Rüyadan Gerçeğe / Kenan Kurban

gonul_18_ruyadan_gercegeYatağından sıçrayarak kalktı. Karanlığa açtığı kıpış kıpış gözleri tabi ki hiçbir şey göremedi. Elleriyle etrafını yokladı. Yastık ve çarşaftaki teri sıksan rahat bir değirmeni döndürürdü. Ve vücudundan hala soğuk soğuk terler boşanmaya devam ediyordu. Aklı başından gitmişti. Şuursuzca banyoda yüzünü yıkayıp mutfağa yollandı. Bir bardak su içti. “Ohh, su hayattı.” Kendine geldi. Duvardaki meyve resimli saate baktı, tekrar tekrar baktı. Daha 01:30 gösteriyordu. İnanılır gibi değildi. Yatması, uyuması, rüyayı görmesi ve kalkması sadece yarım saatte olmuştu. Otuz dakika da üç yüz yıl yaşamış gibi hissetti. “O ne rüyaydı? Yoksa kâbus muydu? Neydi Allahım?
Ne olursa olsun uyuyup yarın zinde ve dinç olmalıydı.” İlk defa yönetim kurulu toplantısına katılacak. Yaptığı sunum başarılı olursa belki terfi alıp hayalini kurduğu yüksek plazada daha iyi maaş ve kariyere kavuşacaktı. Yatak odasına attığı her adımda pranga mahkûmunu zincirin geri çekmesi gibi kafasındaki sorular cevaplarını bulmak istercesine onu salona çekiyordu. Daha önce de her insan gibi rüyalar görmüştü. Fakat hiçbiri bunun kadar tesir etmemişti. Sanki geçmişten izler taşıyıp gelecekten haber veriyordu. Merakını gidermeye bilgisayarın başına giderken tek yoldaşı, geceyi yırtarcasına sokakta uluyan köpeklerin sesleriydi.
Bilgisayarını açtı, sanal dünyada “rüya” kelimesini arattı. Çıkan yüzlerce sonuca hızlıca bakıyordu. Aradığı rüyanın tanımı değildi. Rüyanın mahiyeti neydi, gerçek hayata etkisi var mıydı?
“Rüyada semboller dili kullanılır. Bu sebeple her bir ayrıntıya dikkat edilmeli. Rüya ile amel edilmez fakat ehli tabir ederse edilir.” diyordu. Başka bir site Yusuf Peygamberden bahsediyor. Hem de Kur’an ayetleriyle rüya tabirini nasıl yaptığını anlatıyordu. Küfrün belini kıran devletin kapısı rüya anahtarıyla açılmıştı. Koca Mısır bir rüya ile amel etmişti. “Vay be! Ben niye bu konuyu atlamışım? Mühendis kafam her şeyi sayılardan, denklem ve formüllerden ibaret sayıyor.” “Bazı ayetler Allah Resûlüne rüyada gelmiştir. Dolayısıyla Nübüvvetin kırk altı’da birinden bir cüz kabul edilir.” Sonra şu hadisi okudu: “Peygamber Efendimiz hasta yatağında yatarken namazı Hz. Ebubekir kıldırıyordu. Efendimiz o halde bastonuna dayanarak odasının kapısına çıktı ve ‘Ümmetimin ahir zamanda gördüğü rüyalar sahihtir’ dedikten sonra odasına döndü.” Bu onu afallatmıştı. Adeta ölüm döşeğindeki birisi bütün bu zorluklara katlanarak bu bilgiyi verme ihtiyacı hissetmişti. Rüyanın değeri biliniyordu. Demek ki burada önemli olan ahir zaman’dı.
“Sanki Allah Resûlü bu hadisi benim için söylemiş” dedi. Ve rüyayı tüm teferruatıyla o anda hatırladı.
“Büyük bir meydanda üç yüz bin mi, üç milyon mu bilinmez, büyük bir ordu vardı. Başlarında ise ceberrut birisi. Bembeyaz tenliydiler. Lakin üstelerinde öyle bir kara sis, tiksindirici bir hal vardı ki tarif edilemezdi. Rahmetli ninesini hatırladı, o böyleleri için meymenetsiz, suratsız derdi. Tamı tamına da böyleydi. Asıl garip olan karşılarında kimseleri göremiyordu. Bu kalabalık sıfırla savaşacak değildi. Sonra küçük bir topluluk gördü. Üç yüz mü yoksa üç bin mi bilemedi. Başlarında heybetiyle düşmana korku salan sanki gelmiş geçmiş en büyük savaşçıydı. İnanmış, Allah’a tam teslim olmuş bir dev vardı. Onun gözlerindeki inanmışlık dalga dalga tüm askerlerine sirayet etmişti. Duruşlarıyla düşmana korku salarken, yüreklerinden Yaradan’ın inayetiyle zafer isteyen dualarıyla, okunan Fetih süresi semayı dolduruyordu. Bu meydandakileri kafa gözü tanıyamadı. Ama ruhuyla onları tanıdı. Sayıca az olan taraf Hz. Mehdi ve askerleriyken, karşısındaki şerrinden Allah’a sığınılan Deccal ve yandaşları. Aman Allahım ne orantısız bir savaş olacak. Akıl kârı değil, matematik ve mantık burada durur. Ancak Allah’a teslimiyetle bu iş olur. Bir anda duygulandı. Kerbela’yı düşündü. Zalimlerin sayısı korkunç derece artarken adaleti hâkim kılmak isteyenler sanki aynı kalmıştı. Evet, Mehdi ve adamlarının kazanma ihtimali sıfıra yakındı. Korkunç ve dehşetli savaş başlamıştı. Onların her bir kılıç darbesiyle on kişi ölüyordu. Mehdi ise Deccali öldürmek için üzerine yürüyordu…”
Sanki rüyayı tekrar görmüştü. Hatırladığı dehşet onu yine terletmişti. Camı açıp hava alma ihtiyacı hissetti. Ama asıl açılan pencere kafasının içindeydi. Sağlıklı düşünceye daha çok ihtiyacı vardı. Kıyamet, ahir zaman, Mehdi; gelecek-gelmeyecek mevzuları çok tartışılıyordu. Aklı hep işinde olduğundan üzerine pek düşememişti. Rüya, sanki bombanın fitilini çekmiş, fikir patlaması yaşıyordu. Kafasının içinde en önemli konu bu olmuştu. Gerçi bilgisi vardı ama yetersiz görüyordu. Beynine daha fazla oksijen gitmesi için derin bir nefes aldı. Koltuğuna oturdu. Beyin fırtınasına hazırdı. Önce;
– Gelmeyecek diyelim, dedi. Ve tüm hadisleri, bu konuyla alakalı tefsir edilen ayetleri ve âlimlerin görüşlerini yok saydı. O zaman karşısına şu sosyolojik gerçek çıktı;
“Milletleri, toplumları hangi inanç dairesinde olursa olsun büyük liderler dünya sahnesinde yer açmış, söz sahibi yapmıştı. Şimdi lime lime dökülen İslam âleminin büyük bir lidere ihtiyaç duyduğu aşikârdı. Nasıl bir lider? Bu soru bir süre boşlukta dolaştı…
– Veli-lider dedi. Akıllara, kalplere, fikirlere, düşüncelere yön verirken elinden kerametler zuhur eden, sosyal hayatta örnek olacak bir profile sahip olmalı. Sanki Süleyman (A.S.) benzeri kral-peygamber misali. Cevabını bulmuştu. İsmi önemli miydi? Niteliği asıldı. İçinde büyük bir sevinç duydu. Böyle bir liderin yanında olmak, olabilmek başlı başına büyük bir olaydı. Duygularına gem vurup ihtimal hesaplarına devam etti. Gelme ihtimali %1’de olsa yok göremezdi. Mantık dairesinde bunu kâle almalıydı. Hem bu hadisler sahih değil savıyla reddediliyordu. Allah Resûlü, ilmiyle amel etmeyen âlimlerden, Ehl-i Sünnet dışı sapık fırkalardan, hatta hadislerini inkâr edecek güruhlardan bile bahsetmişti. Ama “Mehdi diye biri gelmeyecek” veya “Ümmetim bekleyecektir ama böyle biri yoktur.” diye uyarıcı bir hadisi yoktu. Üstelik karşıya geçtiğinde Deccal ve şerrinden bahseden hadisleri nereye koyacaktınız? Aklı bu fikri zavallı bulup fazla savunamadı. Yok demenin psikolojik alt yapısını irdelemek iktiza ederdi. Can sıkıcı olacağından vazgeçti. Bu yönü kapattı.
Mehdi diye birisi gelecek, fikrini benimsediğinde kalbinde kendiliğinden bir rahatlık ve güven hissetti. Aklı ise ispat istedi. Bildiği hadisleri, âlimlerin görüşlerini düşündü. Emindi ki istese daha fazla delil bulurdu. Bütün bunları bir torbaya doldurup ağzını iyice bağladı ve bir kenara bıraktı. Sorması, sorulması gerekenler bunlar mıydı? Hayır, şunu sormak daha sağlıklı geldi;
Mehdiyle ilgili bir tek bilgi olmasa, âlem ismini bile bilmese, şu an onun vasıflarında İslam dünyasında bir kişi hizmete başlasa kendisi ne yapar, nasıl tavır alırdı? Aman Allahım! Bir korku aldı. Kendisi beğenmese de ülke insanın çoğundan daha iyi geliri vardı. Bu konforu bırakabilir miydi? Ondaki güzellikleri, manevi halleri, karizmayı görüp hased eder miydi? Hz. Muhammed’in geleceğini, vasıflarını bilenlerin çoğu onu görünce hasetlerinden, kibirlerinden ve bizim ırkımızdan değil diyerek karşı çıktılar. Selman-ı Farisi aklına geldi. Onun bildiği bilgiyi bilen belki yüzlerce insan vardı. Ama hiçbiri peşinden gitmezken o hakikati bulmayı mecbur hissedip özgürlüğünü bu uğurda feda ederek bir bilinmeze gidip O’nun sahabesi olmamış mıydı? Bu fark nereden kaynaklanıyordu? Ruhtaki asalet mi, sevgi mi…? Yoksa hepsi mi?
Korkudan secdeye kapanıp Allah’a yakarmaya başladı. “Allahım! Onu görürsem tanıyıp yanında olanlardan eyle…” içten iniltisine duvarlar bile dayanamayıp eşlik ediyordu.
Gözyaşlarının ıslattığı seccadesinde, onun yanında olabilmek için adeta elle tutulur, gözle görülür bir yol bulmuştu. “Allah Resûlünün evlatları” dedi. Allah, onları şerre göndermezdi. Deccal’e, Süfyan’a yoldaş etmezdi. Onlar Nuh’un gemisi değil miydi? Fitne zamanı sığınılacak Peygamber emanetleriydiler. Hem Mehdi aynı soydan gelmeyecek miydi? Bu sevgiyi kalbinde büyütürse O’nu da sevmeye hazır hale gelmez miydi?
Bir nebze rahatlamıştı. Şu andan itibaren Mehdi hiç gelmeyecekçesine İslam’ı yaşamaya devam edecek, her an karşılaşacakçasına sevgisini ve heyecanını kalbinde diri tutup gözü yolda olacaktı. Mehdi zuhur etmediğinden bir kişiyi aramak doğru olmayabilirdi. Ya rüyası… Onu tabir edecek mutlaka ehl-i feraset biri vardı. Onu arayıp bulması gerekliydi. Zaten aklı şunu kabul edemiyordu: Cahiliye devrinin bütün karmaşası ve bilgilerin tahrip edilmesine rağmen Hz. Muhammed’in geleceği zamanı, yeri kestirebilen insanlar vardı. Hiç bozulmayacak olan İslam’ın temel kaynakları, yetişmiş koca koca âlim ve velilerin ahir zaman konusunda Ümmet-i Muhammede yol göstermeyeceğini düşünmek merhametsizlik değilse neydi? Hz. Hatice’nin rüyasını yorumlayan Varaka’ya ne demek gerekirdi? Üstelik insanlarda fıtri olarak gelecekten haber alma duygusu vardı. Falcılık vb. yöntemler yasaklanırken bu boşluk istihare rüyası yoluyla doldurulmamış mıydı?
Akıllı olmak; bazen bilmediği, anlamadığı konuyu bilen, ihtisas sahibi ve bunu hikmetle birleştireni bulmak değil miydi? Akıllı olmalıydı…
Ağlayan çocuğu düşüncelerini dağıttı. Hasta sâbinin ateşi vardı. Aynı zamanda ishaldi. Tuvalete kalkmıştı. Şefkat eliyle ateşini kontrol etti. Sonra temizliğine yardımcı oldu. Yıkanan aynı zamanda düşünceleriydi. Kibir, gurur ne aptalcaydı. Allah, kim olursan ol insanın kendi pisliğini bile kendi eliyle temizletiyordu.
Masumu yatağına yatırırken ateşinin düşmüş olması onu rahatlattı. Ya kendi yürek ateşi, o oldukça yükselmişti. Bu da sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Uyumaya çalışan çocuğunu merhamet dolu gözlerle seyretti. İnsan, demek ki bunlar gibi temiz kalabilse; ağlayınca bütün insanlık sıkıntısını gidermek için hizmet ederken bir gülüşlerine dünyalar feda edilebilecekti…
Anlaşılan daha çok uykusuz geceler, kurtulunacak prangalar, canı yansa da kopartılıp atılacak dünyalık bağlar, çekilecek beyin sancıları ve yürek acıları vardı…
Allah lütfetsin! İsimsiz bir askeri olmak bile büyük şeref…

3 yorum

  1. Yüreğinize sağlık  çok güzel, yazılarınızın devamını bekliyoruz. 

  2. Allahım,Onu görürsem tanıyıp yanında olanlardan eyle…

  3. mehmet yıldız

    Allah razı olsun bu güzel rüyayı yazmış ve bizleride bu yolda ehli sünnet alimlerine tabi olmaya mürşidi kamile gitmeyi gerektiğini bildirmiştir. Peygamberimizin pak soyundan gelecek olan Mehdi AS tabi olmak için onun yolunu bilmek gerekir. Selam ve dua ile

Hulya Çakır için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir