Tiyatro sahnesi ile sinema perdesinin bir oyuncudan bekledikleri arasında ne gibi farklar var?
Tiyatro salonunda oyuncu ile seyirci birebir karşı karşıya; nefes alışverişine, birbirleriyle göz temasına kadar bir aradalar zaten. O yüzden, tiyatronun canlılığı, tiyatronun enerjisi ve oyuncu ile seyircinin alışverişi orada çok önemli oluyor. Her tiyatro oyununda, haftanın iki üç bazen dört günü aynı oyunu, baştan sona, canlı performansla oynuyorsunuz. Sinema filminde bunu bir kere çalışıyorsunuz, bir kere yapılıyor, çekiliyor ve seyirciye sunuluyor; bir kez daha oynamak durumunda kalmıyorsunuz. Aradaki en büyük fark bu. Sinema filmiyle, tiyatro arasında o iyidir, bu kötüdür diye nitelendirmek durumunda değilim. Ama hâliyle, seyirciyle birebir iletişimde olmak, onların salona girişlerini görmek, çıkışlarını görmek, onları güldürebildiğini, taze taze, canlı canlı güldürebildiğini görmek, o çok daha farklı bir enerji veriyor, çok daha farklı bir haz veriyor. Tiyatro sahnesinde her şeyin karşılığını peşin alıyorsunuz.
Ama sinema filmlerinin de en güzel yanı; elinizde bir arşiviniz oluyor, yıllar boyunca kaybolmayan bir arşiv oluyor. Tiyatro oyunları belli bir süreden sonra, bir sezon, iki sezon oynadıktan sonra bitiyor, başka bir oyuna başlıyorsunuz, “Zamanında böyle de bir oyun oynamıştım.” diyorsunuz.
Çünkü her seferinde -aslında bizim işimizin güzelliği de o- bambaşka insanları canlandırıyoruz. Bundan dolayı da zaten seçiyorum bu işi, o yüzden yapıyorum.
Tanındıktan sonra size nasıl roller geliyor; yani hangi yapımcılar hangi tekliflerle geliyor, nasıl projelerle geliyor? Komedi oynayan, komediden devam mı ediyor?
Aslında gidişatla birazcık alakalı bir şey oluyor. Çünkü dediğim gibi, yine bizim ülkenin bu piyasaya bakış açısıyla, seyircinin yaptığı arzla alakalı. Aynı zamanda yapımcının da devamlı “Hakan şu komedi filmlerinde oynamıştı”, “Bizimde önümüzde yeni bir komedi projesi var, haydi ona bu anlamda bir daha teklifte bulunalım.” denildiği için, bu şekilde devam ediyor. Ben de işimi yapıyorum, işimi yaptığım için de şöyle bir duruma da hiçbir zaman girmedim: “Ben artık komedi oynamayacağım, ben birazcık drama oynayacağım.”, hani bir şeyler ispat etmek gibi bir şeyin içine girmeme gerek yok. Zaten eğer drama isteniliyorsa drama zaten gelir. Derler ki: “Hakan böylesi bir dramada da oynar bence, bir teklifte bulunalım.” Bunu diyebilirler diye düşünüyorum. Bu arzla alakalı bir şey.
Mesela bir rol oynuyorsunuz, bir role giriyorsunuz bir projede, tanınırlığınız, size olan ilgi birken bin oluyor. Ne oluyor da o bir rol bu kadar etkili olabiliyor?
Mesela ben “80’ler”dizisine başlamazdan önce “Nefes: Vatan Sağ Olsun” filminde oynadım. Bu film hem yaşanmış bir hikâyeyi anlatan hem bayağı dramı yüksek bir projeydi. Orada komik bir adamı oynuyordum, ama film dramdı. Orada izlenildiğim kadar tanındım. İşlerle alakalı bir durum bu. Hollywood olmadığınız için, yaptığınız sinema filmiyle tanınmıyorsunuz çok fazla. Bizim seyircimiz açısından televizyon daha fazla izleniyor diyebiliriz.
Yani “Şu sinema filminde oynanmıştı, tamam” denilip geçiliyor. Ama bir dizide oynuyorsanız eğer, o zaman popülerliğiniz, tanınırlığınız daha da yükseliyor. “80’ler” keza öyle oldu. Öncesinde “Nefes: Vatan Sağ Olsun” vardı, tamam, tanınıyordum; çünkü oradaki ana karakterlerden biriydim. Ama “80’ler” gibi 6 sezon, 230 bölüm süren bir diziye başlayınca, her hafta seyircinin gözü önünde olduk ve daha fazla tanınmaya başladım. Çünkü hepimiz televizyonun karşısına oturup 2,5-3 saatimizi bir diziye vermeye teşneyiz, hepimiz bunu çok seviyoruz. Bir sinema filmine, sinemaya gitmeye çok teşne değiliz; “Aman canım, indiririm, izlerim, internetten bakarım.” diye düşünüyoruz.
Tanınmaya başlayınca size olan talepler daha da çoğalmaya başlıyor; hem seyirci açısından hem tiyatrolar açısından hem yapılacak yeni projeler açısından. 6 sezon ve 230 bölüm sürmüş bir dizide komedi oynayınca, hâliyle, bundan sonra gelecek işler de hep komedi oluyor. Yani sistem Hollywood tarzı işlemediği için, kimse şunu demiyor: “Hakan artık bir drama oynasın.” Böyle diyen bir yapımcı yok yani. “Hakan artık drama oynamalı. 230 bölüm komedi yaptı, biz artık ona bu dramada yer verelim.” demiyor kimse maalesef.
6 sezonluk 80’ler dizisi; her hafta çekimleri olan bir diziydi. Çekim takviminiz nasıldı?
“80’ler” zaten kapalı bir platoda işliyordu. İlk sezonunda çalışmalarımız 4-5 gün sürüyordu; daha sonrasında, artık hem oyuncular olarak hem teknik ekip olarak herkes birbirini tanıdı, uyumlu bir ekip olduk ki haftanın 2 günü çalışıyorduk. Dizinin bir bölümünü haftanın 2 günü çekiyorduk ve geriye kalan 5 gün bize kalıyordu.
Orada da başka işleriyle uğraşanlar uğraşıyordu, tiyatro yapanlar tiyatro yapıyordu. O anlamda “80’ler” çok iyiydi. Haftanın 2 günü çalışıyorsunuz ve bir dizi çekiyorsunuz, düşünsenize.
Zaten bu projelerde bir saatten sonra artık ezbere ve ne yapacağını bilir hâle geliyor herkes.
Herkes birbirini tanıyor, biri elini kaldırdığında ne yapacağını biliyor… Hiçbir şekilde bir sahne ikinci kez, “Ah, pardon yahu” deyip çekilmiyor zaten. O yüzden, çok fazla zamanımızı almıyordu. O sezonu da iyi değerlendirdim; tiyatro oyunları yaptım, tiyatro oyunlarında oynadım. Zaten tiyatro benim için vazgeçilmez. Çünkü tiyatroyla başladım ben bu işe. Yani o sahnede seyirciyle birebir o akışı almak zorundayım bir şekilde. 2001 yılında başladım ben bu işe. 2001 yılından neredeyse 2012 yılına kadar her sene tiyatro oyunlarında oynadım. 2012’den 2014’e kadar hiç oynamayınca, o iki senede kendimi böyle boş hissettim, tiyatro olmayınca kendimi bir boşlukta hissettim. Sonrasında yine oyunlara başladım tabi.
O arada ne yaptınız?
Sadece diziyle ilgilendim. Aynı zamanda konservatuarda okuyordum, konservatuar derslerine gidip geliyordum. Hem okul hem dizi olduğu için, tiyatroya çok fazla zaman ayıramamıştım o dönemlerde. Ama mezun olunca tekrardan tiyatroya geçiş yapıp dizi, tiyatro, arada “Yapışık Kardeşler” sinema filmi “Mandıra Filozofu”, “Robinson Crusoe ve Cuma” onların hepsinde oynayıp devam ettim. Şimdi de “Düğün Salonu” filmi ve yepyeni bir oyunumuz: “Kaç Baba Kaç”.