Bu topraklar üzerindeki insanların bir macerası, bir hikâyesi, bir geçmişi, bir tarihi var. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Filmlerinizi yaparken aynı zamanda bir eğitim kaygınız da var. Bu çerçevede izleyicilerin nelerle yüzleşmesini bekliyorsunuz?
Hayatın zenginleştirilmesi ve insan ruhunun daha zengin kılınabilmesi, birbirini dışlayan değil, birbirine omuz ve dirsek veren yapılar. Hatta çift yönlü çalıştıkları bile söylenebilir. Dolayısıyla hayatın zenginleşmesi ve insan ruhunun zenginleşmesi bağlamında bizim geçmişimizden gelen mirasın yeniden başka bağlamlarda soframıza getirilebilmesi için “ne yapmalı, nasıl yapmalı” meselesine odaklanmamız gerekiyor.
Bizim coğrafyamızın bize sunduğu tarih, kültür ve medeniyet ikramlarına, yüküne bakmak gerekiyor. İkram bazen de yük olabiliyor. İşte “Bunlardan ne süzebiliriz?” sorusunu ben önemli bir soru olarak addediyorum. Çünkü sinema sanatı evrensel bir sanat olmakla birlikte, bizim ülkemizde aldığı biçim özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’dan bize gelen bazı formların içerisine yerli içerik akıtarak onları seyirciye sunmak biçiminde tezahür etti. Bu geçerli bir yöntem olabilir ama “Mümkün olan yöntemlerin en optimali midir?” sorusu sorulmalıdır. Bence mümkün yöntemlerden en optimali değildir. Çünkü biz, sadece başkalarının verdiği formlarla düşünmeye kalkışırsak, sadece düşünme tembelliğiyle yaralanmış bireyler olmayacağız, aynı zamanda o formun içerisine koyacağımız içeriğin de başkaları tarafından belirlenme ihtimaliyle karşı karşıya kalabiliriz. Bu bir tehlikedir. Dolayısıyla asıl olan bu ülkenin kültürünü, üretmesi gereken formları sinema bağlamında keşfe çalışmak biçiminde ifade edilebilir. Benim sinemada yapmaya çalıştığım da budur. “Bu geleneğin, bu ülkenin, bu tarihin, bu kültürün bana sunduklarını alıp kendim için, bu ülke için, başka ülkelerde yaşayan diğer insanlar için, insanlık sofrası için bir zenginlik haline nasıl getirebilirim?” sorusunu sormakla başlıyor. Şöyle yapıyorum: Hat sanatına, minyatüre, gölge oyununa, mimariye bakıyorum. “Acaba geleneğin bana sunduğu bu imkânlar sinemaya nasıl tercüme edilebilir ve sinemanın içeriğini ve biçimini değiştirmekte, bize has kılmakta bir imkân yaratabilir mi?” sorusunu soruyorum. Bunun sonucunda ortaya, yapmaya gayret ettiğim filmler çıkıyor.
Çektiğiniz filmlerde hat sanatı, minyatür… Bunların felsefesini anlamak için büyük bir birikim de gerekiyor.
Mümkün olduğunca bunu okumaya, araştırmaya, kendimi açık tutmaya gayret ediyorum. Etraftaki insanların da büyük himmeti ve yardımı oluyor, onların hakkı ödenemez. Ama insanın kendini açık tutması gerekiyor. Şunu da eklemem lazım: İnsanın kullandığı yöntemlere ilişkin, kafasının belli bir berraklığa ulaşması gerekiyor. Eğer kullanma ihtimaliniz olan muteber yöntemlere dair kafanız berraksa, o yöntemlerin sahiciliğine güveniyorsanız işiniz biraz daha kolay olabiliyor. Ben gerek minyatür, gerek hat sanatından, gerek gölge oyunundan, gerekse çiniden yararlanırken kullandığım yöntemleri aşağı yukarı netleştirmeye çalışmak biçiminde ifade edebilirim. Bu konuda epey kafa yorduğumu da söylemem gerekiyor.
Türk sinemasını özgün buluyor musunuz?
Çok özgün bulduğum söylenemez. Çünkü genellikle klasik Hollywood ya da yeni Hollywood sinemasının sunduğu anlatı kalıplarının içerisine yerli içerik doldurmakla bir yerlilik kazanılabileceği düşünülüyor. Bu, birinci grupta yer alan bir hareket. İkinci olarak daha sanatsal filmler yapmaya çalışan grupta yer alan harekette de Avrupa merkezli ya da Kuzey Avrupa orjinli bazı sanat formlarına yine yerli içerik kazandırmaya çalıştıkları zaman daha özgün bir iş yapılabilme ihtimalinin mümkün olacağını düşünüyorlar. Ben bunun çok daha istenen bir yer ve yöntem olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla ülkemizin bize sunduğu imkânların da bu kazanın içerisinde eritilmesi gerektiği inancını taşıyorum. Bu düşüncemin yanlış anlamalara yol açmaması için şöyle düzeltmem gerekiyor: Batılıların bize sunduğu formları külliyen kestirip atmak çok çiğlik olur. Onlar da insanlık dünyasının bir parçasıdır. Ama onları alıp eleyip Nuh’un kazanına atarken, aşureyi yapmaya çalışırken bizim topraklarda yetişen bazı bitkilerin, nebatatın da o kazanın içerisine atılıp karıştırılması ve formun o kazandan böyle çıkarılması gerekir.
Seküler dünya, insanları etkisi altına almış durumda. Manevi değerleri hatırlatma noktasında sinema ne yapabilir?
Batı’nın daha maddi değerleri tercih edebiliyor ve manevi değerlere biraz daha uzak duruyor olması, görünürde birçok insanın altına imza atabileceği bir argüman olmakla birlikte bizim içinde bulunduğumuz durum da artık buna çok yaklaştı. Beğenelim ya da beğenmeyelim. Çünkü ne yazık ki sokağa çıkıldığı zaman artık tüketmenin bilinçli ya da bilinçsiz hayatın amacı haline geldiğini düşünen çok sayıda insan var. Çağ değişti bu manada diye düşünüyorum. Bu insanlığın bir sorunu artık. Zaten sinemanın bunu ele alması lazım.
Tüketmek ve arada buradan çıkış yolu olarak uzak ülkelere tatile gitmek parantezi dışında başka bir şeyi düşünmeyen bir insanlık var şu anda. Bu, insanlığın bindiği dalı kesmesi anlamına geliyor. İnsanın ruhunu besleyebilmek için ona unutmaya meylettiği değerlerini hatırlatmak gerekiyor. Sinemanın, görsel sanatların, tiyatronun burada önem kazandığını düşünüyorum. Ancak günümüzde de görsel sanatlara, sinemaya, tiyatroya vs. daha az prim verilmektedir. Çünkü sinema, görsel sanatlar, televizyon denildiği zaman akla ilk gelen eğlence oluyor, “Haydi eller havaya.” Yine tüketim devreye giriyor, “İzlensin, şu kadar seyirci gelsin.” Amaçlanan ne yazık ki bu.
Filmin gişesi tabi ki bu işin olmazsa olmazı ama onun içine bir niyet daha koymak lazım.
Bu da kolay değil. Ona göre destek mekanizmaları bulmak, kamu yayıncılığını yaratmak, bunun koşullarını oluşturmak lazım. Çünkü kamu yayıncılığından şu anlaşılıyor: “Devlet bize para versin, biz de sıkıcı yayınlar yapalım.” Aslında insanın ve kültürün daha ileriye gidebilmesi için esnek biçimde bir destek mekanizması oluşturulmalıdır. Bunu da daha çok kamu yapar. Çünkü bunu pazara bırakırsanız, pazar mekanizmasının bizi getireceği nokta eninde sonunda tüketmek, daha fazla tüketmek biçiminde bir yer olacaktır. Dolayısıyla sinemanın ruhsal meselelere eğilmesine dair işler pazara bırakılmayacak kadar kırılgan olabiliyor.
Bir yönetmen sorumluluğuyla filmde olmasını istemediğiniz görüntüler nedir? Nelerin topluma yanlış mesajlar verdiğini düşünürsünüz?
Şu andaki sinema ve dizilerde birçok yanlış mesaj var. Mesela hayat içerisinde şiddet var mı, var. Devamlı olacağını da düşünüyor muyuz? Evet. Peki, hayatın önemli bir parçası olan şiddeti sinemadan yok edelim mi? Hayır. Yok etmeyelim. Çünkü hayatın bir parçası. Ben de hayatı resmedeceksem şiddeti de resmetmem gerekiyor. Peki, şiddete yaklaşımımda beni dikkatli olmaya iten hususlar olmalı mıdır, şiddetin temsili bağlamında? Olmalıdır. Nasıl olmalıdır?
Mesela ben yaptığım filmlerde ve sinemada şiddetin kutsanmasını, çok estetize edilmesini, benimsenmesini istemem. Bugün televizyondaki dizilerde ağır ağabeyler insanların ağzına tabanca sokup beynini dağıtıyor, öbürleri hiç etkilenmiyor vs. Bunlar şiddet kutsanmasıdır. Ancak acı olan şu: Bu soruları sorduğunuz zaman mangalda kül bırakmayacak birçok insan şiddeti kutsayarak iş yapmaya devam ediyor.