Mevlâna’da Aşk Felsefesi / Prof. Dr. İlhan Yıldız

Mevlâna’ya göre insanın kavgası kendi içinde olup bizzat kendi nefsiyledir. İnsanın uzlet ve nefis terbiyesi ile Allah’a ulaşabileceğini söyleyen Mevlâna bu kavga sürecini “aşk kazanı” metaforu ile tasvir etmektedir. Aşk kazanında bütün behimi arzulardan ve özellikle dünyaya ait hırslardan kurtulmak suretiyle nefsini terbiye ederek olgunlaştıran insan, gönlünü Allah’ın tecelli edeceği bir ortama dönüştürmektedir. Mevlâna’nın anlattığı birliktelik de tamamen manevi bir anlam ve ortamda gerçekleşmektedir. İnsan merak eden, sorular soran ve bunun sonunda kendini geliştirebilen bir varlıktır. Mevlâna, Mesnevi başta olmak üzere bütün eserlerinde insanı, akıl-kalp/gönül dengesi üzerinden anlatmış, onun zihinsel ve ruhsal olarak tatmin edilmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Bu doğrultuda insanın kendini hem bedensel hem de ruhsal olarak geliştirmesi gerektiğinden bahseden ve eserlerinde bunu nasıl başaracağını didaktik bir üslupla açıklayan Mevlâna, onun özündeki cevherin açığa çıkmasıyla kötü huyların ve bunlardan neşet eden kötülüklerin engellendiğini vurgulamaktadır. Sonuçta Mevlâna’ya göre insanı insan yapan, başta kendisi ve kendi eylemleri olmak üzere, çevresinde olup biten şeyler, varlıklar ve hayat üzerinde düşünme ve sorgulama kabiliyetidir. Bunu yaparken de bir taraftan ilim, bir taraftan da irfana dayanmak gerekmektedir.
Allah’a Erişim
O’na göre Gazali dâhil İslam filozoflarının kullandıkları deliller akıl ve mantığa dayanmaktadır. Gazali “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz.” demesine rağmen diğer İslam filozoflarından farklı olarak “salt akl”ın bizi Allah’a ulaştıramayacağından bahsetmişti. (Gazali, 1961: 191-192) Mevlâna ise, “Fihi Ma Fih” adlı eserinde bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Delil ve sebeplerle hareket edenlerin ayağı tahta bacak gibidir. Tahta bacaklara ise hiç güvenilmez, tamamen dayanıksızdır.” (Mevlâna, 2008: 108) Mevlâna’ya göre, deliller, sebeplilik ve akıl yürütmelerle bir hükümde bulunma dünyevi konularla ilgilidir. Siyasi, hukuki, ekonomik vs. dünyevi konularla ilgili akıl yürütme yapılarak sonuca ulaşılabilir ancak bu yol ve yöntemle Allah’a ve eşyanın hakikatine ulaşmaya çalışmak, tahta bacakla dünya seyahatine çıkmak gibi bir şeydir. Yani Mevlâna aklın bizim Allah’a erişimimizi sağlayacak bir fonksiyona sahip olmadığını ancak O’na ulaşmamıza yardımcı olabileceğini söylemektedir. İnsan aklının sınırları olduğunu söyleyen Mevlâna aklın serüveninin bir yerde tamamlanacağını belirtmektedir. Aklın gücünün bittiği andan itibaren Allah’a erişimin nasıl devam edeceği yönünde soru işaretleri oluşacaktır. Mevlâna’ya göre bundan sonra Allah’a ulaşmak için iman ve aşk felsefesinden yararlanılması gerekmektedir.
Mevlâna aklın fonksiyonu hakkında şöyle demektedir: “Aklın seni padişahın kapısına getirinceye kadar gereklidir ancak kapıya geldiğin zaman sen onu boşa. Çünkü o artık senin için zararlıdır, yolunu keser. Ona ulaşınca kendini teslim et. Artık senin ‘neden’ ve ‘niçin’ ile işin kalmamıştır.” (Mevlâna, 2008: 175)
Hakikata kendini bırak, orada artık senin neden ve niçinle işin olamaz diyerek akıl ve gönül ilişkisini padişah ve doktor metaforlarıyla anlatmaya devam eden Mevlâna’ya göre, padişahın kapısına gelinceye kadar aklın sana yardımı olur ancak kapıya geldiğin zaman sen aklı terk et; zira o artık sana zarar verir, ayak bağı olur, yolunu keser. Veyahut da bir hastayı doktora götürene kadar akıl yol göstericidir; bu hastayı hangi doktor tedavi edebilir, kim mesleğinde mahirdir, bunları araştırır. Doğru doktora ulaştıktan sonra aklı bir kenara bırakıp hastanın kendini doktora teslim etmesi gerekir. (Mevlâna, 2019: 80)
İman Felsefesi
Mevlâna’nın hem medrese/üniversitede ders veren bir müderris hem de bir dergâhı yöneten mutasavvıf olduğu bilinmektedir. Onun ilim ile irfanı/akıl ile gönlü bir tutan bir geleneğin içinde büyümüş olduğunu unutmamak gerekir. Babası Bahaeddin Veled hem bir medrese hocası hem de Kübrevilik tarikatı şeyhidir. Bilindiği gibi babası Mevlâna için son derece önemli bir rol model olmuştur. Mevlâna, babası öldükten sonra onun “Maarif” adlı eserini elinden düşürmemiş; hatta bir keresinde “Babam erkenden ölmemiş olsaydı Şems’e ihtiyacım kalmayacaktı.” demiştir. (Mevlâna, 2019: 98) Böylelikle Mevlâna medrese eğitimi ile tekke eğitiminin birbirinin zıddı veya alternatifi olmadığını bilakis birbirinin mütemmimi olduğunu göstermiştir. Mevlâna bu iki alanı birbirinden farklı görmemekte hatta bunların birbirine muhtaç olduğunu ve dolayısıyla birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgulayarak yeni bir eğitim yöntemi üzerinde durmaktadır. Şunu açıklıkla ifade etmek gerekir ki ipuçlarını Gazali’de gördüğümüz bu yeni yöntemi Mevlâna’nın bulmuş olduğu görülmektedir. Hem medrese hem de tekkede dersler veren ilimle irfanı birleştirmek suretiyle Mevlâna yeni bir dil, yeni bir yol ve yeni bir yöntem inşa ederek akılla gönül arasında bir köprü inşa etmeye çalışmıştır. Bu yönüyle Mevlâna bir yenilikçi hatta bir devrimcidir.
Salt akılla hareket etmeyi tahta bacakla yürümeye çalışmaya benzeten Mevlâna, akıl yoluyla ulaşılan, eylemden arındırılmış epistemik bilgiye güvenmez. Ancak tasavvuf yolunda seyrü sülük ederken heretizme kaymamak için tasavvuf ilmini de akıl ile kontrol altında tutmaya çalışır. Akıl ve gönül birbirinden ayrı olmadığı gibi önce veya sonra da değildir. Onun için ancak aşk ve tutku akılla test edildiği müddetçe varılan sonuç itibariyle iman etmeye ve yaşanmaya değmektedir. Aksi takdirde salt akılla veya aşkla yol almak isteyenler yolculuklarını pişmanlıkla tamamlayabilirler. Yapılan dua, zikir ve ibadetler bir insanı ilahi düşünce ve duygu yoğunluğuna taşımıyorsa bunlardan şüphe etmek gerekir. Mevlâna iman ile ilgili hususların bilgi boyutunda kalmasının yanlış olduğunu, mutlaka yaşantı boyutuna taşınması gerektiğini savunmaktadır. Örneğin, filozof her şeyi kal/söz/delil ile bilir ancak bunu çabuk unutur. Ancak arif hal ehli olduğu ve bilgiyi yaşantı haline getirdiği için unutması imkânsızdır (Mevlâna, 1974: c.I, s. 169, b.829).
Nahiv ve Mahiv Felsefesi
Mevlâna Allah’a erişim sırasında birbirinin ardı sıra iki farklı yol kullanmaktadır. Birincisi nahiv yöntemi ki insan bu yöntemle belli bir noktaya kadar gelmektedir. Diğeri ise mahiv yöntemidir ki bu süreçte insan kendi nefsini yakıp yok etmektedir. Bu iki yöntem birbirinin alternatifi olmayıp bilakis birbirini tamamlayan iki farklı aşamadan ibarettir. Bilgi ve tecrübe olarak da tanımlayacağımız bu aşamalar birbirinden ayrılırsa sonuç alınamaz. Tasavvuf literatüründe kal ve hal yöntemi olarak da bilinen bu yöntem yeni olmamakla birlikte iki yöntemin birlikte kullanılması Mevlâna’ya aittir ve yenidir.
Mevlâna bunu kanat metaforu ile şöyle anlatmaktadır:
“İki kanatlı olmalısın, aksi halde uçamazsın.” (Mevlâna, 2018: II, 1545)
Bilindiği gibi nahiv medreselerde temel olarak Arapça dil bilgisi ile ilgili olarak öğretilen konuların adıdır. Mevlâna sadece filozoflara değil, aynı zamanda İslam dinini teorik olarak ele alıp değerlendiren ilahiyatçılara da bu konuda mesaj göndermek istemektedir. İslam dini hakkında yapılan birtakım bilimsel etütlerle, örneğin Kur’an okuyarak veyahut hadisleri öğreterek Allah’a ulaşılamayacağını İslami eğitimin temeli sayılan “nahiv” kavramıyla sembolleştirmektedir.
Mevlâna insan nefsinin terbiye edilmesi aşaması olarak tanımlanabilecek bu aşamada “aşk kazanı” formülasyonuna uygun bir hareket stratejisi izlemektedir. Bu formülasyonda iki farklı aşama bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “kapı metaforu” ile anlatılan masivadan uzaklaşmak suretiyle Allah’a erişme çabası; ikincisi ise “nohut metaforu” ile anlatılan nefsin ibadet ve uzlet ile terbiye edilmesidir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Mevlâna’nın felsefesi, nahiv değil mahiv felsefesidir. Mahiv felsefesi insan nefsinin birtakım ağır imtihanlardan geçerek terbiye edilmesi anlamına gelmektedir. Mevlâna’ya göre insanın içinde bir kavga vardır. İnsanın belki de en büyük kavgası kendisiyledir. Zira insanın zehri, panzehri, doktoru ve hatta celladı kendi içindedir. Aşk kazanında insanın bütün behimi arzularından, özellikle dünyaya ait hırslarından kurtulmak suretiyle nefsin terbiye edilmesi ile otonom hale gelen kalbi, Allah’ın teşrif edeceği bir ortama dönüştürmektedir. İnsan benliğinden sıyrıldığı zaman Allah’a erişmek suretiyle eşyanın hakikatine ve dolayısıyla ilahi hakikate ulaşmaktadır. Burada Mevlâna’nın anlattığı birlikteliğin tamamen manevi bir anlam ve ortamda gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Mevlâna Mesnevi’de bu konuya şöyle bir örnek vermektedir: “Bir medrese âlimi bir gemiye biner. Bir taraftan gemi denizin üstünde hareket ederken âlim geminin kaptanı ile tanışır ve ona nahiv bilip bilmediğini sorar. O da bilmem der. Bu duruma çok şaşıran âlim: “Gitti ömrünün yarısı” der. Bir müddet sonra denizde fırtına kopar. Ortalık can pazarına dönmüştür. Kaptan âlime gelerek yüzme bilip bilmediğini sorar. Yüzme bilmediğini söyleyen âlime kaptan cevap olarak: ‘Senin gitti ömrünün tamamı.’ der.” (Mevlâna, 2018: I, 2835) Mesnevi’de bu hikâyenin devamında Mevlâna’nın şu yorumu yer almaktadır: “Malum olsun ki burada ‘nahiv’ değil, ‘mahiv’ lazımdır. Sen de mahvoldunsa, tehlikelerden çekinmeksizin suya dal. Denizin suyu ölüyü suda taşır. Diri olan denizin elinden nasıl kurtulur? Sen beşeriyet vasıflarından ölürsen esrar denizi seni başında gezdirir. Dünyada sen cihanın allamesi idin. Şimdi o cihanın faniliğini gör.” (Mevlâna, 2018: I, 2840)
Mevlâna ruhun beden hapishanesinde mahkûm olduğunu ve hapis hayatı sürdüğünü söylemektedir. Mevlâna, bunu yumurta metaforu ile anlatmaktadır. Yani ruhu yumurtaya hapsolmuş civcive benzetmektedir. Civciv yumurtayı çatlatana kadar ruhunu kurtaramaz. (Mevlâna, 2018: III, 2175)
Mevlâna’ya göre insan, nefsini temizleyerek, onun sufli arzularını yok ederek ve günahlardan arınarak bazı hakikatlere ulaşabilir. Aslında insanın yok olması da bu anlama gelmektedir. Ona göre kalb levhası ne kadar lekesiz ve temiz olursa, iman hikmetinin nakışları da o kadar parlak ve aydınlık olur.
Aşk Felsefesi
Mevlâna’ya göre aşk, ateşi sürekli yanan ve içine atılan her şeyi yutan bir kara deliğe benzemektedir. Aşk, âşığı böylesine yüce bir makama yükseltmesinin karşılığında ona ağır bir bedel ödetmektedir. Her güzelliğin bir bedeli olduğu gibi âşık da bu anlamda kahır çeken ve bedel ödeyen bir rol oynamaktadır. Aşkın yolunu çile ve ıstırap yolu olarak tanımlayan Mevlâna’da, âşık gönüllü olarak çile ve ıstıraba talip olan çilekeş bir insandır. (Mevlâna, 2018: VI, 902). Aslında âşığın bütün bu çile ve ıstıraptan sonra alacağı mükâfat, bizzat Allah’tır.
Bu kadar önemli bir organ olan kalbin içinde aşk yoksa o, atlas kefenine sarılıp kabre gömülen bir ölüden başka bir şey değildir (Mevlâna, 2007: V, s. 20, 243). Etrafına beden gözüyle bakanlar, gönül gözü olmayanlar aşkı göremezler. (Mevlâna, 2018: I, 1791). Oysa bilmedikleri aşk bahçesinin sonu olmayıp orada sevinç ve kederden çok daha fazla şey vardır.
Mevlâna aşığı anlatırken şöyle der: “O kadar umarsız ki asla sırtını dönmüyor. Kendisi için herhangi bir menfaat beklentisi yok. Nesi var nesi yoksa ortaya koyup bütün samimiyeti ile hareket ediyor, bazen alay ve hakaret ile karşılanıyor, ancak buna rağmen yolundan dönmüyor. Allah’tan aldığı her şeyi Allah yolunda harcıyor ve kendisi için hiçbir şey saklamıyor. Allah, nasıl benliğini ona karşılıksız bahşetmiş ise o da Allah’tan aldığını bütün samimiyet ve safiyetiyle yine Allah’a sunuyor.” (Mevlâna, 2018: VI, 1970-71)
Her şeye rağmen âşıkların olgunlaşması için birtakım zahmetlerle yoğrulması ve pişirilmesi gerekir. Tasavvuf literatüründe buna çile dönemi denilmektedir. Tıpkı toprağın altına atılan buğdayın, orada bir müddet kaldıktan sonra buğday tanelerini taşıyan başak şeklinde yeryüzüne çıkması gibi. (Mevlâna, 2018: V, 2014). İnsan nefsi de aşk kazanında bu şekilde yoğrularak daha olgun hale gelmektedir (Mevlâna, 2018: I, 3165-7). Seyrü süluk esnasında yaşadıkları kahır ve çile nedeniyle âşıkların nefisleri yanmaktadır. Bu yanma ve pişme işlemleri onların daha olgun bireyler olmalarına sebep olduğu için olumlu karşılanmaktadır.
Aşk bu kadar acıklı olmak zorunda mıdır? Mevlâna bu soruyu ve bunun cevabını da bir beyitinde şöyle anlatmaktadır: “Aşk dünyada maşuğa çok çile çektirmektedir. Ancak aşk maşuğa neden bu kadar ızdırap vermektedir? Neden ilk başta aşığa düşmanca davranır? Elbette samimi olmayanların kaçması ve aşktan vazgeçmesi için!” (Mevlâna, 2018: III, 4750-1) Gerçek âşıklar bütün sıkıntılara rağmen yılmaz ve usanmazlar. (Schimmel, 2000: 187). Aksine padişah hazinesinin yıkıntıların altında olduğunu bilirler (Mevlâna, 2018: I, 1744). Sevinç ve lezzeti, dert ve sıkıntıdan ayırmazlar. Tüm arzulardan uzakta, her an ölmeye hazırdırlar. Aslında onların yaşamı ölümdür. Onlar gönül vererek gönül alanlardır (Mevlâna, 2018: I, 1751).
Aşk, Mevlâna’nın deyimiyle, aklın topal kaldığı yokluk denizidir (Mevlâna, 2018: III, 4720). Buna göre aşk hem kör hem de sağırdır (Mevlâna, 2018: VI, 1979). Aşk, insanı akıl dairesinden çıkarıp Allah’ın varlığına götürdüğü için, akıl orada iş göremez (Mevlâna, 2018: I, 1065). Kelimeler yetersiz kalır; kalem yazmaz (Mevlâna, 2018: I, 114; 2018: II, 3013). Aşk ise âşığı isyandan, tövbeden uzaklaştırır. Ruh bambaşka bir ruhla vücut bulduğu için artık tövbeden de tövbe etmek gerekmektedir (Mevlâna, 2018: I, 2205-9). Mevlâna’ya göre insanın nihai hedefi Allah’a ulaşmaktır. Bunun için birçok zorluk yaşayan insanın bu mücahedesi ve mücadelesi sırasında yararlanması gereken en önemli unsurun tecrübe delili ve dolayısıyla aşk olması gerekmektedir.
Mevlâna’nın tecrübe delilindeki temel noktalar; varlık, varlığın birliği, insan ve aşktır. Felsefesinin temelinde akıl vardır ancak akıl bir noktaya kadar doğruyu vermekte olup o noktadan sonra insanı hakikate inanç ve aşk götürecektir. Ancak Mevlâna bu aşamadan sonra akla sırtını dönmemekte bilakis ona inanç ve aşkla erişilen tecrübelerle ilgili “sağlama yapma” görevi vermektedir. Bununla birlikte inancın akılla çatışarak ondan ayrıldığını ve mutlak hakikate ulaşmada akıldan üstün olduğunu savunan fideizmden de ayrılmaktadır. Mevlâna İslam dininin teorik ve pratik yasalarının madalyonun iki farklı yüzü olduğunu ve birbirinden ayrılamayacağını savunmaktadır. Mevlâna, Allah’a erişmek konusunda teorik düşüncelerden çok edimsel tutum ve olma haline dayanmaktadır. İşte bu noktada Mevlâna’nın “aşk kazanı” formülasyonu devreye girmekte Allah’a ulaşmak için burada yanmak gerekmektedir. Sadece aşk kazanında yanmak suretiyle birtakım dünyevi zaaflarımızdan kurtulup Allah ile buluşmaya hazır hale gelebiliriz. Mevlâna’ya göre, insanın evrende karşılaştığı kötülükler veya belalar Allah’ın rahmetinden kaynaklanmaktadır. Bunu Mevlâna nohut metaforu ile bize şöyle anlatmaktadır: “Nohut tencereye konup kaynamaya başladı mı suyun üstüne doğru gelir ve: ‘Beni neden ateşe attın? Neden kaynatıyorsun?’ diye feryat figan eder. Evin hanımı der ki: ‘Güzelce kayna, direnme! Çünkü seni sevmediğimden ateşe atmadım. Seni yok etmek için değil, olgunlaştırmak için kaynatıyorum. Bu senin kaderin, imtihanın!’ Allah’ın rahmeti kahrından ileri olup bir kimseyi kötülüklere duçar etmesi rahmetindendir.” (Mevlâna, 2018: III, 4160-4185) Mevlâna, burada nohutun acı, elem, ıstırap ve dolayısıyla kötülük olarak algıladığı şeylerin aslında onun ham halinden kurtularak olgunlaşması anlamına geldiğini anlatmaktadır.
İnsan aşk kazanında sadece günahlardan arınmakla kalmaz, aynı şekilde kişilik gelişimini de sağlamaktadır. Böylelikle Mevlâna yaşam boyunca karşılaştığımız manevi sorunları aşk kazanında çözme işleminin üç safhaya ayrıldığını söylemektedir:
1. Hamlık hali
2. Kaynama, pişme ve yanma süreci
3. Olgunluk/kemâl hali
Mevlâna’ya göre insan birçok ham duygu ve düşüncesiyle dünyaya gelir ve burada karşılaştıkları zorluklar sayesinde olgunlaşır. Bunlar ilk başta şer ve kötülük olarak görünse de aslında insan için hayırlı olmakta; insanın olgunlaşmasını ve kamil insan olmasını sağlamaktadır. 800 yıllık bir geleneği başlatmış olan Mevlâna, insanı akıl değirmeninde öğüten, aşk kazanında yakan yeni bir doğuştan söz etmektedir. O, aşk felsefesini üç sözcükle özetlemektedir: “Üç sözden fazlası değil ömrüm; hamdım, piştim/ yandım, oldum/olgunlaştım…” (Mevlâna, 2018: II, 3455) Mevlâna’ya göre insanda bulunan iç sıkıntısının nedeni insanın kendini aşma gayretinin husule getirdiği coşku ve yüksek gerilimdir. İnsanı olgunlaştıran şey çile ve yaşadığı sorunlardır. Sorunlar insanı yakar, kavurur ve olgunlaştırır. Mevlâna, bu konuyu daha somut bir şekilde anlatmak için kilim metaforunu kullanmıştır. Kilimi sopayla dövmenin amacı ona eziyet etmek değil, onu temizlemektir. Firavun, acı ve yokluk görmediği için azmıştır.
Mevlâna’ya göre aşk inanma, anlama ve olma sürecidir. Mevlâna, insan nefsini şüphe ve zan yeri olarak kabul eder. Mevlâna’ya göre, “Bir insanda iki iş de var. Gah balık oluyor gah olta. Yarısı mümin, yarısı kafir. Yarısı hırs, yarısı sabır. Tanrı’m içimizde mü’min de var, kâfir ve eski putperest de.” (Mevlâna, 2018: II, 2540-7) İnsan iki yolla Allah’a ulaşır. Ya herkes gibi ölecek ya da ölmeden kendinden vazgeçerek. Mevlâna bu durumu Mesnevi’de şöyle bir hikâye ile anlatmaktadır: Bir kişi dostunun evinin önüne geldi ve kapıyı çaldı. Dostu içeriden, “Kim o?” diye sordu. Buna dost “ben” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine ev sahibi, “Burada başka biri için yerimiz kalmadı.” diyerek “Sen benliğinden vazgeç, öyle gel.” dedi. Misafir dostunun ne demek istediğini anladı ve evden uzaklaştı. Bir müddet sonra dostunun kapısını tekrar çaldı. Ev sahibi yine “Sen kimsin?” diye sordu. Bunun üzerine sevgili “Sen!” diyerek cevap verdi. Bu cevabı alınca ev sahibi kapıyı açarak dostunu içeri aldı. (Mevlâna, 2018: I, 3050-3060)
Mevlâna’nın temel hedefi, Allah’ın varlığından başka varlık formlarını kabul etmemektir. Mevlâna aslında aşk felsefesini de bu fikir üzerine inşa etmektedir.
Mevlâna, benlikten sıyrılma sürecinde aşk kazanının fonksiyonunu açıklamak için Mecnun ve devesi arasında geçen bir hikâyeyi anlatmaktadır. Bu hikâyede Mecnun Leyla’ya, deve ise yavrusuna âşıktır ve ona kavuşmaya çalışmaktadır. Devenin yuları Mecnunun elindedir. Ancak bu seyahatte şöyle bir sorun yaşanmaktadır. Devenin yavrusu Leyla’nın bulunduğu yerin tam tersi istikamettedir. Mecnun Leyla’ya kavuşmak için deveyi hızlı bir şekilde sürmektedir. Ne zamanki Leyla’yı düşünüp hülyalara daldığında deve hemen Mecnun’un çizdiği güzergâhın tam tersi istikamete yönelerek yavrusuna doğru koşmaktadır. (Mevlâna, 2018: IV, 1530)
Mevlâna’ya göre Allah aşkını derinden yaşayanlar bu deneyimi dönüştürebilirken bunu tecrübe etmeyenler ise ilahi aşk aradıklarını söyleseler de şeyhin basit aşk imtihanlarına dayanamaz ve seyrü sülüğü terk ederler. Mevlâna bu durumu şu beyitleriye anlatmaktadır: “Aşkından dolayı maşuğa duyduğu hasretinden dünyayı taşıyan direğin ağırlığı gibi yükü taşımayı göze alabilen kim kaldı ki?” (Mevlâna, 2007: VI, s. 262, b. 2075). Çünkü insan için ekmek ve su gibi gerekli olan aşk, okyanusu bir tencere gibi kaynatacak, dağı eritecek ve gökyüzünü parçalayacak kadar etkilidir. (Mevlâna, 2018: V, 2735). Dünyaya ve içindekilere duyulan aşk bir yanılsamadır. Büyük sevdaları tadanlar küçük aşklara bakmaz. Çünkü kıymetsiz olanı seven maskara olur, kendisi gibi bir beşere hizmetkâr olur (Mevlâna, 2018: I, 2801 vd.). Ama bu yanılsama nedeniyle seven, sevdiğinin bu kadar değersiz ve etkisiz olduğunu bilmez. Bu nedenle insan sevgiyi hak eden hakiki bir aşka yönelmelidir. (Mevlâna, 2018: I, 2805)
Mevlâna’nın felsefesinde konuları teorik olarak bilme değil, pratik olarak var olan süreç önemsenmiştir. Onun varoluşçuluğunda esas olan varlığı sorgulamak ve düşünmek değil, var olmaya çalışmaktır. Nitekim tasavvuf, kal ilmi değil bilakis hal ilmidir. Ona göre insanın içinde taşıdığı öze ulaşmak için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu çaba sadece ilahi hakikate ulaşmak için değildir. Mevlâna düşüncesinde bu çabanın nihai amacı kendini bilmektir. Kendini bilmek demek Rabbini bilmek demektir. Onun deyimiyle insan fikir kanadını bırakıp mana kanadını kullanmalı.
Mevlâna için iman teslim olmakla başlar. Ona göre Tanrı’nın gücüne ve yaratıcılığına sadece inanmak gerekir. Her türlü iyiliğin onda olduğuna kuşkusuz inanmak lazımdır. Sınamak insana yakışmaz. İnsanın aklına bu gibi kuşkular geldi mi derhal secdeye kapanıp af dilemesi ve “Allah’ım beni kuşkudan kurtar!” demesi gerekir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.