Nefes almakta zorlanan hastalar, marazının ne olduğu tam keşfedilememiş çaresiz gözlerle bir umut bekleyen insanlar… Doğumhane kapısında heyecanla volta atan baba adayları, yaralılar, taburcu olanlar… Hastaneler adeta aynı anda dört mevsimin yaşandığı şehirlerdir. Ama bugün daha bir hareketliydi. Saldırıya uğrayan polisler, yanlarında isabet alan sivil vatandaşlar. Can sıkıcı bir curcuna… Öğle yemeğinden sonra odasında kahve keyfine hazırlanan Doç. Dr. Süheyl Duran manzara karşısında, köpüğünde karınca yürüyen kahvesinden bir yudum çekip soluğu acil kapısında alıyor.
Sedyede yatan, göğsünden dört kurşun isabet almış, üniforması kanlar içindeki memurun başına vardı. Sedyede ameliyathaneye koşuştururken yaralı, doktorun avucuna zoraki bir şey tutuşturdu. Doktor ise ne olduğuna bakmadan önlüğünün cebine koydu. Yaralı sanki rahatlamıştı. Ameliyathane hazırlanırken gözlerini doktorun gözlerine kilitlemiş bir şeyler anlatmak istercesine bakıyordu. Sonra burun delikleri büyümüş derin derin nefes almaya başlamıştı, o an hastanelere gelenlerin hep söylediği: “Buraların kendi kokusu adamı hasta eder, nasıl dayanıyorsunuz?” denen kokusu gitmiş, yerine yeryüzünde emsali bulunmayan çok güzel bir koku gelmişti. Belki bu cennet kokusuydu. Doktor da solumaya başladı. Hatta saatlerce içine çekip bütün zerrelerine sinmesini istiyordu. Yaralının gözlerine baktığında onun mutlu bakışlarında bu defa kayboldu. Ama o aslında doktora değil de cennetteki köşküne bakıyor. Ve diyordu ki: “Boşuna uğraşmayın ben gidiyorum. Görmüyor musunuz? Beni almaya şehitlerin Seyyidi Hz. Hamza gelmiş. Mute Savaşı’nda kesilen iki koluna karşılık iki kanat verilip cennete uçarak giren Hz. Ali’nin abisi Caferi Tayyar teşrif etmiş. Uçarak cennete gitmek varken ben daha burada kalır mıyım?”
Evet, cennetteki yerini görene dünyada ki bütün nimetleri verseniz “sadece bir saniye kal” deseniz o ayrılık en büyük azap olarak ona yetmez mi?
Ama gözlerinin arkasında yine de yalvarır bir hüzün vardı:
“Allahım! Bana bir daha hayat bahşet, bu sefer her hücreme bir kurşun girsin de öleyim. Sonra yine dirilt bu kez demir taraklarda lime lime edilip huzuruna geleyim. Sonra tekrar hayat lütfet Hz. İbrahim’in atıldığı ateşe atılıp orada senin uğruna eritileyim. Ben erirken melekler ‘Yarab şüphesiz sen bizim bilmediğimizi bilirisin’ diyerek Allah yolunda ateşte eriyen Ademoğluna gıptayla baksınlar. İblis ise Allah’ın emrine aşkla itaat eden insanoğlunu gördükçe kahrolsun.”
Ama ne yazık ki tekrar tekrar şehit olamayacak ve bu hüznü hep hissedecekti.
Ameliyat başlamış kurşunlar başarıyla çıkartılmıştı. Lakin doktorların ve ekibin canhıraş çabaları onu bu dünyada tutmaya yetmemişti ve cennete hicret etmişti. Süheyl Bey ise kendinden geçmiş öylece ona bakıyordu. Ta ki hemşirenin omzuna dokunup “doktor bey” demesiyle irkilip arkasına döndü. Ve hemşirenin eline çarpmasıyla çıkartılan kurşunlar yere dağıldı. Hızla düşenleri topladı hemşire, oradan çıkarken kanlı kurşunun biri orada kalmıştı. Teamüllere aykırı olsa da onu alıp önlüğünün cebine koydu. Belki de şehitten hatıra kalmasını istedi…
Doktordu işte ne kadar duygulansa da hep aklının peşinden gitmeliydi. Yoksa işini doğru düzgün yapamazdı. Sabah evden çıkarken dünkü olaylar hiç yaşanmamış gibi hayatına devam etti.
Önlüğünü giymek için odasına girdi. Dolaptan temizini alırken gözüne ilişen kanlı önlük onu düne geri çağırıyordu. Ve elini cebine attığında eline geçen, çıkarttığı kurşundu. Diğer cepten çıkan ise şehidin tutuşturduğu emanetti. O da eski bir kurşundu. Ama tarihin derinliklerinden günümüze sıkılmışa benziyordu.
İkisini de avucuna aldı. Sanki geçmiş ile bugünü birleştiriyordu. Öylece beş dakika düşündü. Kesin karar almış adam edasıyla yumruğunu tamam dercesine boşlukta salladı. Sekretaryadan şehit polise ait bütün bilgileri aldı. Başhekimden de izin kopartıp çıkacağı yolculuk için evine yol almaya başladı.
Muş’a gitme kararını duyan karısı ani gelişen durum karşısında hem şaşkın hem de karşıydı. “Kargoyla gönderirsin.” dedi. Bunca yıllık evliliklerinde kendisine çok nadir kızan Süheyl ilk defa bu şiddetle öfkelenmişti. “Vatan için canlarını verenler için bizim verecek bir haftamız yok mu? Bu vefa borcu…”
“Vefa” eşinin en büyük vasfıydı. Onun kahverengi gözlerindeki kararlılık ve samimiyet ancak destek olunmayı hak ediyordu.
Kurtik dağının yamaçlarına kurulu Muş. Ve onun karı hiç eksik olmayan küçük köyü Üçevler’e ulaştı. Bu karları bu yıl yaz gelmeden yürek yangınları eritecekti. Bu köye gelmek için hayatının en zahmetli yolculuğunu yapmıştı. Şimdi ise ayağında yere basmaya kıyamadığı rugan ayakkabılarıyla çamurlara batarak yürüyordu. Ama her şeye rağmen bilemediği hiç tatmadığı bir haz alıyor ve onun gözü hiçbirşeyi görmüyordu. Çünkü kulağına Malazgirt’te savaşan cengaverlerin tekbirlere karışmış kılıç sesleri geliyordu
Ay ve yıldızın kan kırmızı zemin üzerinde dalgalandığı bayrağın asılı olduğu köy evinin önünde toplananlar taziyede bulunuyor. Acıyı paylaşıyorlardı.
“Hoş geldiniz beyim.”
“Hoş bulduk.”
“Ben muhtar Abdulkerim.”
“Ben de doktor Süheyl Duran.”
Muhtar yabancıyı oturması için buyur ederken, köylüler sorma ihtiyacı bile hissetmeden adet olduğu üzere hemen yemek hazırlatmaya koyuldular.
Uzaklardan gelen bu yabancı misafir, hüznü biraz dağıtmıştı. Yerini ise; “Kimdir, ne için geldi?” sorularına bırakmıştı. Cevapları almak için yemeğin bitmesini beklediler.
Herkesin merak ettiği soru muhtardan geldi:
“Arkadaş mıydınız?”
“Hayır, hiç tanışmadık. Hatta bir kelime bile konuşmuşluğumuz yoktur. O’nu acilde karşılayıp ameliyat eden bendim. O zaman zarfında aramızda izah edemediğim bir bağ oluştu. Ve nereden estiğini bilmediğim manevi bir rüzgâr hesapsız kitapsız beni buralara kadar savurdu.” Tam da “Size emanetini getirdim.” derken ortalıkta ani bir hareketlenme oldu. Sözleri boşluğa öylesine savrulup gitti.
Bastonuna dayanarak gelen Mürşide Ana idi. Geldi doktorun yanına oturdu. Seksene dayanmış yaşı, hayatın acı tatlı yaşanmışlıklarının yüzünde bıraktığı izlerden, bakışlarındaki derinlik ve duruşundaki vakur halden tam bir “Osmanlı Kadını” olduğu belli oluyordu.
“Hoş geldin evladım.” dedi.
Doktor, “hoş bulduk” derken muhatabına şaşkınlık ve dikkatle bakıyordu. Simasında sadece torununu bir daha dünya gözüyle göremeyecek olmanın küçük bir burukluğu vardı. Ama daha çok, yaşanan tüm acıları unutturacak kadar büyük bir müjde almış muzaffer bir komutan ifadesi vardı. Elini açarak: “Emanetleri ver çocuğum” dedi. Uğradığı şaşkınlığın yanın da “Ne emaneti?” diyerek gerçeği öğrenmek için sorgulayıp öyle verecekti. Mürşide Ana’nın samimi, net ve her şeyden haberim var diyen ifadesi buna engel oldu. Usulca emanetleri uzattı.
Tanık oldukları olaylar insanların merakını artırmıştı. Mürşide Ana önce eski kurşunu çıkarttı.
“Bu, Çanakkale’de babamı şehit eden keferenin kahpe kurşunu… Herkesçe malumdur ki bizim lakabımız Şehidoğulları’dır. Biz her yüz yılda en az bir evladını şehit veren, onun için evlat yetiştiren bir aileyiz. Bu kurşun aile büyüğü tarafından kime emanet edilirse o şehadet şerbeti içecektir. Onunla evlenen, bütün acıları göze alıp şehit karısı olmak için evlenir. Büyük dedem, bu emaneti Abdurrahman’a vermemi rüyamda işaret etmişti. Bu sebeple O’na verildi. Eşyaları geldiğinde bu kurşun yoktu. Endişelendim, korktum bu şeref bu aileden alındı mı diye? Bu kederle dua ederken bir hal yaşadım. Cennet nimetleriyle donatılmış büyük bir sofra kurulmuştu. Etrafında ise birçok insan vardı. Sadece büyük dedem ve Abdurrahman’ı tanıdım. Diğerleri de bizim ailenin şehitleriymiş.
Bana, “Hiç üzülmeyin biz burada cennet nimetleriyle rızıklanıyoruz ve sizin de buraya gelmenizi arzuluyoruz.” dediler.
“Ama…” diyecektim.
Abdurrahman: “Korkma nine, o emanetler güvenilir ve vefalı birinde mutlak gelecek.” dedi.
Sonra, şehadetin şahidi yeni ve eski kurşunları sahibine vermeden önce avucunda iyice sıktı.
İnsanlar derin bir sessizliğe bürünmüştü. Ortamda doğanın doğal sesi vardı. Akılları ve gönülleri bildiklerini, duyduklarını ve tanık olduklarını hazmetmeye çalışıyordu. Daha da açığı üzülseler mi, sevinseler mi bilemiyorlardı.
“Nene, nene” diye ortamı yırtan sesin sahibi küçük Yusuf, Mürşide Ana’ya sokuldu.
Olanlardan habersiz küçük çocuğun siyah saçlarını okşayan ana, emanetlerin yeni sahibini seviyor gibiydi…
Doktorun artık gönlü rahattı. Dönüş için izin istedi. Lakin dönmek ne mümkün. Muhtar söze girdi.
“Beyim sen o kadar yol geldin. Zahmete katlandın. Bir gece burada misafir kalmadan gitmek veya bizim göndermemiz ayıp sayılır. İşiten herkes bizi kınar.”
Hayatlarını idame ettikleri bölgenin tabiat şartlarından dolayı simaları sertleşmiş, esmerleşmiş bu insanların kalplerinden açılan pencereleri olan gözlerinden ise sevgi, samimiyet fışkırıyordu. Bu içtenliğe zaten “hayır” demek de imkânsızdı.
Gürül gürül yanan kömür sobası, yere serilmiş yer yatağı ve kerpiç duvarda asılı şehit fotoğrafı. Belli ki bu oda onundu. Yorgunluk soba sıcağıyla birleşince iyice mayışmış göz kapaklarını zor tutuyordu. Yer yatağına usulca girdi. Derin uykuya dalmak için gözlerini yumdu. Yorganı iyice büründü. Ama odaya, yatağa, her yere sanki şehidin kokusu sinmişti. Ya da ruhu onu bırakmıyordu. Bütün yorgunluğuna ve uyuma azmine rağmen uykusu kaçmıştı. Gözlerini artık kapatamıyordu. Karanlık odada tavana vuran soba ateşinin yansımasını izledi. Mürşide Ana’yı düşündü. Etrafına göz gezdirdi.
Bu insanlar misafire dünyanın en iyi, kaliteli, pahalı ikramlarında bulunamıyorlardı ama ellerindekinin en iyisini de vermekten, ikram etmekten geri kalmıyorlardı. İkramı, iyiliği karşısındakine lütuf için değil sanki ondaki sevaba muhtaçmışçasına mahcubiyetle yapıyorlardı. Bu sebeple Allah yolunda da en kıymetlilerini, göz nuru evlatlarını, canlarını seve seve veriyorlardı.
“Ya ben” dedi. “Ya ben… Birkaç gariban hastayı ücretsiz muayene, ilaç vermek, sadaka vb. ameller… Aman Allahım!” Zülfiyare dokunmayacak kadar yapıyordu. Bu Anadolu köyündekiler kadar sade, basit ve samimi olmak ne kadar güzeldi. Çok bilmek, çoğa sahip olmak mesuliyetti.
Düşüncelerden kaçmak gaflet uykusuna dalmak için zorla yorgun gözlerini yumdu, yorgana iyice sarıldı. Ama beyhudeydi.
Bir an “Şehit olsam da kurtulsam.” dedi. Aklının bu kaçış planına gönlü razı olmadı, olamazdı. Vefa devreye girdi. Şu an diğer âleme gitse vebali büyüktü. O yaşatmak için yaşamalıydı. Ölen bir kere ölüyordu. Peki, her bir büyük günah ruhunu her gün öldürmek değil miydi? Bilinç altına, akla, kalbe kazınan her bir yanlış ölçü, bilgi, ideoloji bir ömür mevta gibi yaşamak değil miydi?
Toplumlara, özellikle de genç dimağlara doğru diye verilen sapık cinsel bilgiler, ölçüler… Sonra gerçekleşmeyecek hayal ve fanteziler peşinde koşan fidanları korumak kimin göreviydi?
Bunlarla mücadele edebilecek birikimi, kariyeri vardı. Bir ömür bunlarla mücadele ederken şehadet arzusuyla yaşamak… Ve sonra cennet özlemi dayanılmaz, bu ilkel dünya çekilmez olduğunda bir nasipsizin elinden şehadet şerbetini içmek en büyük mefkuresi olmalıydı. Allah’ın huzuruna çıktığında; “Ya Rabb! Bana lütfettiğin nimetlerin şükrünü eda etmek için bir ömür didindim. İhlasım tam değildi, ihlaslı olma gayretim her daim vardı. Huzurunda kanlı esvaplarım gözüm rahmetinde” diyecekti.
Evet, şehitler ölmüyordu. Her biri giderken ruhları diriltip akılları şuurlandırıp gönüllere İslam’ı yaşama ve yaşatma neşesi ekerek gidiyordu. Her bir yara, her bir kurşun bu şuuru nesiller boyu taşıyacaktı. Derin bir nefes aldı, belki hastanedeki o cennet kokusunu tekrar alırım diye. Gözlerini yumdu ki rüyamda Allah Resulü’nden dualar alırım diye. O şimdi dirilmek için uyuyordu.