
Modern insanın problemlerine dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Şöyle bir giriş yapalım: İnsanın mutluluğu, insanın tanımına göre şekilleniyor. İnsanın tanımına göre, insanın ve evrenin, tabiatın ve tabiata insanın nasıl anlam verdiğine göre şekilleniyor. Birinci başlangıç noktamız bu. Şimdi bu başlangıç noktasından hareketle değişik paradigmalar oluşuyor. En temel paradigmalardan bir tanesi “yaratılma paradigması.” Diğer paradigmalar, bunun dışındaki paradigmalar yani yaratılma değil de yaratılma dışındaki; evrenin nasıl oluştuğu, insanın nasıl oluştuğuyla ilgili paradigmalar. Bunlar birçok insan ideolojileriyle, düşünce sistemleriyle, felsefeleriyle tanımlanabilir. Bunların temeli de evrenin yaratılmadığı, kendiliğinden var olduğu paradigması. Bu kendiliğinden var olduğu paradigması, sırtını tamamen tesadüfe dayıyor. Sırtını tesadüfe dayadığı zaman da tesadüf, kainatta bir nizam ve intizam öngöremediğinden, ön görmesi mümkün olmadığından -çünkü tesadüfle nizam ve intizamı aynı anda, birlikte telaffuz etmek büyük bir handikap, kendi içerisinde handikap- dolayısıyla temel paradigmamız; kainatta, evrende nizam ve intizam var ise kanun vardır, kanun var ise nizam ve intizam vardır. Nizam ve intizam varsa kanun varsa bilim vardır. Bilim varsa bilim bir sıfattır; sıfat kendi başına varlığı olan bir şey değildir. Sıfat bir şeyin ismidir, isimler de zatsız olmaz. Sıfatların, fiillerin zatları vardır; bir zatın sıfatı olur. Kainatta bir ilim sıfatı var. Dolayısıyla ilim sıfatına, bir ilme sahip olan bir alim olması gerekir. Dolayısıyla bu nizam ve intizamı gördükten sonra, ilimler teşekkül ettikten sonra, ilimlerin teşekkül ettiği kabul edildikten sonra -bunlar doğal bilimler olur, sosyal bilimler olur, özellikle doğal bilimler olur- tıp gibi, fizik gibi, matematik gibi, kimya gibi ilimlerin olduğunu kabul ettikten sonra, dolayısıyla bu nizam ve intizamı gördükten sonra, ilimler teşekkül ettikten sonra.Çünkü ilim, bazı kanunların külliyetiyle tüm kainatta cereyan etmesinin adıdır. Dolayısıyla kainatta bir ilmin olduğu kesindir. İlim olduğu kesin ise o zaman ilim sahibinden, bu ilim sıfatı birisinin sıfatı olduğundan bir alimden bahsetmek zorundayız. Bu ilim de çok mükemmel olduğundan, bu ilim sahibinin mutlak ilim sahibi olduğundan bahsetmek zorundayız. Çünkü kainatta her nokta dikkatli bir şekilde konulmuş, bütün diğer noktalarla alakalı, adeta bir kilimin her noktası gibi; bir ip, bir nokta, tüm halının geneliyle ilgili gibi bir durum söz konusudur. Yani gözümüzdeki bir hücre güneşle direkt alakalıdır. Dolayısıyla ilim tecezzi (ayrılık) kabul etmemiş olur. Yani güneşi kim yarattı ise gözü de o yaratmıştır, fiil bir bütündür. O zaman fiil bütünse failin, bu fiilleri yapan failin ilminin de mutlak olması gerekir. Dolayısıyla mutlak bir ilim sahibi vardır. Birinci paradigma budur. İkinci paradigma (bunun karşısındaki paradigma) tesadüfe dayanır; ama ilimler de gözümüze tesadüfün olmadığını, işleyiş kanunlarının olduğunu gösterir. Dolayısıyla tesadüfe yer yoktur; ama tesadüfe dayandırdığı zaman bunun yani yaratılma teorisinin karşısındaki paradigma, evrim paradigmasıdır. Şu anda bu paradigmayı besleyen evrim paradigmasıdır. Evrim paradigması insana nasıl bakar? İnsana evrimselleşmiş bir hayvan gözüyle bakar; dolayısıyla insan hayvandır. Hayvan olduğu zaman, tamamen maddesel, tesadüfe bağlamış oluyoruz ki buna göre öldükten sonra var olma diye bir şey yok!.. Dolayısıyla bu yaratılma teorisinin karşısındaki teoriler nihayetinde hedonisttir yani hazcıdır. “O anda zevk al, arkasını düşünme, geleceği düşünme.” hipotezine dayanır. Ama hedonist bir kişiyi rahat ettirmeyen birçok olay vardır kainatta; ölümler, kayıplar, üzüntülü azap verici birçok olaylar vardır, hastalıklar vardır. Dolayısıyla insanı devamlı acz içerisinde ve üzüntü içerisinde bırakır. Yani hedonist bir kişinin hedonizmini devam ettirmesine de yaramaz dünya. Çünkü ölüm vardır her şeyden önce. Dolayısıyla bu iki paradigmayı ele aldıktan sonra insana bakmalıyız. Bizim paradigmamız, biraz önce izah ettiğim, yaratılma paradigması, kainata insanın bakmasını daha anlamlı kılmaktadır. Dolayısıyla insanın maddesel kısmına bakmamız da bu açıdan biraz farklıdır. Ruhun varlığı buradan yordanabilir. Dolayısıyla zaten diğer evrimsel teorilerde de çok açıkça bu işin içinden çıkılamadığından, ruh gibi bir varlıktan bahsetmek zorundayız. Demekki insanın sıfatlarını, fiillerini ruha bağlamış oluyoruz. Ruhun varlığı konusunda -Ruhun Labirentleri kitabı- izah edildiği gibi, diğer hipotezlerde, mesela psikanalizde bu ruhun fiilleri sıfatları mevhum kavramlara bağlanıyor, izah ediliyor. Bu kavramlar sadece bu konuyu izah etmek için ele alınmış ve ifade edilmiş kavramlardır deniyor. Dolayısıyla kavramların bir fiile sebep olması da mümkün olmayacağından, sadece bir kavramdan bahsetmek yerine bu kavramları içeren, bu kavramların ifadesi olan bir varlıktan bahsetmiş olacağız ki biz buna “ruh” diyoruz. Dolayısıyla ruhta da değişik kuvveler ortaya koyuyoruz. Bu kuvveler fiil değil, fiilden önceki kanunlar, kanun-ı esasiler belirlemiş oluyoruz. Biz bunları ana olarak üç kısma ayırıyoruz: akli kuvveler, şehevi kuvveler ve gadabi kuvveler… Bunların normal olması yani doğru olması normali belirliyor bize göre. Fazlalaşması ve eksilmesi anormali belirliyor. Nasıl? Şöyle ki: Mesela şehevi kuvvetler. İnsanın karşı cinse olan ilgi ve alakası belli sınırlarda olursa insani ölçülerde olursa insanlık neslinin korunmasına yönelik olursa ve de hedonizme dayanmazsa makul ve doğru olan oluyor. Fakat hedonizme dayanırsa ne oluyor? Bir sürü sorunlar ortaya çıkıyor. Nasıl sorunlar ortaya çıkıyor? Mesela kadın erkek ilişkisine veya seksüaliteye hedonistik açıdan baktığımız zaman nasıl oluyor? Hedonistik açıdan baktığımız zaman; kadın güzelse uygunsa şehevi-seksüel arzuları karşılıyorsa iyi oluyor. Ama yaşlandığı zaman bu arzuları tam olarak karşılayamıyor, o zaman ne olacak? Mesela aile dinamiklerini bu hedonistik hipotez üzerinden yürütmek zor. O zaman kadınlar yaşlandığı zaman o kadınlar terk ediliyor, kadınlar meta haline geliyor; şu anda liberal toplumda görüldüğü gibi… Ondan sonra satım aracı olarak görülüyor, kendisi bizatihi kazanç aracı olarak görülüyor. Hedonistik kültür ve liberal kültür veya temel paradigmalarda belirlediğimiz evrimsel kültür neticede bunu veriyor. Ama bizim sahip olduğumuz paradigmada şehvet sadece insan neslinin devamı için bir vesiledir, aynı zamanda zevk verici de bir aktivitedir; belli sınırlarda olduğu zaman ev, cennet köşelerinden bir köşedir. Ama dediğim gibi fazlalaştığı zaman azaptır, hem kadın için hem erkek için. Saptığı zaman, değişik şekillere girdiği zaman sapkınlıktır, azaldığı zamanda da öyledir. İnsan neslinin devam etmemesine neden olur. Azı anormallik olur, fazlalaşması da parafililere neden olur. Psikiyatride parafili dediğimiz cinsel sapıklıklara neden olur. Ondan sonra erkek ve kadında cinsel kimlik sapmalarına neden olur. Panseksüalizm, homoseksüalite gibi cinsel kimlik bozukluklarına neden olur. Dolayısıyla kuvve-i şeheviyenin fazlası ve azı patolojiyi temsil eder bize göre. Yine kuvve-i gadabiyenin fazlası ve azı da bizim için patolojiyi temsil eder. Fazlası nedir? Saldırganlıktır, insan hakkı dinlememektir, insanları ezmektir. Hak hukuk yerine, kuvveti esas almaktır. Böyle bir dünya kaotik bir dünyadır. Psikopatlarda, anti sosyal kişilik bozukluklarında, bipolar bozukluğun manik eksitasyonlarında, kuvve-i gadabiye dediğimiz şey artıyor. Gadabiyenin azalması yani genel psikiyatride ve modern psikiyatride ajitasyon, eksitasyon dediğimiz olay retardasyonlarda oluyor. Yani kişi kendi hakkına sahip olamayan, herkesin itip kaktığı, yetersiz kişiliklerde, depresyonda ve diğer buna mumasil psikomotor retardasyonlarda da kuvve-i gadabiye azalıyor. Bu da patolojiyi temsil ediyor. Kuvve-i akliyenin yine artması ve azalması. Artması, insanları akılla kandırmaya, fazla yorum yapma hezeyanlarına, aşırı değerlendirilmiş fikirlere neden oluyor. Hezeyanları ve düşünce bozukluklarını yine kuvve-i akliyenin artmasıyla izah edebiliyoruz. Azalması ile yolunu bulamayan, günlük işlerini takip edemeyen, herhangi bir entegrasyon yapamayanların durumları da kuvve-i akliyenin gerilemesini, zayıflamasını izah ediyor. Bu model, yani bizim modelimiz aynı zamanda longitudinal model dediğimiz psikolojideki boylamsal modele uyuyor. Bu boylamsal model zaten son zamanlarda daha önceki triangüler ve diğer modellerin çözemediği şeyleri çözüyor. Neden? Bu psikofarmakolojiye de yansıyor esasında. Örneğin depresyon diye bir hastalık. Depresyon tedavi edilmediği, ilerlediği, şiddetlendiği taktirde, şiddetli bir depresyonun iki alt tipi var. “Psikotik tip” ve “non psikotik tip”, yani psikotik olmayan tip var. Psikotik tipe biz anti psikotikler veriyoruz. Psikotik tip olmazsa şizofreni gibi psikozlarda verdiğimiz ilaçların aynısını veriyoruz cevap almak için. Bu da benim önerdiğim longitudinal modelle örtüşüyor. Yani herhangi bir bölgenin hastalığından ziyade -psikiyatrideki hastalıkların sınıflandırılması- bu üç kuvvedeki artma ve azalmanın sonucu olarak ortaya çıktığı tezini destekliyor. Tabi burada temel şeyler var psikiyatrinin çözmesi gereken, psikolojinin çözmesi gereken… Derinlemesine kitabımda da izah ettiğim gibi, insanın biyolojisinin sınırları ne kadar, psikolojisinin sınırları ne kadar, iyi bilinmesi gerekiyor. Bunu şöyle izah edebiliriz: Vücud, beden, madde hepsi bir alem… Meşhur Ayhan Songar Hoca’nın piyano örneği vardır bunun için… Ruh, piyanoyu çalandır; piyano ise bedendir. Beyindeki reseptörler bizim piyanonun tuşları gibi oluyor, ruh bunları koordineli bir şekilde çalıştırıyor. Bazen biyolojik bozukluklar, madde kullanım bozuklukları, zeka gerilikleri gibi beyindeki biyolojik organik bozukluklar, aynen piyanonun bozulması gibi, ruhun bu piyanoda herhangi güzel bir eser çıkartmasına engel olabiliyor. Yani somatik bozukluklar da yine psikiyatrik rahatsızlıklara neden olabiliyor bu modelde, önerdiğimiz modelde. Yine organik nedenlerle olan psikiyatrik bozuklukları da izah edebiliyoruz. Bu modelin izah etmeyeceği herhangi bir şey yok, ama daha önceki modellerin izah edemediği çok şey var. Onun için zaten değişik alternatif modeller ileri sürülüyor. Nasıl modeller ileri sürülüyor? Davranışçı model, bilişsel model, psikanalitik model, biyolojik model gibi birçok, insan davranışlarını anlamaya yönelik modeller var. Bu modellerin hepsinin bazı haklı tarafları, bazı eksik tarafları var. Ama bizim model tamamını kapsıyor; entegratik ve holistik bir model oluyor. Dolayısıyla modelimiz hastalıkların izah edilmesi ve insanın davranışlarının izah edilmesi açısından gayet yeterli.
Bilimsel konseptin içine nefs kavramının da dahil edilmesini mi öngörüyorsunuz?
Ona geçecek olursak psikanalitik modelde ‘ego’, ‘süper ego’, ‘id’ diye üç ana kavram bunlar. Zaten oradan kaybediyor bu. Psikanaliz, insan davranışlarını kavramlara yüklüyor. Çünkü tamamen kafada olduğu için bu model, bu modelin insanda karşılığı yoktur. Tamamen bir felsefe kurulmuştur, bir sistem kurulmuştur. Sistemler esasında itiraz edilemez yani kanıtlanamaz da. Dolayısıyla psikanaliz denen metodun kanıtlanması da yoktur, yalanlaması da yoktur. Esasında pozitivizm yani Ortodoks bilim anlayışına da zıt bir sistemdir, esasında dindir yani. Neden? Çünkü kanıtlanamaz, yalanlanamaz, tekrar edilemez. Dolayısıyla zaten bilim olmaktan uzaktır, özellikle psikanaliz. Asla bilimle, Ortodoks bilimle de alakası yoktur. Tabi Ortodoks bilim anlayışının da handikapları vardır, onları içerdiği gibi onun ilerisini de içerir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımız zaman o, kavramlara fiil yüklemek gibi bir şeydir; baştan mantıksal olarak bir anlamı yoktur. Ama bizim sistemimizde, ruhta bazı fiillere işaret olabilecek bazı kavramlardan ve isimlerden bahsedebiliriz. Çünkü isimleri taşıyan bir varlık vardır. İsimle müsemma varlık vardır, isimleri taşıyan bir varlık vardır diyoruz mantıksal olarak. Dolayısıyla ne oluyor şimdi? Ruhun bazı fiillerine bazı isimler verebiliriz. Bunlar neler olabilir? Bunlar şöyle olabilir: Bütün evrendeki fiillerin karşılığı vardır ruhta bize göre. Ruh bütün evreni temsil eder. Bu tasavvufi şeylerle de birleşir. Yani bizim modelimizde izah edilemeyecek bir şey yok. Evrenin adeta kanunsal bir varlığıdır, tecessüm etmiş bir varlığıdır. Ya da diyelim ki evreni bir ağaç olarak kabul edersek onun çekirdeği olan bir şeydir her ruh. Dolayısıyla değişik zamanlarda İslam kültüründe ruhun sıfatlarına değişik şeyler takılmıştır. Mesela “Nefs” kavramı ortaya konmuştur. Onu izah eden ve onu anlayan kişiye göre değişik, tabii evreleri vardır. O da ruhun, esasında nefs kavramına yüklenen değişik durumlarını izah eder.
Şimdi nefs kavramına farklı bir açıdan bakmaya çalışacağım. Bu zamana kadarki geleneksel, klasik İslam düşüncesinden biraz farklı. İslam düşüncesinde bu var da, ben birçok insan tarafından ya da sıradan insan tarafından kavranılmayan bir şeye işaret etmek istiyorum. Psikiyatride “gerçeği değerlendirme yetisi” diye bir şey vardır. Gerçeği değerlendirmek yani insanın kendi gerçeği ile dışarıdaki gerçeği fark etmesini sağlayan yani “benim varlığım buraya kadar, benden sonrası bundan sonra” denilen bir durum vardır. Yani sahiplik, yani ben şuraya kadar sahibim, benden sonra olanlar şuraya kadar sahiptir. Ona İslam kültüründe “ene” denir. Yani bir şeye sahip olma duygusu, sınırını çizmek… Çünkü şöyle bir şey vardır: Bir yerde bir sınır çizilemezse “mutlaklık” söz konusu olur. Mutlak bir şeyi sınırlı bir şey algılayamaz. Yani iki mutlak olmaz. Çünkü birinin mutlaklığı diğerinin mutlaklığını sınırlandırmak isteyeceğinden iki tane mutlak aynı anda olmaz. “Ene” kavramı bu mutlaklığa sınır çizmek için var olan, ruhtaki bir sıfattır. Yani “ben şuraya kadar sahibim, benim ilmim şuraya kadar, benim güzelliğim şuraya kadar, benim gücüm şuraya kadar” denilmek için bir kavramdır; bunu anlatan bir kavramdır. Ruhta böyle bir kavram vardır. Ve insanlığın esasıdır bu. Biraz önce zikrettiğim şeyden dolayı. Çünkü bir şeye sahip olma durumunu insan anlamazsa kavramazsa biraz önce psikiyatride önemli olan dediğim “gerçeği değerlendirme yetisi” ve realite söz konusu olmaz. Yani “Benim sınırım buraya kadar.” denmediği zaman bunun karşılığı psikozdur. Psikoz dediğimiz nedir? Hayal dünyasında yaşamak, var olmayanı algılamak, düşündüğünü varmış gibi algılamak yani esasında, düşünceyle var olmak arasında sınır çizememek, hatta duyguları düşünceler gibi algılamak; bunu genişletebiliriz. Dolayısıyla “ene” bu sınırı çizmemize neden olur. Bu sınırı çizemediğimiz zaman insan olma vasfımızı yitiririz, psikoz dediğimiz şeyler olur. Dolayısıyla “ene” ya da “ene kavramı” aslında nefs kavramıyla yüzde yüz örtüşmez. “Ene”nin menfi olan kısmına İslam’da “nefs” denmiştir, yani “ene”nin kötülüğü temsil eden kısmı. “Ene” hem iyiliği temsil edebilir hem kötülüğü temsil edebilir. Bu yönden “ene” şu andaki psikolojideki “ego” kavramıyla daha çok yakınlık gösterir. “Ego” kavramına daha fazla oturur. “Ego” da aynı “ene” kavramında olduğu gibi, gerçeği değerlendirme yetisini sağlar. İç gerçeklikle dış gerçekliği ayırt eder. Ama orada handikap ne? Psikanaliz maddeyi kabul eder, evrime dayanır, evrim paradigmasına dayanır; dolayısıyla ruh diye bir varlığı kabul etmediği için “ego” diye bir kavram üzerinden, yani zatı olmayan bir kavram üzerinden bunu açıklamaya çalışır, havada kalır. Dolayısıyla psikiyatrideki “ego” kavramı İslam’daki “ene” kavramından ödünç alınmış bir kavramdır ama temeli yoktur. Yine tabi bu “ene” kavramının temelini izah ettim ama bunu daha genişletebiliriz.
Şimdi burada “ene” kavramının diğer geleneksel psikolojiyle farkı şu: Geleneksel psikoloji bir de “süper ego” kavramı geliştirmiş kendine göre. “Ene”nin bazı sıfatlarına “süper ego” diyerek bir kavramla onları izah etmeye çalışmış. Oysaki “süper ego” ve “id” de yine “ene” içerisinde bazı fiillere verebileceğimiz bir ad… Bunları tabi ayırmış birbirinden; “ego”, “süper ego”, “id” diyerek ayrı kavramlar ve varlıklarmış gibi ayırmış… Biz bunları “ene” kavramı içerisinde değerlendiriyoruz. “Ene” ruhun öğrenen kısmı, kendini inkişaf ettiren kısmını da temsil ediyor. Aynı zamanda yine İslam’da esas olan “Elestü bi Rabbiküm” denen yani “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” anındaki insanın kodlarına konulan temel -yine psikolojide dürtü denilen, insanın eşyaya olan meylinin konulduğunu, iç güdü kavramını da içeren daha geniş bir kavramı da izah eder. Yani ruhu karşısına oturtturup ona bazı komplime kurallar, kanunlar, yakınlıklar üfürmüştür Yaratıcı; bu durum onu da ifade eder. Konuya biyolojik açıdan yaklaşan Ortodoks bilim anlayışı esasında bazen de gerçeklere yakın konuşur, yani gerçekleri hisseder. Ama kavramlar uydurmaya başlar, çünkü derdi yaratılışı kabul etmemektir. Yani temel paradigma odur. Dolayısıyla bazı gerçekleri barındırdığı gibi, bunları gerçek dışı bazı kavramlara indirgeyerek açıklamaya çalışır. Dolayısıyla “ene” kavramıyla biz bütün olarak bunları ele alabiliriz. Biraz önceki üç kuvve de “ene” kavramının yine sıfatlarıdır. Mesela bir insanın ne tür sıfatları olabilir? Alim olabilir, sanatkar olabilir, güzel olabilir ya da çirkin olabilir; bunun gibi sıfatlarıdır bu kuvveler. Tabi bunlar sürekli fiile çıkmak ister, biz bunları ne yaparız? İnsan olduğumuzdan “ene” ile yine terbiye ederiz. Mesela saldırgan bir insansak bunun doğru olmadığını biliriz ve bunu engellemeye çalışırız, engelleyebildiğimiz kadar.
Müspet ya da menfi var oluşlar var…
Tabi, şimdi ana çerçeveyi aşağı yukarı çizmeye çalıştım. Ortodoks geleneksel tıptaki psikolojik modelle farklı tarafları ve benzeşen taraflarını anlatmaya çalıştık. Dolayısıyla diğer modellerin temel tezi, insanı hayvan olarak kabul ettiği için hedonizme dayanır, zevkçiliğe, hazcılığa dayanır. Zaten psikanaliz de haz üzerine oturur, hatta klasik psikanaliz seksüel haz üzerine oturur. Onun biraz sağını solunu törpülemeye çalışarak, o seksüel hazzı; yemeyi, içmeyi falan da ifade eder, denilmeye başlanmıştır. “Şeheviye” kelimesi de bunu çok güzel izah ediyor aslında, tabi onlarınkinde sağı solu biraz eksik oluyor, bizimki tam olarak insanı izah ediyor. Biz insanı bu hipotezle daha iyi anlamlandırabiliyoruz, daha iyi anlayabiliyoruz.
Bu yaklaşımları pratik tababette nasıl değerlendirebiliriz?
Burada şöyle bir fark var: Türk psikiyatrisinin ya da Müslüman psikiyatrisinin de tabi handikapları var. Ne gibi? Evrimsel hipotez üzerine, paradigma üzerine oturtulmuş bir hipotezle insanlara yardım etmeye çalışıyor. Kendisi sanki bir modeli yokmuş gibi davranıyor, çünkü bilmiyor, öğrenmiyor; dolayısıyla münafık bir uygulama yapıyor yani, şimdi buna gerek yok aslında. Ben mesela kendi uygulamalarımda şöyle yapıyorum: Bir kere gelen kişinin kainatı anlamlandırması nasıl onu anlamam gerekiyor, kainat tasavvuru, insan tasavvuru… Tabi evreni anlamlandırmasını anlamaya çalışıyorum önce; evrimsel bir anlamlandırmayla ne kadar çözebileceğimize -tabi hastanın inançlarına ideolojilerine bir sınır koyamayız- bakıyorum.
Zaten kültürel psikiyatri kavramına da ters değil bu…
Tabi, hastayı var oluşçu düşünce açısından kurgulamaya çalışıyoruz. Yani kainatı nasıl anlamlandırıyor, insanı nasıl anlamlandırıyor, onun üzerinden gidiyoruz terapi noktasında. Tabi biz şimdi eklektik davranıyoruz. Bizim kafamızda bir sınır olmadığı için doğru olan şeyleri hastaya uyguluyoruz, davranış yöntemleri kullandığımız hastalar oluyor. Çünkü davranışçı yöntemler yine benim modelimin dışında değil zaten. Davranışçı modeller ve yöntemlerle, mesela obsesif kompulsif bozukluk bulunan bir hastaya ben davranışçı yöntemleri rahatlıkla uyguluyorum. Mesela çocukluk çağında cinsel travmalara uğramış bir çocuğun, kişinin bu cinsel travmadan dolayı yükünü de boşaltmaya çalışıyoruz. Ama bunun adı, tabi psikanalitik olarak bu olaya bakacak olursak ‘transferaz’ oluyor ve transferazla ilgili kavramlarla izah edebileceğimiz süreçler oluyor. Yani bizim kafamızda bir sınır yok, bizim belirlediğimiz modelin dışında olmuyor bunlar…
Yani İslami bir psikiyatrinin temeli gibi mi?
Türkiye’de psikiyatristlerin handikapları var demiştik. Türkiye’de psikiyatristler işin geri tarafını bilmiyorlar; birçoğu yaratılmaya inanıyor fakat yaratılmayı kabul etmeyen bir insan anlayışıyla hastalara yardım etmeye çalışıyor. Bu imkansız bir şey, bu kesinlikle imkansız bir şey. İnsan kendi inanmadığı bir modeli başkasına uygulayamaz. İnanıyorsa da o zaman kendini inkar eder, kendisi huzursuz olur. Dolayısıyla böyle bir durum var. Özellikle bilimle dini ya da kültürü öyle kolay ayıramazsın, ayırmak çok zor… Cemiyeti etkileyen en büyük kurum olarak kabul ediliyor hala din… Her tarafta öyledir zaten. Yani dünyada bu iki paradigmanın dışına çıkan bir insan grubu, insan ferdi, insan topluluğu olmaz ki… İnsanın temel olarak davranışlarını etkileyen iki temel paradigmadır bu; ya öyledir ya öyledir. Bunun dışında başka bir paradigma olamaz. Temel paradigmalar onlardır. İnsanlık aleminde, Hz. Adem’den bugüne kadar bu paradigma böyledir. Dolayısıyla bunun dışına çıkmak mümkün değil. Psikiyatristler Türkiye’de çok zor durumdadır bu yüzden. Çünkü kültürünü bilmiyor… Bir de okuma alışkanlığı yok zaten; sadece ellerindeki psikiyatri kitaplarını okuyorlar, onlar da birer teoridir, teoriden ibarettir.
Gayeci mantıktan uzak diyebilir miyiz?
Evet uzak… Bir de sadece tek temel bilimsel model, Ortodoks model zannediliyor. Esasında bunun yanında birçok model vardır. Bilimsel model vardır, konvansiyolist model, realistik model, realistik konvansiyolist model gibi. Sadece realistik modele dayanmıyor ki bilim, sadece Ortodoks modele dayanmıyor ki… Sadece o doğru zannediliyor; zaten Einstein’ın rölativite prensibi ortaya çıktıktan sonra Ortodoks bilim anlayışı aslında yıkılmıştır.
Ama sırtımızdan atamadık ve insanlara zarar da veriyoruz bu yaklaşımla. Sadece Psikiyatri açısından söylemiyorum yani insan canlı ama, ortada bir canlı cenaze gibi duruyor bu haliyle…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

