Dünyada ve Türkiye’de su kaynaklarının dağılımına baktığımızda önümüzdeki yıllar adına stratejik öneme sahip bir yerde durduğumuz söylenebilir mi?
Mavi gezegen olarak nitelendirilen dünyamızda hayatın varlık sebebi olarak gösterilen suyun neredeyse kullanılmadığı alan yok denecek kadar azdır. Öyle ki içme, temizlik, kullanma, tarım, enerji, endüstriyel üretim, ulaşım, soğutma gibi birçok alanda su kaynaklarından yararlanmaktayız. Ancak dünyamızda içme ve çeşitli amaçlar için kullanılabileceğimiz su oranı oldukça azdır. Çünkü dünyamızın %70’i sularla kaplıdır. Bu oran yaklaşık 1,4 milyar km³ suya denk gelmektedir. İlk bakışta su miktarının bitmesi ve su krizinin yaşanması pek olası gözükmemektedir. Fakat bu su miktarının büyük bir kısmı (%97,5) deniz ve okyanuslarda bulunan tuzlu sulardır. Geriye kalan tatlı su kaynaklarının %70’i kutuplarda buzul halindedir. İçilebilir ve kullanılabilir yeraltı ve yerüstü su kaynağımız toplam su potansiyelinin % 0,003’ü düzeyindedir. Diğer bir ifadeyle teknik ve ekonomik olarak kullanabileceğimiz tatlı su kaynakları binde üçtür. Bu oran aslında bize su kaynakları içinde tatlı su kaynağı miktarının ne kadar sınırlı olduğu göstermektedir. Sınırlı olan bu miktarı dünya genelinde ve Türkiye özelinde dengeli bir dağılım göstermemektedir. Bu dağılıma göre ülkelerin su zengini olup olmamaları sahip olunan içilebilir su miktarının nüfusa bölünmesiyle elde edilmektedir. Falkenmark su kıtlığı endeksine göre kişi başına yılda ortalama 1700 metre küp üstünde su düşen ülkeler su zengini, 1700-1000 metre küp arasında su düşen ülkeler su sıkıntısı çeken ülkeler, bin metre küp altındaki ülkeler ise su fakiri ülkeler olarak nitelendirilmektedir. Türkiye’nin kişi başın su miktarına baktığımızda 2021 yılı verilerine göre 1,323 metre küp ile su zengini bir ülke olmamamızla birlikle gelecekte su krizi yaşayabilecek ülkeler arasında yer almaktayız. Nüfusumuz arttıkça su kıtlığı riskimizde artmaktadır. Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konum, iklim koşulları, sosyoekonomik yapısı dikkate alındığında su kaynaklarını verimli kullanması gereken bir ülkedir. Türkiye’de su kaynakları içme, kullanma, tarımsal üretim, endüstri, ulaşım, enerji gibi temel kullanım alanları dışında stratejik bir öneme sahiptir. Çünkü Asya ile Avrupa arasında köprü görevi gören bir ülke konumundadır. Boğazlar ve denizlerde meydana gelecek herhangi bir su güvenliği riski veya muhtemel kriz başta ticaret, ulaşım olmak üzere birçok sektörün olumsuz etkilenmesine neden olacaktır. Türkiye’de nüfus artış hızı yüksek olmakla birlikte genç nüfusun önemli bir yere sahip olması ve nüfusun büyük bir bölümünün kentlerde yaşaması bireysel ihtiyaçların karşılanmasındaki su ihtiyacını oranını artırmaktadır. Öyle ki İstanbul gibi nüfusu birçok ülkeden daha fazla olan bir şehir için kurak mevsimler oldukça riskli olmakla birlikte 2023 yılı için kullanılabilir su miktarında tehlike çanlarının çaldığını söyleyebiliriz. Türkiye’de su kullanımının yaklaşık %75’i tarımsal üretimde kullanılmaktadır. İklim koşulları dikkate alındığında önlem alınmaması halinde gelecekte tarımsal üretim için su krizlerinin yaşanması kaçınılmaz görülmektedir. Nitekim yeraltı su kaynaklarının giderek azalması hem su kaynaklarına erişim maliyetini arttırmakta hem de yer altındaki boşlukların artmasına bağlı olarak obruk veya derin yarıkların oluşmasına neden olabilmektedir. Yağışların yağmur yerine sel ve taşkın şeklinde meydana gelmesi, su kaynaklarımızın beslenememesine, verimli toprak kaybına, ürünlerde ekonomik zararlara ve canlıların yaşam alanlarında yıkıcı etkilere neden olabilmektedir. Ayrıca Türkiye gelecekte su savaşlarının yaşanmasının muhtemel olduğu Orta Doğu ülkelerine akan Fırat ve Dicle nehirlerin kaynağı olan bir ülkedir. Diğer bir ifadeyle Orta Doğu için son derece stratejik öneme sahip olan su kaynaklarının başındadır. Güneydoğu Anadolu Projesinin başladığı günden bu yana paydaş ülkeler arasında yaşanan sorunların temelinde suyun stratejik değeri yatmaktadır. Suriye ve Irak yönetimi Türkiye’nin GAP kapsamında yapılan baraj ve sulama projeleri ile suyun büyük bir kısmına hâkim olacağı ve gelecekte onlara yeteri kadar su göndermeyeceğini ve bu durumun onlar için büyük bir tehdit olacağını düşünmektedirler. Türkiye’nin yapılan en son anlaşma ile saniyede 500 metre küp su göndermesine rağmen paydaş ülkelerin Fırat ve Dicle nehirleri için böyle bir endişe taşımaları gelecekte Türkiye’de su kaynaklarının değerini ortaya koyarken verimli ve iyi bir şekilde yönetilmesi gerekliliğini de göstermektedir.
“Su Sorunu”na neden olan faktörlere dair düşüncelerinizi alabilir miyiz? Dünyada ve Türkiye’de sektörel su tüketimleri göz önünde bulundurulduğunda daha duyarlı olmamızı kaçınılmaz kılan durumlara dair neler söylenebilir?
Su sorununa neden olan faktörleri doğal ve beşeri unsurlar olarak iki gruba ayırabiliriz. Su kaynakların sınırlı olması ve dengeli dağılmaması, iklimsel ve coğrafi koşullar doğal faktörleri oluştururken; hızlı nüfus artışı, tarımsal sulama, endüstriyel üretim, su kirliliği, iklim krizi, alt yapı yetersizliği vb. sorunlar ise beşeri faktörleri oluşturmaktadır. Bu sorunlar genel olarak birbiriyle yakından ilişkili olmakla birlikte birbirini de tetikleyebilmektedir. Öyle ki günümüzde 8 milyar olan dünya nüfusunun 2050 yılına kadar 10 milyar civarında olacağı öngörülmektedir. Son elli yılda nüfusun üç kat artmasına karşılık su tüketimi 6 kat artmıştır. Nüfus artışıyla birlikle kırsal alanlardan kentsel alanlara yaşanan yoğun göç kentlerde su kaynakları üzerindeki baskıyı arttırmıştır. Türkiye’deki nüfusun %92’si il ve ilçe merkezlerinde yaşamaktadır. Her bireyin içme, temizlik, gıda, giyinme, barınma gibi neredeyse her alandaki ihtiyacını karşılanmasında önemli bir su tüketimi yatmaktadır. Su ayak izi ile nitelendirilen ve insanların ihtiyaçlarının karşılanmasında doğrudan ve dolaylı olarak tüketilen su miktarının ölçülmesinde ortaya çıkan rakamlar oldukça çarpıcıdır. Öyle ki sadece bir bardak kahve için 140 litre, bir litre süt için 800 litre, bir Jean pantolon için 10,8 bin litre, bir kg biftek için ise 22 bin litre suya ihtiyaç vardır. Tüm bu rakamlar bize artan nüfusun su kaynakları üzerindeki baskısının ne denli şiddetli olacağını ortaya koymaktadır. Su kaynaklarını tehdit eden ikinci bir unsur iklim değişikliğidir. Dünyamızda her şey bir oran ve düzen ölçüsünde döngüsünü devam ettirmektedir. Fakat insanoğlu enerji, ulaşım, ısınma ve çeşitli amaçlarla kullandığı kömür, petrol, doğal gibi yakıtların ortaya çıkardığı karbondioksit miktarının giderek artması bu doğan döngünün bozulmasına neden olmaktadır. Yaşanan bu bozulma iklim değişikliği sorunlarını da beraberinde getirmektedir. İklim değişikliği su kaynakları üzerinde iki temel etkiye neden olmaktadır. Bunlardan birincisi artan sıcaklık yaz aylarında daha fazla buharlaşma ve su ihtiyacı sorununu ortaya çıkarmaktadır. Buharlaşmaya bağlı olarak artan su ihtiyacını karşılamak amacıyla yer altı ve yer üstü suları daha fazla tüketilmeye başlanmaktadır. Yer üstü sularında buharlaşmanın meydana getirdiği su kıtlığı tarımsal amaçlı su tüketiminin artmasıyla çift yönlü bir baskıya maruz kalmaktadır. Diğer taraftan yer üstü sularının yetersiz kaldığı veya bulunmadığı yerlerde yer altı sularından karşılanan su ihtiyacı yer altı su seviyesinin giderek azalmasına neden olmaktadır. Yağışların azalması nedeniyle geri dolmayan yer altı su kaynaklarının aşırı tüketimi yer yer obruk ve çöküntüleri meydana getirmektedir. İkincisi ise kış aylarında mevsim normallerinin altında seyreden hava sıcaklıkları nedeniyle ani yağışlar, sel ve taşkınların daha sık yaşanmasıdır. Nitekim son dönemlerde özellikle Karadeniz Bölgesinde sel ve taşkın olaylarının sayısı ve etkisinde ciddi bir artış yaşanmaktadır. İklim değişikliğinin meydana getirdiği kuraklık başta içme suyu olmak üzere, gıda, tarım ve endüstriyel su ihtiyacı risklerini de tetiklemekte bütün canlı hayatının riske girmesine neden olmaktadır. İklim değişikliği su sorunlarına bağlı olarak göçleri de tetikleyebilmektedir. Bu durum iki şekilde gerçekleşebilir. Birincisi su kaynaklarının yetersizliğine bağlı kurak bölgelerden su zengini olan bölgelere yaşanabilecek göçler, ikincisi ise buzulların erimesine bağlı olarak bugünkü birçok kıyı kenti sular altında kalmasına bağlı yaşanacak göçlerdir. Su göçü olarak nitelendirebileceğimiz kitlesel göçlerin yeni sosyoekonomik sorunları meydana getirmesi kaçınılmazdır. Buzulların erimesi sadece su göçlerini değil, mevsimleri, canlı türlerinin yaşam alanlarını, hava sıcaklıklarını da etkilemektedir. Günümüzde birçok canlı türlü yaşam alanlarında meydana gelen iklim değişikliği nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu durum bize iklim değişikliğinin su kaynakları üzerinde meydana getireceği etkiden sadece insanoğlunun değil bütün canlı ve cansız varlıkların doğrundan veya dolaylı olarak etkileneceğini göstermektedir. İklim değişikliklerinin olağan olduğunu daha önce de gezegenimizin buzul çağı gibi dönemlere girdiğini bu nedenle iklim değişikliğinin aslında olması gereken bir süreç olduğuna yönelik de görüşler bulunmaktadır. Fakat buradaki temel sorun iklim değişikliklerinin günümüzde daha hızlı değişime uğraması ve olumsuz etkilerinin daha kısa sürede hissedilmeye başlamasıdır.
Su kaynaklarını tehdit eden üçüncü büyük unsur su kirliliğidir. Sanayi, tarımsal ve evsel su kullanım sürecinde meydana gelen atık sulardaki kirlilik sadece çevreyi ve temiz su kaynaklarını değil, tüm canlı hayatını riske atmaktadır. Öyle ki evlerimizde kullandığımız yağ, temizlik ürünleri, lavabo, banyo atık sular, tarımda kullanılan zirai ilaçlar, endüstriyel üretimdeki atık sular arıtılmadan çevreye bırakıldığında çevrenin, su kaynaklarının kirlenmesine neden olmakta ve canlı hayatını tehdit etmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde kimyasal atıklar, etkisi binlerce yıl sürecek olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Tarımsal üretimde bilinçsizce kullanılan bitki veya böcek zehirleri toprağa ve yer altı sularına karışarak insan sağlığına zarar verebilmektedir. Su kirliliği hem su döngüsündeki geri dönüşüme zarar vermekte hem de temiz su kaynaklarının kirlenmesine neden olmaktadır. Bu durum iki boyutlu bir tehlikeye neden olmaktadır.
Peki, su kaynaklarımızı korumak ve gelecek nesillere yeteri kadar temiz su bırakmak mümkün değil mi? Bu noktada yapılması gerekenleri üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Bunlardan birinci ve öncelikli olan su kaynaklarının sürdürülebilirliği konusunda bilinç ve farkındalığın oluşturularak kaynaklarının korunmasıdır. İnsanların su kaynaklarının bir gün tükenebileceğine inanması ve tarımda sanayide evde tasarruf yoluna gitmelidir. Burada medya, yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarına büyük görev düşmektedir. Çünkü insan duyduğuna değil, gördüğüne daha çok inanır. Bu açıdan yazılı ve görsel medya yaygın olarak kullanılarak insanları su tüketim alışkanlıkları değiştirilmeye çalışılmalı, her anlamda daha az tüketen bir toplumsal anlayış inşa edilmeye çalışılmalıdır. İkincisi iklim değişikliğini önleyici katılımcı politika ve uygulamaların yürürlüğe konulması gerekmektedir. Bu konuda ulusal ve uluslararası örgütlere büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Devletlerin ve uluslararası kuruluşların yer almadığı sınırlı politikaların etkileri de sınırlı olacak ve iklim değişikliğinin olumsuz etkisini azaltma konusunda yetersiz kalacağı aşikârdır. Eğer dünya tüm canlıların evi ise bütün devletlerin bu konuda sorumluluk alması gerekmektedir. Aksi halde Çin ve Amerika gibi gelişmiş sanayi devletlerinin karbon salınımının cezasını gelecekte tüm dünya ülkeleri çekecektir. Üçüncüsü ise su kaynakları üzerindeki sektörel baskıların azaltılarak su kaynaklarının sürdürülebilirliği sağlanmalıdır. Suyun yeniden kullanımını sağlayacak alternatif sistemler, yağmur suyunu kullanabilen akıllı binalar, tarımda bitkilerin su ihtiyacını otomatik ölçebilen sensörlü sistemler, atık sular için arıtma sistemleri ile kirliliğin azaltılmasına sağlayacak proje ve uygulamalar teşvik edilmelidir. Dünya genelinde suyun kullanım alanları tarım, sanayi ve evsel kullanım olarak sınıflandırılmaktadır. Genel olarak suyun %70’i tarımda, %20’si sanayide, %10 ise evsel kullanımda tüketilmektedir. Bu oran ülkelerin sosyoekonomik gelişmişlik düzeyine göre değişmektedir. Öyle ki ekonomisi sadece tarıma dayalı ülkelerde tarımsal su kullanımı dünya ortalamasının üstünde olurken gelişmiş sanayiye sahip ülkelerde sanayi ve evsel kullanım oranı dünya ortalamasının üstünde olabilmektedir. Türkiye’de su kullanımı ise dünya ortalamasıyla benzerdir. Görüldüğü üzere günümüzde su kaynakların büyük bir kısmı tarımsal ve endüstriyel üretim sürecinde tüketilmektedir. Tarımsal ve endüstriyel alanda yapılacak iyileştirici uygulamalar evsel amaçlı kullanabileceğimiz su miktarının artmasını sağlayacaktır. Diğer bir ifadeyle kentsel su güvenliği tarımsal ve endüstriyel su kullanımının azaltılması ile mümkün olabilecektir. Görüldüğü üzere su kaynakları üzerinde yaşanan bir değişim tüm süreci ve paydaşları etkilemektedir. İklim değişikliği, nüfus artışının meydana getirdiği su talebini bir krize dönüşmeden yönetmek istiyorsak su kirliliğini önleyici politika ve uygulamalar yürürlüğe konulmalı, bu konudaki denetimler sıkılaştırılmalıdır. Kısacası yaşanabilir bir dünya istiyorsak su konusunda hepimizin sorumluluk alması gerekmektedir.
HES vb. uygulamalar, özel teşebbüsler stratejik su yönetimi açısından bir zafiyet oluşturur mu? Ne dersiniz?
Kamu otoritesi kamu yararını, özel sektör ise kâr marjını yükseltmeyi amaçlayan bir yönetim yaklaşımı benimsemektedir. Su kaynaklarının yönetimi konusunda birden fazla yaklaşım söz konusudur. Bu yaklaşımlardan öne çıkanlar arasında ise kamu, özel, yerel ve insani su yönetimi yaklaşımları bulunmaktadır. Kamu yönetimi yaklaşımı su kaynaklarının tüm yönüyle kamu otoritesince idare edilmesini amaçlarken özel sektör kamu görüşünün aksine suyun özel sektör tarafından idare edilmesini benimser. Yerelci yaklaşım su kaynaklarının yerel yönetimlerce idare edilmesini ve bu konuda yetkilendirilmesini öngörmektedir. İnsani yaklaşım ise suyun temel bir insan hakkı olduğu ve vatandaşlara ücretsiz bir şekilde su hizmetinin sağlanmasını savunur. Dünyada su kaynaklarının yaklaşık yüzde 95’i halen kamu idaresinde yürütülmektedir. Fakat gelecekte yaşanması muhtemel su krizini bir fırsata dönüştürmek ve suyu bir meta olarak kullanmak isteyen özel sektörün bu konudaki girişimleri de yadsınamaz boyuttadır. Özel sektör ihtiyacı, kamu otoritesinin su hizmetleri konusunda yetersiz kalması ve hizmet kalitesinin arttırılması maksadıyla ön plana çıkmaktadır. Size içme ve kullanma amacıyla son derece kaliteli bir su hizmeti sağlanabilir fakat ücretini onların belirlemesi koşuluyla. Örneğin markette aldığımız bir şişe suya ödediğimiz ücretin 5-10 katını havaalanı gibi yerlerde ödemek durumunda kalabiliriz. Bu denli yüksek ücretin nedeni orada alternatif su kaynağının ve rekabetin olmayışıdır. Diğer bir ifadeyle buralarda su konusunda tekelleşme söz konusudur. Nitekim böyle bir olayın yaşanmaması için bazı ülkeler suyun özelleştiremeyeceğine dair kanun maddeleri bile çıkarabilmektedir. HES konusuna gelince ülkemizde de su konusunda en fazla eylemin yapıldığı konulardan birisi olmuştur. Bu konuda özellikle Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının titizlikle hazırlanması, çevrenin ve insanların gelecekte su ihtiyacının göz önünde bulundurulması, vatandaşlara şeffaf olunması büyük önem arz ediyor. Aksi halde sadece HES özelinde değil, suyun dâhil olduğu tüm konularda bir zafiyetin oluşması kaçınılmaz olacaktır. Su konusunda meydana gelecek sorunlar kişisel ve bölgesel üstü ulusal güvenlik konusudur. Bugün özel veya diğer sektörlerin çevrede meydana getirdiği zararı önlemek ve bu bölgeleri doğal durumlarına geri getirmek için bugün elde edilen gelirin çok daha fazlasını ödesek bile yapamayabiliriz. Bu nedenle evlerdeki musluklarımızdan akan sudan uluslararası sularımıza kadar tüm kaynaklarımızı korumak ve geliştirmek durumundayız. Geleceğimiz, suyun geleceğine bağlıdır.