 Senaryo 2010’da başlayan, yılların birikimini içinde taşıyan bir proje “Son Mektup”. Nasıl oldu senaryoyu yazmaya başlamanız, nasıl karar verdiniz ve bu süreç aralığında nasıl şekillendi o senaryonun yazılışı?
Senaryo 2010’da başlayan, yılların birikimini içinde taşıyan bir proje “Son Mektup”. Nasıl oldu senaryoyu yazmaya başlamanız, nasıl karar verdiniz ve bu süreç aralığında nasıl şekillendi o senaryonun yazılışı?
Doğrusu, benim üzerinde durduğum başlık, ülkemizin en trajik dönemlerinden bir tanesidir, Birinci Dünya Harbi. O dönemde yaşanılanlardan bahsetmeyi hedeflediğim için, o dönemin hikâyelerini bu döneme aktarmak için, esasen sinema filmi yapmak istiyorum. “Yüz Yirmi”, Kafkas cephesinden bir hikâyeydi. “Son Mektup”la da Çanakkale cephesinden bir hikâyeyi aktarmaya çalıştım. Temel olarak beni etkileyen; insanların yaşadıkları, acıları, hüzünleri, beklentileri… Ki, çok trajik yılları yaşamış bir nesilden, çok fedakâr bir nesilden haberdar olmamızı, biraz daha onlar hakkında bir şeyler öğrenmemizi, hissetmemizi sağlamak için sinema filmi yapıyorum.
Filmin tarihi dokusunun yanında duygusal bir yönü de var, filmde bir aşk hikâyesi de var. Konuyu ele alacak olursak hangi konuyu işlediniz filmde?
Esasen, birinci sıradaki aşk. Benim aktarmaya çalıştığım, insanların birbirine duyduğu aşklar, çocuklarına duyduğu aşklar, memleketlerine duyduğu aşklar. Yoksa öyle çok da günümüzdeki aşklardan bahsetmiyorum. Aşkın gerçekten aşk olduğu bir dönemi anlatmaya çalıştım. Dediğim gibi, fedakârlık, vefakârlık, sadakat… Maalesef giderek unutmaya başladığımız duyguları biraz hatırlatmak istedik bu filmde.
Daha önce bir Sarıkamış projeniz var. Tarihe bir ilginiz var. Tarih sizin için ne ifade ediyor?
Tarih benim için, bilenlere derinlik kazandırdığına inandığım çok büyük tecrübe. Tarih, esasen millet olarak hatıramız, hafızamız. Çok meşhur sözdür: “Hafızası olmayan akıl hiçbir şey yapamaz.” Hele hele bizim gibi çok büyük acılardan geçerek bugüne gelmiş bir ülkede bunların yeni nesillere hatırlatılması, bastığımız yerin toprak deyip geçilmeyip tanınması, bilinmesi… Öyle zannediyorum ki bunlar, insanların günlük hayatlarına çok daha anlamlar kazandıracaktır. Unutmaya başladığımız duyguların hatırlatılması hepimizin hayatını zenginleştirecektir. O yüzden biraz da o acılı yıllardan bahsediyorum ki yaşadığımız kolay günlerin şükrünü eda edelim.
“Yüz Yirmi”, şimdi “Son Mektup”, daha önce “Sarıkamış” projeniz… Başka hangi konuları, hangi tarihi kahramanları işlemek istersiniz filmlerinizde, böyle bir hayaliniz var mı?
Var tabi ki. İnşallah, bundan sonra da tarihsel süreç olarak Çanakkale’den sonra Güney cephesinden bir hikâyeye niyetim var. Allah ömür, sağlık verirse o da yaklaşık 4-5 sene sürecek bir proje. İmkânım olursa inşallah onu da yapacağım.
Uzun sürmesinin bir sırrı var mı? Yoksa uzun mu bu süre, 4-5 yıl?
Çanakkale 7 yıl sürdü. 4-5 yıldan önce bu tarz filmleri yapmak mümkün değil zaten. Öbür türlü, çok basitleşir işler. Çok ciddi ön hazırlık lazım; çekimler, çekim sonrası işlemler… O yüzden 4-5 yıl ancak yeter.
Sinemamızda bundan 5-10 yıl kadar önce sayılı film vizyona girerken, şimdi her ay, hatta her hafta epey bir film vizyona giriyor. Türk sinemasının gelişimi açısından sinemamızı nerede görüyorsunuz, bulunduğumuz yeri nasıl değerlendirirsiniz?
Ben, sayısal büyüklüğün yanında, keşke içerik zenginliği de olsa diye isterim şahsen. Yani bir şeyin çokluğu onun kıymetli olduğunu göstermez. Parayla saadet olmaz gibi, çok fazla sayıda filmin yapılıyor olması da ülkemiz sinemasının geliştiğini göstermez. Sinema, hikâyesi itibarıyla çok geniştir; yani bir taraftan komedi filmleri de olur tabi ki ama bir taraftan da üzerinde çok çalışılmış ciddi projelerin de olması lazım. Benim gördüğüm, özellikle son yıllarda, çabuk kotarılabilecek gündelik hikâyelerden oluşan filmler daha çok yapılıyor. Bu tarz filmlerin, “Son Mektup” tarzı, “Kelebeğin Rüyası” gibi, “Mucize” gibi filmlerin de mutlaka her sene en az birkaç tane yapılmasının zaruri olduğuna inanıyorum.
Hayat hikâyenize baktığımız zaman müzikal bir başlangıç görüyoruz. Başlangıcınızda “Kara Tren” var. Son albümünüzün 2008 yılında olduğunu fark ediyorum. Sinemayla beraber müzik biraz geride mi kaldı hayatınızda?
Doğrusu ben, özel olarak kendimi zaten müzisyen, bestekâr gibi tarif eden biri değilim. Dönem dönem biriken duygularımla şarkılar, türküler yapıyordum. Sinema filmi yapmaya başladığım dönemden itibaren, filmin müzikleri… Mesela, “Son Mektup”ta da bir şarkı besteledim film için, özel bir tane türkü besteledim. Yine var müziklerim, ama kendi filmlerimde var.
Biraz hayatın içinden soracak olursak, günün yorgunluğunu nasıl atarsınız? Ne tür aktiviteleriniz var?
Genellikle okumakla ya da günlük olayların dışında yayın yapan televizyon programlarıyla… Bazen belgesel oluyor. Hafta sonları olunca çocuklarımla maç seyrediyorum. “Son Mektup” çalışmaları esnasında son birkaç sene iki gün üst üste dinlenemedim. Canı gönülden harcadım vaktimi. İnşallah, vizyondan sonra biraz dinleneceğim, biraz dolaşacağım, biraz okuyacağım, ondan sonra da yeni projenin hazırlıkları olacak, inşallah.
Son olarak neler söylemek istersiniz okuyucularımıza?
Bütün bunlar benim için bir kış günü Sarıkamış’ta başladı. Gününü de iyi hatırlarım; 11 Ekim 2001 Perşembe günü Sarıkamış’taydım. Benim bütün maceram orada başladı. Sarıkamış’ı hiç unutmam. Bütün yolculuğa oradan çıktım.
 Gönül Dergisi  | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi
Gönül Dergisi  | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi
				 
			

