını samimi Müslüman dostları ile kolaylaştırmıştı.
Bu acılar içinde öğrenimimi sürdürmeye çalışıyordum… Öğrenciliğim sürecinde ölüm sonrası hayat hakkında düşünmeye başladım. Babamın nereye gittiğini ve ne yaptığını düşündüm. Ve ben bu andan itibaren diğer dinleri anlamaya çalıştım, ilgilendim. İlgimi çeken dinler arasında İslam dini de vardı. Bu uzun bir zaman aldı. Lise sınavına da bu sırada girdim. Sınavı başarıyla geçtikten sonra, yaklaşık bir yıl boyuncu kendimi dinlere adadım, tüm dinleri derinden anlamak istedim. İlk önce, kendi dinimden başladım. Tevrat‘ı çözmeye çalıştım. Tevrat, güvenebileceğim gerçek bir kitap mıydı?
Bu soruların cevabını ilk olarak Yahudilik dinimin içinde öğrenmek istedim. Diğer Yahudi arkadaşlarıma sorularımı iletince bana kesin bir cevap veremiyorlardı. Yahudi hahamlarımıza sorduğumda her defasında değişik cevaplar alıyordum. Anlayacağınız hiçbir zaman aynı cevabı alamadım. Net ve mantıklı bir cevap alamadım. Bunların ardından, soruma cevap bulmak için bir Arap arkadaşıma yöneldim. Ve İslam’ın ölümden sonraki hayatı nasıl tanımladığını sordum. O da bana İslam‘daki ahiret inancından bahsetti. Ahirette bütün insanların sorguya çekilip bazılarının cennete bazıların cehenneme gideceğini söyledi. Bana oldukça ilginç gelmişti ama ben yine de dinlerle ilgili araştırmalarıma devam ediyordum bir taraftan. Şaşırtıcı sonuçlarla da karşılaştım aslında. Araştırmalarım tüm dinleri içeriyordu. Önce Yahudiliği, ardından Hristiyanlığı, Budizm ve İslam‘ı araştırdım.
Yahudi ve Hristiyan dininin eski ve yeni bilgilerini Paris kütüphanelerinde araştırdım. Yaptığım araştırmalar sonucunda Hristiyanlıkla ilgili orijinal yazıların birkaç defa insanlar tarafından değiştirilmiş olduklarını öğrendim. Bu gerçekler beni bu dinlere karşı soğuttu. Onlarda aradığımı bulamadım.
Sıra İslam‘ı araştırmaya gelmişti…
Arkadaşım Kerim‘le İslami kitaplar satan bir kitapçıya gittim. Bu kitapçıda, yazar Ali Tantavi‘ye ait « İslam‘ı Tanımak » kitabını aldım. Bu kitabı okuduktan sonra İslam‘a karşı sempatim arttı. Bana sanki bir ilham geldi. Bu nasıl izah edilir bilmiyorum ama bu kitap sayesinde Kur‘an‘ın gerçekçi olduğunu, 1400 senedir hiç değiştirilmediğini öğrendim. Aradığımı bulmuştum, çok mutluydum… İslam‘da kendimi bulmuştum…
Hayran olunası bir din İslam… Her türlü çirkinliğin men edildiği bir din. Ulvi kitap Kur’an-ı Kerim İlahi reçete. Onda bütün insanlığın huzuru, mutluluğu, ve ihtiyaç duyulacak her türlü bilgi mevcut. İslam bir yaşam şekli. Bugün ne kadar ihtiyacı var insanlığın ona? Davut Zeyer, İslam dinin eşitlik, kardeşlik ve samimiyeti esas almasını çok sevmişti.
Bir Yahudi olarak yetiştirilmiştim, fakat Yahudilikte olan bazı inançlar bana saçma geliyordu. Şöyle ki, mesela Yahudilik, insan hayatını hiçe sayarak sadece Yahudileri insan sınıfına sokuyor. Yani Yahudilik, Yahudileri terazinin bir kefesine koyuyor, diğer insanları da diğer kefesine koyarak vahşi bir saçmalıkla yargılıyor. Ben Fransa gibi değişik insanlarla dolu bir ülkede, beyazıyla, zencisiyle büyüdüğüm için bu fikir bana anlamsız geliyordu… Kendi kendime “Ben Yahudi’yim onlardan daha üstünüm.” diyemiyordum. Tam tersine “Hepimiz insanız.” diyordum. İşte insanlığın bu gerçek tanımını tam olarak İslam’da buldum. Zengin, fakir, beyaz veya zenci hepsi İslam’da eşitti…
Ayrıca İslam’da, namaz kılarken herkesin yan yana gelip saf oluşturmasını çok beğendim. Her Müslüman aynı hizada, birisi önde birisi arkada değil.
Zengini de fakiri de güçlüsü de güçsüzü de rengi ne olursa olsun aynı safı paylaşıyorlar. Bunun aksine, bir sinagog veya kilisede ön tarafta daha çok önem taşıyan, arka tarafta ise fakirleri, şatafatsız insanları bulursunuz. Oysa Allah katında herkes eşittir. İslam’ın özünde olan ama maalesef Müslümanlar’ın farkında olamadığı bir başka hazinede İslam’daki “paylaşmak duygusu.”
İslam’daki, cömertlik, kardeşlik, paylaşım ve konukseverlik beni çok etkiledi.
Benim İslam’daki bu anlayışları öğrenmemde bana Kerim ve Sonku çok güzel örnek olmuşlardı. Benim böyle güzel örneklerle buluşmam büyük bir nimetti. Çünkü İslam’ın tam olarak anlatılamaması veya Müslümanlar’ı kasten kötü gösterme çabaları yüzünden birçok insan İslam hakkında önyargılara sahipler. Benim ise öyle bir önyargım yoktu, çünkü birçok kibar ve cömert Müslüman’ı zaten tanıyordum.
İslam hem itikad olarak hem de ibadet olarak yaşanan bir din. Kuru kuruya Müslümanım demek yeterli olmuyor kâmil mümin olmak için. Bir kişi çok büyük bir alışveriş merkezine veya Topkapı Sarayı’na benim dese onun olmaz. Kendisinin olduğunu ispat etmesi gerekir veya onun olması için tapu gerekir. Ya da belli bir bedel ödemesi, tapu alması, ruhsat alması gerekmez mi? İşte Müslümanım diyen kişinin de kulluğunu ibadetleri ile, teslimiyeti ile ispat etmesi gerekiyor. Namaz kılması, oruç tutması kısaca, hem ahlakını düzeltmesi, hem de ibadetlerini eksiksiz yapması gerekiyor. Davut Zeyer bunu yakın Müslüman arkadaşları vesilesi ile idrak ediyor ve Müslüman olmanın gereğini ibadetleri ile de yaşıyor.
Camiye ilk defa Kerim’le gittim. O ibadet etmeye gidiyordu. Gerçekten çok etkilendim. Ezan esnasında, arka sıralara yerleşip ibadetlerini izlemek istedim. O anda birisi bana yaklaşıp “gel sende ibadet et” dedi. “Hayır, ben Müslüman değilim.” deyip caymadım ve onlara katıldım.
Beni davet etmesi ve yargılamaması beni çok etkiledi. Bu daveti büyük bir hoşgörüyle yaptı. Bu arada, sinagogta ibadetimi güzel bir şekilde yapamadığım zaman çok sıkıntıda olurdum. İslam’da ise insanlara bir şeyleri göstermek, kanıtlamak zorunda değilsiniz. İnsanlara değil ama Allah’a hesap vermek zorundasınız. Yahudiyken Allah’a inanıyordum ancak onun varlığını kitaplarda göremiyordum. İslam’a yaklaştığım an Allah’a kendimi yakın hissettim. Hayatımda kısa bir zaman dışında Allah’a her zaman inandım. Ancak kendisine yakın olamıyordum. İslam’a yakınlaşınca ve Müslüman olunca Allah’a çok yakın oldum, ne ifade ettiğini çok iyi anladım. Allah’ı İslam’da buldum.
Sizlere bir anımı anlatmak istiyorum. Ben her zaman resim çizmeyi çok severdim ve güzel de çizerdim. Ortaokul son sınıfta iken resim dersi hocamız bizden kil ile küçük bir heykel yapmamızı istedi ve bunu yapmak için de bize iki hafta süre tanımıştı. Benim için başarılı bir eser yapmam çok önemliydi. O sıra 1998 Dünya Futbol Kupası zamanıydı ve ben de bir futbolcu yapmak istedim. Heykelimi Fransa Nil renkleri olan mavi beyaz kırmızıya boyamıştım. Hocamız en güzel olarak benimkini seçmişti. Sıra not vermeye gelince okul arkadaşlarımın birisi masayı çekerek heykellerin düşmesine yol açtı. Bugün biliyorum ki İslam, put ve heykel gibi şeyleri yasaklıyor. Bu acaba bir işaret miydi? Çünkü sadece benimki kırılmıştı. Evet, küçük bir anımdı.
Ne yazık ki dünyada İslam yanlış tanıtılıyor. Yanlı Batılı medya tüm dünyada İslam’ı terörist bir din gibi gösteriyor. Ancak şunu unutmamak gerekir: Yüce Allah dinine kafire bile hizmet ettirmeye kadir. Nihayetinde geçmişte de çağımızda da bunun misallerine çok şahit olduk . Asrın Ebu Cehilleri istemese de Avrupa’da, Asya’da, Uzak Doğu’da, kısaca dünyanın her yerinden insanlar akın akın İslam’a koşuyor. Elbette ki her nimetin bir külfeti oluyor. İslam’la şereflenen kişiler de bundan nasibini alıyor. Davut Zeyer Müslüman olduğu için yakın çevresinden gördüğü tepkileri şöyle anlatıyor:
Müslüman olduktan sonra, anneme kelime-i şehadeti defalarca söylettim… Annemin hastalığı yok olmaya başladı. Onun tek evladıyım ve onunla beraber yaşıyoruz.
Akrabalarıma Müslüman olduğumu söyleyince çok şaşırdılar ve tepki gösterdiler, bir kısmı ile konuşmamaya başladık. Fransa’nın güneyinde Marsilya tarafında kuzenlerim var. Terörist olacağımı ve kendilerini öldüreceğime inanıyorlardı. O yüzden her türlü ilişkiyi kestik.
İngiltere, Amerika ve İsrail’de akrabalarım var. Beni anlayamamışlar… Neden bu karara vardığımı, neden Müslüman olduğumu anlamakta zorluk çekiyorlar… Sadece, Amerika’da yaşayan bir teyzemle konuşmaya devam ediyorum. Kendisi İngilizce öğretmeni. Onunla, Müslüman olduktan sonra daha da çok görüşüyoruz. Bu kararımı zor da olsa anlayışla karşılayıp her zaman yanımda oldu, bana destek çıktı. Televizyonda İslam hakkında gördüklerinden dolayı biraz korkmuş, benim için kaygı duymuş. Benim terör örgütlerine katılmamdan korkmuş. 6 yıldır Müslümanım ve gördü ki değişen bir şey yok, yine eskisi gibiyim. Ve bu onu rahatlattı.
Davut Zeyer, İslam dinin güzelliklerini fark etmiş akıllı ve de nasipli kullardan birisi. Ne kadar değerli bir hazinesi olduğunun farkında. Bu farkındalık ona belli misyonlar yüklemiş ve İslam’ı en güzel şekilde yaşamaya çalışıyor. İslam’ı, emr-i ilahi nasılsa öyle yaşamak kuşkusuz kişinin kendi faydasına oluyor. Zira Yüce Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. O her türlü eksiklikten münezzeh. İşte Davut Zeyer son olarak, bunu idrak etmeyen Müslümanlara şu tavsiyelerde bulunuyor:
Müslüman kardeşlerimiz İslam’ın getirdiği yüce değerlere sarılmazlarsa 20. yüzyıl insanının putlaştırdıkları hayatlarının pislikleriyle kirlenecekler.
İşte İslam’ın pek çok güzel değerlerinin yanında PAYLAŞMA ve KARDEŞLİK duyguları.
Ancak maalesef bazen Müslümanlar değişebiliyor ve yozlaşmaya başlıyorlar. Hatta bakıyorsunuz bazen ırkçılık bile bir Müslüman için ön plana çıkabiliyor. Bir felaketin başlangıcı. Madem Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde Yüce Allah Müslüman’ı Müslüman’a kardeş yapmış, ırkçılık yapan Müslümanlar bunu Yüce Allah’a nasıl izah edecekler.
Irkçılığı mahkûm eden İslam ırkçılıktan uzak durun ki hayat bulasınız ve hayat veresiniz der. Bu hareketler İslam dünyasını ve tüm dünyayı tehlikeli bir uçuruma sürükleyecek bir büyük bela. Her zaman, renkleri ne olursa olsun kardeşlerimizi hatırlayalım. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
« Kendiniz için istediğiniz bir şeyi başka bir Müslüman kardeşiniz için istemediğiniz sürece tam inanan bir Müslüman olamazsınız » Dünyayı yerinden sarsabilecek güçte bir anlayış.
Çok etkilendiğim bir ayet-i kerimeyi okuyarak sözlerimi bitiriyorum:
“Gözler değil ama göğüslerdeki kalpler kör.” Selamün aleyküm.
Alleyküm selam kardeşim. Selam ve dua ile