Mukaddes Emanetler / Talha Uğurluel

gonul-24-mukaddes-emanetlerZaman, hiç durmayan, sürekli akan bir nehir ama bu nehrin günümüze taşıdığı Mukaddes Emanetlerin hikâyelerini Talha Uğurluel’den dinlediğimizde Mukaddes Emanetler bizi içinde
yaşadığımız zaman diliminden alıp Peygamberler çağına götürdü. Resulullah’ın (sav) mübarek Hırka-i Saadetlerini Ka’b bin Züheyr’e hediye ettiğinde adeta onunla aynı heyecanı yaşadık, Resulullah’ın ayak izlerinin sert kayaların üzerinde kaldığını hayretle temaşa ettik, Hz. Musa’nın sihirbazları şaşkınlık içinde bırakmasına şahitlik ettik. Bu çok anlamlı röportajla sizleri de mucizelerin yaşandığı çağlarda yolculuğa davet ediyoruz.

HIRKA-İ SAADET
Hırka-i Saadet’in dış kumaşı siyah, iç astarı sarı renkte. Kendirden yapılmış ve kumaşa dokunduğunuz zaman ne kadar sert bir maddeden yapılmış olduğunu anlıyoruz. Bir kişi de kalkıp “Bunu bana ver Ya Resulallah” dediğinde üzerine giyecek ikinci bir hırkası olmadığı halde hiç düşünmeden hırkasını veriyordu. Hazreti Peygamber, İslam dinini tebliğe başladığında pek çok muhalifle karşılaşmıştı. Bunlardan biri de şair Ka’b bin Züheyr’di. Peygamber Efendimiz tarafından, görüldüğü yerde öldürülmesi için ferman sadır oldu. Ka’b bin Züheyr, kardeşinin ikazı üzerine pişman oldu. Resulullah’ın huzuruna gelip Kaside-i Bürde şiirini okudu. Şiirin “Muhammed (sav) kınından çıkmış keskin bir kılıçtır / Cihan O’nun ilahi nurundan feyz alır.” mısralarına geldiğinde Peygamber Efendimiz (sav) hırkasını sırtından çıkarıp Ka’b bin Züheyr’in omuzlarına bıraktı. Ondan sonra bu hırka yüz yıllarca muhafaza edildi. Emeviler döneminde, Emevi Devletinin ilk hükümdarı Ka’b bin Züheyr’i tartıya çıkarıyor ve kendisine ağırlığınca altın veriyor, “Bu hırka artık devlette kalsın, devletin ve hilafetin sembolü olsun.” diyor. O günlerden günümüze kadar Hırka-i Saadet muhafaza ediliyor.
Hırka-i Saadet çok nadiren bazı yerlerde savaşlara da götürülmüştür. Mesela Eğri Seferine götürülmüş. Eğri Seferini gösteren minyatüre dikkatli baktığımızda bir adamın başının üstünde sarımtırak bir bohçayla Peygamber Efendimiz’in Hırka-i Saadetini taşıdığını görüyoruz. Peygamber Efendimiz (sav)’in Hırka-i Saadetlerini İstanbul’dan Viyana kapılarına kadar başlarının üzerinde götürüyorlardı. Eğri Seferinde Osmanlı ordusu 100 bin kişi, Avusturya ordusu tam 200 bin kişi ve düşman ordusu tarihte ilk kez ordumuza galebe çalacak oldu. Yeniçeri Ocağı zaten bozulmaya yüz tutmuş, savaş sırasında ordu dağılmaya başlıyordu. Yardımcıları III. Mehmed’in yanına gelip “Sultanım, düşman geliyor, kaçınız.” dediler. III. Mehmed gelmekte olan düşmana ve dağılan ordusuna bakıyor, acaba ne yapsam diye düşünürken yanına ünlü tarihçi Şeyhülislam Hoca Saadettin Efendi geliyor. Hoca Saadettin Efendi’nin “Padişahım! Siz gibi Âl-i Osman Sultan, Peygamber Efendimiz’in (sav) yolunda halife olduktan geru, Hırka-i Saadet’i böyle bir anda giymek, Hakk Teâlâ’ya dualar eylemek elbet münasiptir…” sözleri üzerine III. Mehmed Hırka-i Saadet’i omuzuna aldığında, savaşın geri planında duran iki bin civarında aşçı ve yamak bu manzara karşısında heyecanlanıyorlar, savaşa katılıyorlar, dağılmakta olan Osmanlı ordusu bu şekilde toparlanıyor ve son meydan muharebesini bu şekilde kazanıyor. Hırka-i Saadet dairesinde Yavuz Sultan Selim’den beri günün yirmi dört saati Kur’an-ı Kerim okunuyor. Yavuz Sultan Selim, Mukaddes Emanetler kendisine teslim edildiğinde “Bundan böyle bu emanetlerin yanında sürekli Kur’an okuna, bu iş için kırk hafız seçile” buyuruyor. Otuz dokuz tane hafız seçtiriyor, kırkıncı hafız bizzat Yavuz Sultan Selim’in kendisidir, sırası geldiğinde o da oturup Mukaddes Emanetlerin yanında Kur’an okuyordu. Has Ağaların çoğu bu kırk kişiye dâhildi, otuz dokuzu öğrenci, kırkıncı padişahın kendisiydi. Bugün Osmanlı padişahları, sadrazamları gözden düşürülmeye çalışılıyor; aslına bakarsanız, onların hepsi hafızdı, çok özel insanlardı.

DESTİMÂL TÖRENLERİ
“Destimâl” farsça bir kelimedir, “mendil” anlamına gelir. Her sene Ramazan ayının on beşinci günü Topkapı Sarayı’nda Destimâl Töreni düzenlenirdi. Destimâl Töreni ne demek derseniz: O zamanda yaşayan hayırseverlere, yoksulları doyuranlara, öğrencilere burs verenlere, okullar, hanlar, kervansaraylar yaptıranlara Topkapı Sarayı’ndan bir davetiye gönderilirdi, Ramazan’ın on beşinci günü Topkapı Sarayı’nda yapılan destimâl programına çağırılırlardı. Bu davetiyeyi alanlar memleketlerinden Saray’a, hacılığa umreye uğurlanır gibi uğurlanırlardı. Ramazan’ın on beşinci günü diğer davetlilerle beraber destimâl odasında toplanıyorlardı. Peygamberimiz’in hırkası altın sandıkla getiriliyordu, getirenler Enderun öğrencileriydi, bütün hizmeti onlar yapıyordu. Sandık salevât-ı şerifelerle açılıyor, içinden altın çekmece çıkıyor, sonra bu çekmece de açılıyor, içinden Peygamber Efendimiz (sav)’in Hırka-i Saadeti çıkarılıyordu ve sonra destimâl dediğimiz mendiller getiriliyor, o mendiller tek tek Efendimiz (sav)’in hırkasına dokunduruluyordu ve davet edilenlere hediye ediliyordu. Bu mendiller bir ömür boyu öpe koklaya saklanıyordu. Çocuklara, torunlara vasiyet ediliyordu: “Evlatlarım, ben bir gün vefat ettiğimde Peygamberimiz’in hırkasına dokundurulan bu mendili benim yüzüme kapatın ve beni öyle kefenleyip defnedin.” Böyle vasiyet edildiği için mendillerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Geçtiğimiz günlerde Sultan Vahdettin’in torunu Neslişah Sultan vefat etti, naaşı Kâbe örtüsüyle sarıldı. Bu, o kişiyi onure etme, o kişinin asıl hayata giderken kendince “Ben hayatı bu kutsallar üzerine yaşadım, bu kutsallarla gidiyorum.” diyerek asıl hayata kendisini sunma, kendi niyetini, kıymet verdiği değerleri sunmasıdır. Bu anlamda destimâl önem arz eden bir detaydır.

NAKŞ-I KADEM-Î PEYGAMBERÎ
Allah Resulü’nün (sav) ayak izleri bazen bir mucize olarak yürüdüğü sert zeminde kalabiliyordu. İmam Kastalani Hazretleri “Mevahib-i Ledünniye” isimli eserde bu mucizeleri anlatırken şöyle der: “Resulullah (sav) taş üzerinde yürürken ayakları ona gömülür ve iz bırakırdı. İbrahim Aleyhisselam’da da böyle bir mucize görülmüştür ve onun ayak izini taşıyan taş Kâbe önündeki Makam-ı İbrahim’de muhafaza edilmektedir. Cenab-ı Hakk da bu mucizeye ‘Orada apaçık alametler ve deliller, İbrahim’in makamı vardır.’ ayetiyle işaret etmiştir.”
Kudüs’te, Mısır’da, Hindistan’da, İstanbul’da kadem-i şerifler bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz’in orijinal ayak izleri olduğu gibi bir de o izlerin kalıbından çoğaltılmış ayak izleri de vardır. Kudüs’teki Muallak Kayası üzerinde Peygamberimiz’in sol ayak izleri bulunmaktadır. Mısır’daki ayak izi Memluk Sultanı Kayıtbay’ın türbesindedir. Sultan Ahmet Camii tamamlanıp hizmete açıldığında ilk zamanlar cemaati çok değildi, halk Ayasofya Camii’ne gidiyordu. Sultan Ahmet Camii’nin yapımında hazinenin parası kullanıldı söylentileri çıkmıştı. Günümüzde de böyle bir zan var: Osmanlı Kadın Efendileri ya da Padişahlar hayır eserleri yaptırırken sanki devletin parasıyla yaptırıyorlarmış gibi bir anlayış var. Bazen böyle sorular da geliyor. Devletin parasıyla yaptırmış n’olacak vs. Böyle bir şey söz konusu olamaz! Kimse başkasının cebindeki ya da hazinedeki parayla hayır eseri yaptırıp ahiret hayatında bundan medet umamaz, inancımız bunu reddeder. I. Ahmet camiyi yaptırırken para yetmiyor, “Hazinenin parasından biraz kullansak mı?” diyorlar. Bakın bu sadece konuşuluyor, halk ayaklanıyor, “Eğer hazinenin parası kullanılırsa o camide namaz kılmak caiz değildir.” diyorlar. Cemaati camiye çekme çözümünü mukaddes bir emaneti camiye getirmekte buluyorlar. I. Ahmet Osmanlı topraklarında araştırma yaptırıyor. Haber geliyor; Kahire’de Memluk Bey’i Sultan Kayıtbay’ın türbesinde Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek ayak izi var. Sultan Kayıtbay’ın, bu kadem-i şerifi nesl-i cenab-ı peygamberîden bir zattan 20 bin dinara alarak türbesine koydurttuğunu biliyoruz. I. Ahmet bu kadem-i şerifi İstanbul’a Sultan Ahmet Camii’ne getirtiyor.

Sultan Ahmet Camii’ne naklin gerçekleştiği gece Sultan I. Ahmet bir rüya görüyor. Rüyada bütün peygamberlerin toplandığı bir mahkeme kurulmuş, Hâkim koltuğunda Peygamber Efendimiz (sav), sanık I. Ahmet, davacı Memluk Sultanı Kayıtbay… Sultan Kayıtbay diyor ki: “Ya Resulallah! Ben bu Osmanlı sultanından şikâyetçiyim. Türbemde bulunan ve çok ziyaretçinin gelmesini sağlayan sizin kademinizi söktürdü, İstanbul’da kendi camisine taşıdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “O kadem yerine iade olunsun.” buyuruyor. I. Ahmet, Şeyhi Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ne rüyayı anlatıyor. Hüdayi Hazretleri: “Sultanım, bu rüyanın tabirine hacet yoktur.” buyuruyor. Nakş-ı Kadem-î Peygamberî, Mısır’a Sultan Kayıtbay’ın türbesine geri götürülüyor. Mukaddes Emanetler eserini hazırlarken I. Ahmet’in kadem izini Mısır’a geri gönderdiğini öğrendiğimde içime bir merak düştü; acaba o kadem Sultan Kayıtbay’ın türbesinde hâlâ duruyor mu? Mısır’daki arkadaşım Turgut Bey’e hep teşekkür ederim, kendisi hâlâ Mısır’dadır, yardımcı oldu beraber gittik. Kahire’de kuzey ve güney mezarlığında yüzlerce kubbe var, hangisi Sultan Kayıtbay’ın türbesi? Zor da olsa Sultan Kayıtbay’ın kabrini bulduk. Hiç unutmam, türbeye girer girmez mezarın üzerindeki bir taşın üzerinde bir ayak izi görüyorsunuz. Evet, biliyordum, işte Peygamber Efendimiz’in ayak izi, dedim. Mısırlı türbedar: Hayır, o Peygamberimiz’in değil, o Hz. İbrahim’in ayak izi, dedi? Ama Peygamberimiz’in de ayak izi olması lazım, dedim. Yerini gösterdi, Peygamberimiz’in ayak izi Sultan Kayıtbay’ın hemen başucunda hâlâ durmaktadır.

HZ. MUSA’NIN ÂSÂSI
Hz. Musa, Tûr Dağı’nda Allahu Teâlâ ile görüştüğünde, ona bazı mucizeler bahşedilmişti. Bu mucizelerden bir tanesi Hz. Musa’nın âsâsıyla ilgilidir. Bu mucize Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: Musa dedi ki: “Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbiniz’den açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.” Firavun, “Eğer açık bir delil getirdiysen haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen” dedi. Bunun üzerine Musa, âsâsını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha. Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için bembeyaz olmuş. Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır.” “Sizi yerinizden çıkarmak istiyor.” Firavun, ileri gelenlere, “Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?” dedi.
Onlar şöyle dediler: “Musa’yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla.” “Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler.” Sihirbazlar Firavun’a geldiler. “Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükâfat vardır, değil mi?” dediler. Firavun, “Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız.” dedi. Sihirbazlar: “Ey Musa! Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalım.” dediler. Musa: “Siz atın” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar. Biz de Musa’ya, “Elindeki âsânı at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor.
Böylece hak yerini buldu ve onların yapmış oldukları şeylerin hepsi boşa çıktı. Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. “Âlemlerin Rabbi’ne iman ettik” dediler. “Musa ve Hârûn’un Rabbine.” Firavun, “Ben size izin vermeden O’na iman ettiniz ha!” dedi. “Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım.”
Dediler ki: “Biz mutlaka Rabbimiz’e döneceğiz. Sen sırf, Rabbimiz’in ayetleri bize geldiğinde iman ettiğimiz için bize hınç duyuyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve Müslüman olarak bizim canımızı al.” (A’râf,7/104 – 126)
Kıssada anlatılan âsâ Topkapı Sarayı’ndaki âsâ mı bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var Topkapı Sarayı envanterinde Hz. Musa’ya ait bir âsâ bulunmaktadır. Topkapı Sarayı’nda birkaç yıl evvel düzenleme yapıldı. O düzenlemede bazı emanetlerin arkasına o emanetlerle ilgili şahısların hatıralarının bulunduğu mekânların resimleri konuldu. Hz. Musa’nın âsâsının arkasına Tûr Dağı’nın resmi konuldu ama Tûr Dağı derken Hz. Musa’nın Allahu Teâlâ ile görüştüğü Tûr Dağı değil, o dağın hemen yanındaki eriyen dağın resmidir. Bu olay Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Musa, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım.” dedi. Allah da “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Musa da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allahım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” dedi.” (A’râf, 7/143) Tûr Dağı’na çok defalar gittim. Bugün hâlâ o eriyen dağın olduğu yerde insanlar toprağı birazcık kazarlar, toprağın altından toparlak taşlar çıkar, o taşları sacın üzerine koyarlar, taşı çatlatırlar, taşın içi kristaldir.

HZ. YUSUF’UN SARIĞI
Hz. Yusuf’un sarığı, Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır Seferinden dönerken İstanbul’a getirildi. Dışı kahverengi kadife, içi mavi atlastan pamuklu külah üzerine sarılmış tülbent benzeri beyaz bir sarıktan oluşmaktadır. Evliya Çelebi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethinden sonra bir müddet Hazreti Yusuf’un sarığıyla gezdiğini, daha sonra Selimî başlığı icat edip onu giydiğini anlatır. 17. ve 18. yüzyıllarda bazı padişahların tahta geçtiklerinde teberrüken Hz. Yusuf’un sarığını giydikleri bilinmektedir. Hz. Yusuf, bereket peygamberi olarak biliniyor. Vefat ettiğinde Mısır ayağa kalkıyor, herkes diyor ki: “İlla benim tarlama defnedilsin.” Aralarında anlaşamayınca diyorlar ki: “Nil Nehri’nin yatağına defnedelim, nasılsa hepimizin tarlası Nil Nehri’nden sulanıyor. Böylece onun bereketi hepimizin tarlasına ulaşır.” Mermer bir lahit yapılıyor, o mermer lahitle Nil Nehri’nin yatağına defnediliyor. Seneler sonra Hz. Musa kavmiyle beraber Mısır’dan ayrılırken Hz. Yusuf’un naaşını da alıyor, Kudüs yakınlarında Halil şehrine getiriyor. Halil şehri bugün Batı Şeria bölgesindedir. Halil şehri Hz. İbrahim’in tarlasıydı, evi de oradaydı, tarlasının ortasında bir mağara vardı. Hz. İbrahim, hanımı Hz. Sâre vefat ettiğinde hanımını o mağaranın içine defnediyor. Kendisi yüz altmış yaşında vefat edeceği zaman oğlu Hz. İshak’a vasiyet ediyor: “Öldüğüm zaman beni annenin yanına defnedin.” Hz. İbrahim de o mağaraya defnediliyor. Sonra Hz. İshak ve hanımı Hz. Rahile de oraya defnediliyor. Hz. Yusuf’un babası Hz. Yakub Aleyhisselam Mısır’da vefat ederken “Evladım, ben öldüğüm zaman cenazem Mısır’da olsun istemiyorum. Beni babalarımın dedelerimin yanına defnedin.” diyor. Hz. Yakub ve hanımı da o mağaraya defnediliyor. Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın naaşını Hz. Musa Aleyhisselam Nil Nehri’nden alıyor, getiriyor, o mağaraya defnediyor. Böylece aynı yerde Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, dört peygamberin kabri bulunuyor. Bir dönemin Herot’u (Yahudi krallara verilen genel isim) mağaranın üstüne bir mabet yaptırıyor. Daha sonra İslam medeniyeti oraları ele geçirdiğinde Emeviler, Abbasiler, özellikle Memluklüler oraya özen gösteriyor ve en son II. Abdülhamid Han oraya damga vuruyor. Halil Camii’ni harika bir hale getiriyor. Taa ki 1991 yılına kadar… 1991’de bir sabah namazı vakti yüz küsur kişi namaz kılarken bir Yahudi yerleşimci makinalı tüfekle hepsini taradı, namaz kılarlarken 67 kişiyi öldürdü. İsrail camiyi kapattı, bir sene sonra cami açıldı ve gördük ki caminin yarısını sinagog yapmışlar. Hz. Yusuf’un kabri sinagog yapılan tarafta kaldı. Kudüs’e yıllardır gidiyorum ama Hz. Yusuf’un kabri sinagog tarafında olduğu için ziyaret edemiyorum. Sinagogu Miraç kandilinden bir gün sonra bir günlüğüne ziyarete açıyorlar. Bu sene ilk kez Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın kabrini gözyaşlarıyla ziyaret ettim.

1 yorum

  1. Çok Başarılı Olmuş Teşekkürler

ikitelli çilingir için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir