Katılım Bankacılığı, Ahlak, Ekonomi ve Faiz / Prof. Dr. Servet Bayındır

İnsan ilişkisi, ahlakın insan ve hayata ilişkin yapısı nedeniyle ahlaktan bağımsız düşünülemez. Böyle bakılınca, İslâm’da fıkıh ve iktisat ilişkisinde öz olarak öne çıkan unsurlar nelerdir?
Hazreti Âdem ve Hazreti Havva’nın yaratılışından bahsedilen Bakara sûresi 35 ve 36. âyetlerde şöyle buyrulur: “Dedik ki: Âdem! Sen ve eşin şu bahçeye yerleşin. Beğendiğiniz yerden bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa yanlış yapanlardan olursunuz. Sonra o şeytan, o ağaç yüzünden ikisinin de ayaklarını kaydırdı ve bulundukları yerden çıkardı. Şöyle dedik: İnin oradan! Her biriniz diğerine düşmandır. Sizin için bu topraklarda yerleşecek yer ve bir süreye kadar geçiminizi sağlayacak şeyler de bulunacaktır.” Allahü Teâla insanoğlunun ilk yaratılış serüveninden bahsettiği bu âyetlerde insanın iktisadi yönüyle, insanla iktisat arasındaki ilişkiye temas ediyor ve: “Yerleştirdik, yiyip için dedik. Daha sonra oradan çıktılar, o nimetten mahrum kaldılar. Birbirinizin menfaatlerine göz dikmiş (düşman) olarak yeryüzüne inin ve orada belli bir süre metalanacaksınız.” buyuruyor. Meta’lanmak demek, yeryüzünün ekonomik nitelikli her türlü varlığından istifade etmek, ekonomik anlamda oradan faydalanmak demektir. Bir de yine bu âyetlerden anlıyoruz ki, Allahü Teâla insanoğlunu ilk olarak iktisadi bir imtihana tabi tutuyor. “Şu ağaçtan yemeyin!” derken, iktisatla ilgili bir imtihan söz konusudur. Ancak insanoğlunun tökezlediği ilk imtihan da ekonomik bir imtihandan ibarettir. Zaten yeryüzündeki insanoğlunun karşılaştığı bütün imtihanların temelde (arka planda) iki sebebi vardır; ya iktisadi ya da birtakım şehevi arzularının tatmini… Gerek kişiler olsun, gerek toplumlar olsun, gerek devletler olsun, bütün savaşlara bakın, arka planda genelde maddi sebep yatar. Dolayısıyla insanın yaratılışıyla ve bu dünya serüveninin başlangıcıyla iktisadi faaliyetleri arasında Allahü Teâla sıkı bir bağ, ilişki kuruyor.
Ahlaki davranış insanoğlunun yeryüzü hayatında, dünya hayatındaki yapıp etmelerinin içini neyle doldurduğuyla ilgili önemli bir kavramdır. Yani birtakım faaliyetlerde bulunuyor ama bunların içini ahlâki bir tutumla mı dolduruyor? İktisadi faaliyette bulunuyor da, bu iktisadi faaliyetinin özüne ahlâk da yerleştiriyor mu? Diyelim ki insan, ana-babasıyla ikili ilişkilerini ahlaklı olarak da yapabilir, mekanik olarak da yapabilir. Anasıdır, babasıdır, kaldırıp götürür, yatırır, yemeği ağzına verir; ama mekanik şekilde, “Allah kahretsin! Nereden başıma düştü.” düşüncesiyle de yapabilir bütün bunları, ahlaki bir içerikle de yapabilir. İslami ilkeler açısından baktığımız zaman, bu anlamda tüm iktisadi faaliyetlerin ruhunda, özünde ahlâk olmazsa olmazdır. Ahlâk bilinci veya ahlâkı talep eden İslâm, bu ahlâki içeriğin insanoğlunun bu dünya üzerindeki iktisat başlığı altındaki bütün sözleşmelerin, finansal enstrümanların, ticari faaliyetlerin her birinin içinde mündemiç olmasını bekler. Dolayısıyla bu açıdan ahlâk kaçınılmayacak, yadsınamayacak bir değerdir. En fazla tökezlediğimiz alanlardan biri de bu iktisat ve ahlâk ilişkisidir. Bizim, dünyadaki iktisat kapsamındaki davranışlarımız, yapıp etmelerimiz, ticari faaliyetlerimiz, iktisadi anlamda birine hayır yaparken bile, bir şey alıp verirken, hele ki bir işletme kurarken, işletme yönetirken, ürün üretirken; ürünün içeriğini, kalitesini, standartlarını ürüne yansıtırken (veya yansıtmazken), bu noktada ahlaki anlamda nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olduğumuzun tespitini yapmamız lazım. Bundan dolayı ahlâk çok geniş bir konu, tek bir soru altında sıkıştırılacak bir konu değil; ama son derece önemli ve kaçınılmaz bir tutum.
Günümüzde katılım bankacılığı katılım ekonomisinin önemli bir yansımasıdır. Katılım ekonomisinin de mutlaka bir felsefesi var. “Bu sistemin özünde faizsiz bankacılık vardır.” diyebilir miyiz? “Niçin faizsiz bankacılık?” denilirse neler söylenebilir? Faizsiz bankacılığın fıkhî temellerinde neler var?
Katılım ekonomisi, katılım finansı derken aslında kastedilen, İslâmi ilkelere uygun bir ekonomik sistem ve bunun daha da somutlaşmış hali finansal mimariler, finansal kurumlar, finansal enstrümanlara yansımasından ibaret olan bankacılıktır. Dolayısıyla katılım ekonomisi derken, öncelikle bankacılık akla gelir; fakat katılım bankacılığıyla birlikte anılması gereken, ilk akla gelecek en önemli finansal kavram ortaklıktır. Mudarebe ortaklığı, müşareke ortaklığı, bugünkü modern girişim sermayesi yatırım ortaklıkları, gayrimenkul yatırım ortaklıkları, portföy yönetim şirketleri, İslami esaslara uygun sigortacılık bunlardan ilk akla gelenleridir. Dolayısıyla katılım ekonomisinin sadece bankacılığa indirgenmesi sağlıklı olmaz, ama neden hep bankacılık akla geliyor? Çünkü insanların en fazla muhatap oldukları ve ihtiyaçlarını gerek tasarrufçu, birikimci olarak, gerekse ihtiyacını karşılama anlamında ilk başvurduğu yer banka olduğu için, öncelikle banka akla geliyor ve bu kapsamda bankaların yapıp ettiklerinin ne derece fıkha uygun olup olmadığı tartışması gündeme geliyor. Bu durum sokaktaki bütün vatandaşa yansıyor. Yani diğer finansal kurumlar daha çok belli zümrelere, belli elit çevrelere, belli sektörlere hitap ediyor; ama bankacılık hemen hemen toplumun her kesimine hitap ediyor. Katılım ekonomisini konuştuğumuz zaman katılım bankacılığı ön plana çıkıyor. Katılım bankacılığının teorisi, sermayenin, fonların gerek toplanırken, gerekse piyasada işletilirken, riba dediğimiz, faiz dediğimiz fiktif nitelikli, katma değer üretici nitelikli olmayan finansal enstrümanlardan ayrıştırılıp gerek toplamada, gerekse kullandırmada risk ve menfaat ortaklığı, yani nimet-külfet dengesi temelinde oluşmuş bir sistemdir. Dünyadaki katılım esaslı bankacılıkla konvansiyonel bankacılığın zaten ayrıştığı temel nirengi noktası burasıdır. Ama mevcut durumda katılım bankacılığı ne oranda bu teorideki anlayışa uygun çalışıyor veya ne oranda konvansiyonel bankacılık kulvarında yürüyor, bu çok su götürür bir tartışma konusu.
Katılım bankacılığının tabii ki bir fıkhı var. Fıkıh dediğimiz günümüzdeki karşılığı ile hukuktur. Normal bankacılığın nasıl ki hukuku varsa, katılım bankacılığının da olması gereken fıkhı, hukuku vardır. Ama bugün gerek Türkiye’de, gerekse dünyadaki kendisini katılım bankası olarak ilan etmiş olan bu kurumlar ne oranda fıkıhlarına uygun olarak çalışıyorlar, çalışmıyorlar, o ayrı izaha muhtaç bir sorundur.
Temelinde risk ve menfaat olacak.
Tabii. Yani ticari karakterli bir zeminde para toplanacak ve para çalıştırılarak işletilecek. Yoksa başkasına kredi verilerek değil. “Riski sende, menfaati bende.” Kredi budur. Faizci, 100 bin TL krediyi verir karşı tarafa, “Batsan da çıksan da, ne olursa olsun, bana 100 bin, artı yüzde 20 faizimi vereceksin.” der. Deniliyor ki, “Efendim, burada yine risk var; adam ödemeyebilir.” Bu karşı taraf riskidir. Buradaki karşı taraf riski bütün ticari faaliyetlerde vardır, asıl olan piyasa riskine katlanmaktır; yani bu malı alacak veya bir ortaklık kuracak, bu malı satacak, buradan elde ettiği kârı paylaşacak veya karşı tarafa diyecek ki fon sağlayan taraflar açısından, “Paralarını bana getirdiğin zaman ben senin paranla ticaret yapacağım.” Ticarette kâr da olabilir, zarar da olabilir. Ben kâr etmek için her türlü tedbiri basiretli bir tacir gibi alacağım, her türlü finansal mühendislik metotlarını dikkatle uygulayacağım; ama şunu bil ki, zarar da olabilir, piyasada her şey olabilir. Yani piyasa riskine katlanmak ve bu katlanma sonucunda kârı hak etmek önemli. Zaten piyasa riskine katlanılarak elde edilen bu hâsılata kâr denir. Piyasa riskine katlanılmadan bir para, sermaye kullandırılarak karşı taraftan elde edilen hâsılata da riba, faiz denir. Faizle kâr arasındaki fark budur zaten. Dolayısıyla katılım finansın özünde bu yatar. Ama vakıada kat edilmesi gereken çok mesafenin olduğunu burada vurgulamak gerekir.
Faizin sebep olduğu insani ve içtimai hayattaki sorunlar nelerdir? Bu yönüyle günümüzde faiz, insan unsuruyla alâkalı olduğu için, politik sorun da diyebilir miyiz?
Faizin sebep olduğu sorunların en can alıcısını içinde bulunduğumuz günlerde yaşıyoruz. Başta enflasyona sebep oldu. Enflasyonun sonucunda da insanların varlıkları, değerleri eriyor. Bir şekilde sermayesi olup parası olanlar faize para yatırmak suretiyle varlıksız kesimden varlıklı kesime sermaye transferi yaşanıyor; bir taraf daha zenginleşiyor, bir taraf daha fakirleşiyor, zenginleşme arttıkça şımarıklık artıyor. “Her zengin şımarıktır” demek tabii ki yanlış; ama alın teri dökmeden, el emeği olmadan, kısa yoldan, başkasının sırtından para kazanmayı kendisine uygun görüyorsa insan, bu zaten baştan problem. İki, bu yolla kazanılan para da halkın dilindeki anlamıyla “Haydan gelen huya gider” misali insanları israfa götürüyor. Bir diğeri, başkasının sırtından para kazanmaya alışmış insanlar belli bir süre sonra da artık kendilerinin ekonomik anlamda üreticilik yönlerini köreltiyorlar. Şöyle düşünün: Bir köyde 100 hane var, bu 100 hanenin 10 tanesi faizle besleniyor, 90 hanesi üretiyor. Bu 10 hane, 90 hanenin ürettiğini yiyor demektir. Diğer fakir tarafta da ahlaken sorunlar ortaya çıkabiliyor. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Nerede ise fakirlik, küfre düşürecekti…” Dolayısıyla orada da ahlâki sorunlara yol açabiliyor, psikolojik ve ailevi sorunlara yol açabiliyor, insanlar ümitsizliğe kapılabiliyor, bu durum insanların çok rahatlıkla birtakım ideolojik tuzaklara düşmelerine elverişli hale getirebiliyor. Dolayısıyla faiz gerek faizle beslenen taraf, gerekse faiz sebebiyle fakir duruma düşen taraf üzerinde çok çeşitli sorunlara yol açabiliyor. Bunun sonucu olarak da politik bir problem oluşuyor. Hiçbir devlet, hiçbir toplum, toplumunun böyle zengin ve fakir diye iki tarafa ayrılmasını, toplum içinde problemlere yol açmasını istemez, mümkün mertebe bunun önünü almak ister. Zaten faiz tarihten beri bütün toplumlarda yasaktır. Faizcilik geçmişte de günümüzde de ancak ve belirli kurallara, çok sıkı kurallara tâbi olarak serbest bırakılmıştır. Bugün mesela Türkiye’yi düşünün -ki, bütün dünyada hemen hemen böyledir- bir bankadan yapılan bir faizli sözleşmenin arkasında onlarca otoritenin gözetimi vardır. Amerika’nın FED’inden, dünyadaki Basel standartlarından, Türkiye’de BDDK’sından, Merkez Bankasından, ilgili kanunlardan her biri bir şekilde burada “ben varım” der. Çünkü burası (faizcilik) virüslü bir alandır, burası mikrop saçan bir yerdir, serbest bırakmazlar, dünyanın hiçbir toplumu serbest bırakmaz bu mesleği. Nitekim bu sebepten dolayı faiz kişiler arasında çok sıkı kurallara tâbi tutulmuştur. Bireylerin kendi aralarında faizcilik yapması kanunlarda suçtur. Eğer iyi bir şeyse niye serbest bırakmıyorsun, bırakın insanları istediği gibi yapsın. Bunun sonucunda tefecilik, mafya, öldürme, kaçırma vesaire durumlar ortaya çıkıyor. İnsanların varlıkları, malları, mülkleri bir anlamda el değiştiriyor, hatta iş ileri gittiği zaman ailelere veya başka taraflara sirayet ediyor, işin içine otomatikman mafya giriyor. Bütün bunlar toplum için sosyolojik olarak bir problem. Bütün dinlerde faiz haramdır, bütün felsefi sistemlerde faiz yasaktır, hoş görülmemiştir. Bugünkü akademik çalışmalar şunu gösteriyor: 1850 yılından itibaren her 10 yılda bir küresel anlamda krizler çıkmış ve bu krizlerin sebeplerinden biri faiz, diğeri de aşırı kumar ve borsalardaki (kumar nitelikli) spekülasyonlardır. Krizler çıkınca, ihtilaller oluyor, darbeler oluyor, iç isyanlar oluyor, ahlaki çözülmeler ve bozulmalar oluyor. Bütün bunlar faiz dediğimiz iktisadi günahın işlenmesinin sebebiyle ortaya çıkıyor. Faiz sopasıyla çok rahatlıkla istediğiniz toplumu manipüle edebiliyorsunuz. Birkaç yıl önce Orta Asya’da, Ukrayna’da devrimler yapıldı. Bu devrimleri o günkü dünyanın en büyük para babaları faizli fonlar üzerinden yaptılar. 2018’de Trump “Senin ekonomini mahvederim” diye tehdit ederken neyle mahvedecekti; kurla ve dolayısıyla faizle mahvedecekti. Ama hamdolsun gücü yetmedi…
Bugün dayanışma ihtiyacı tam bir sömürü düzenine dönüyor. Modern hayata ait kapitalist bir kurgu var. İhtiyaç sahipleri açısından bu konuyu değerlendirebilir misiniz?
İnsanoğlu mülkiyetindeki iktisadi bir değeri, varlığı, parayı kendi mülkiyetinden karşı tarafa hiç geri gelmemek üzere çıkarabilir. Sadaka, hibe vesaire yöntemlerle “Al bu parayı, malı, buyur, senin olsun” diyebilir. Bu, sosyal dayanışma yöntemlerinden birisidir. Bir diğeri, “Ben bu iktisadi değeri sana veriyorum; ama belli bir süre bundan istifade et, ondan sonra bunu geri getir, bana aynen teslim et” diyebilir. Eğer bu işleme konu edilen varlık borca konu edilebilen, yani -buğday gibi, arpa gibi, demir gibi, çimento gibi- standart ve tüketilebilir nitelikli bir varlıksa buna karz diyoruz. “Al şu parayı” veya “Şu kalite buğdayı, 100 torba çimentoyu al, kullan, ihtiyacını gör, 6 ay sonra bana getir, geri ver.” Bunun adı fıkıhta Karzdır. Örneğin, “Şu arabanı ver de bir hastaneye gidip geleyim, işim var.” Buyur kardeşim, al anahtarı, git, işini gör de gel.” Buna da Ariyet diyoruz. Çünkü malı tüketmiyor, malı aynen getirip iade ediyor. Karz da ve genel anlamda sadaka da menfaat güdülmeden yapılan bir işlemdir. Karz, bir kişinin kendi mülkiyetindeki bir varlığı kesip, koparıp başkasına istifade edip aynen geri versin diye, ama işin özünde iyilik amaçlı olarak vermesidir. Müslümansa uhrevi sevap kazanma amaçlı, ama iyilik amaçlı olarak. Karzda maddi menfaat beklenemez. Ben size x miktar mal ya da para verdim, bana x miktarı geri getireceksin, fazla getirmeyeceksin. Fazla isterse iş faize dönüşüyor, minnet ederse başa kakmış olur.
Birisi sadakayı, hibeyi başkasına verdi, ondan sonra “Ben sana şu kadar sadaka vermiştim, senin babana şunu vermiştim” diye sürekli başına kakarsa -Ömer Seyfettin’in o kolunu kesmesi gibi- “Al, lanet olsun!” diyesi gelir insanın. Dolayısıyla sadakayı, hibeyi nasıl ki insan başkasının başına kaktığı zaman doğru yapmamış, yanlış davranmış olur, bunu İslâm kabul etmiyor, hiçbir insanlık vicdanı bunu kabul etmez. Ama maalesef sadaka vesaire zaten bugün artık pek kullanılmaz oldu. Günümüzde karz kullanılmaktadır, ama özünden uzaklaştırılmış şekilde… Zira daha önce de söylediğimiz gibi karz iyilik, yardımlaşma, dayanışma amaçlı olarak meşru kılınmış, tavsiye edilmiş, önerilmiş, teşvik edilmiş bir davranıştır; ama siz eğer karzı menfaat edinme aracına dönüştürürseniz karzı meşru kılınış amacından/kulvarından çıkarıp başka kulvara sokmuş olursunuz. İş dayanışma amaçlı meşru kılınmış bir şeyin kendi meşru kılınış amacından çıkarılıp başka bir amaçla kullanılması olayına dönüşür ki, maalesef bugün dünyada bu çok yaygındır. Bu da öncelikli olarak faiz dediğimiz yöntemle ortaya çıkıyor. Yani dara düşmüş, sıkıntıya düşmüş, başkasının himmetine muhtaç hale gelmiş insana iyilik yapılması gerekirken, o zor duruma düşmüş olmasından, o zaruret durumundan istifade etme durumu söz konusu olabiliyor. Aslında İslâm’da bunun için zekat müessesesi var, sadaka müessesesi var, İslâm tarihinde lonca teşkilatlarımız var, vakıflar… var; ama bunun toplum olarak çok iyi kurumsallaştırılması gerekiyor. Günümüzde de bu tür hayır kurumları var, ama çok az. Bunların geliştirilmesi lazım, tabii ki istismara da yol açmadan… Yoksa herkes “Ben muhtacım” der, gelir oraya; üretmeden, alın teri dökmeden tufeyli gibi yaşamaya çalışır. Dolayısıyla bu duruma da kapıyı aralamadan; ama gerçek ihtiyaç sahiplerinin sömürüye aracı kılınmadan onların ihtiyaçlarının karşılanacağı, gerçek kazanç sağlamak isteyenlerin de “Yardımlaşma, dayanışma yapıyorum” diye değil, gerçek er meydanına, ticaret meydanına, reel ekonomi meydanına çıkıp orada çalışarak para kazanabileceği bir yapıya, sisteme ulaşmamız gerekiyor.
İslâm’ın belli bir ekonomik sistemi var mıdır? İslâm ekonomisini nasıl tanımlayabiliriz? İslâm’ın iktisat sisteminin, zenginiyle fakiriyle nasıl bir insan tipini ve toplumsal modeli önemsediği hususunu değerlendirir misiniz?
Kur’ân-ı Kerim, Nebimizden (s.a.v.) nakledilen hadisler ve İslâm tarihindeki literatüre baktığımızda, özel olarak, “Bakın, dünyada kapitalist ekonomi var, komünizm ekonomisi var. Biz de İslâm ekonomisi olarak size şöyle bir ekonomik sistemi emrediyoruz, tavsiye ediyoruz” gibi bir şeyle karşılaşmayız. Zaten iktisat ilminin, 200 yıllık bir tarihi vardır, İslâm iktisadı çalışmalarının da bugünkü modern anlamda 70 yıllık bir geçmişi vardır. Ama İslâm derken, şahsen ben Hazreti Âdem’den Resulullah’a kadar gelen bütün vahyi kastediyorum. Dolayısıyla insanlık serüveninde Allahü Teâla’nın bütün vahyinde temel ölçü şudur: “Ey insanoğlu! Mülkiyetine varlıklar girerken ve mülkiyetinden başkasına varlığı transfer ederken -ki, ekonomik faaliyet budur zaten- haram nitelikli yöntemlere başvurmayacaksın, helal nitelikli yöntemleri kullanacaksın.” Haramları çıkarttığınız zaman diğer yöntemler helal olur. Haramlar nelerdir; hırsızlıktır, rüşvettir, hile hurdadır, dolandırıcılıktır. Bu hile hurda, malın içeriğiyle, miktarıyla, kalitesiyle, kısacası her yönüyle olabilir. Bir diğeri kumardır, bir diğeri de faizciliktir. Bütün toplumlarda, en ilkel kabile toplumunda bile rüşvet, hırsızlık hor görülür, yasaktır, kabul edilmez. Hatta spekülasyon, kumar birçok toplumda gene yasaktır. Az önce ifade ettiğimiz gibi, faizcilik aslında özü itibarıyla bütün kültürler ve bütün tarih ve toplumlarda yasaktır. Kumar derken, 3-5 kişinin masada oturup oynamasını kastetmiyorum. O da kumardır, ama dünyadaki bugünkü finansal piyasalar maalesef geneli itibariyle kumar üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla bu iki temel yasak, faiz ve kumardan arındırılmış bir ekonomik sistem aslında İslâm’ın “Buyurun, yapın” dediği ekonomik bir sistemdir. Mesela Batı’da düne kadar faizler sıfır düzeyindeydi, faizcilik yoktu. Zaten faizle kumar birbirini besler. Bu faiz olmasa o spekülatif piyasalarda o kumar da olamaz; o kadar spekülatif, ileriye yönelik, kaldıraçlı işlemler de yapılamaz.
Kumar konusunu biraz açalım. Bir masada on kişi bir arada oturuyorlar, herkes 1000’er lira koyuyor, zar atıyorlar, bir kişi kazandı, onun dediği çıktı, diğerleri kaybetti. Ne yapıyor? O da 1000 lira koymuştu. Kazananın 1000 lirasını çıkaralım, 9000 lira kaybedenlerden kazananın/diğer tarafın cebine, kasasına geçiyor. Karşı tarafta toplam 9000 lira azalıyor, kazanan tarafta 9000 lira artıyor. Tamam, olsun, artsın da, serveti 9000 lira yükselen kişi bu 9000 lirayı alırken ne sundu karşı tarafa, insanlık âlemine ne sundu veya tersi, bu 9000 lirasını çıkarıp da bu tarafa verenler hayır için vermediklerine göre ne aldılar da verdiler? Parayı verdiğine göre bir şey almış olması lazım…
Ama burada gönül rızası var diyor, karşılıklı anlaşma diyor!..
Gönül rızasına gelince, Kur’ân-ı Kerim’de bu işin anayasası Nisa sûresi 29’da bildirilir. Allahü Teâla buyurur ki: “Ey insanlar! Aranızda varlıklarınızı batıl yöntemlerle alıp vermeyin. Ancak karşılıklı rızaya dayalı ticaretle bunu yapın.” Bu batıl yöntemlerden birisi kumardır, faizdir. Rızanın varlığı ve yokluğu ikincil dereceli bir kriterdir/şarttır. Birinci kriter, o varlık transfer yönteminin teknik karakterinin reel ticari karakterli olmasıdır; fiktif (sıfır toplamlı) işlem değil de, katma değer üretici nitelikli ticari karakterli bir işlem olmasıdır. O ticari karakterli işlem olduktan sonra o da yetmiyor, bir de rıza olmalıdır deniyor. Yani şöyle: Gidersiniz, adamın arsasına talip olursunuz, diyelim ki 1 milyon lira diyor, silahı çıkarırsınız, “500 bin liraya bana vereceksin” dersiniz, adam korkusundan verir. Bu işlem ticarettir. Bak, bu faiz değildir, ticari işlemdir; ama rıza yoktur. Ama birinci şart ne; işlem ticari karakterli olmalı. Ondan sonra da rıza aranır. Yoksa işlem bizatihi, özü itibariyle batıl karakterli bir işlemse, rıza olsa da, olmasa da sonucu değiştirmez, o işlem haramdır.
Fıkha göre, namazın kabul olması için, bir, niyet olması lazım, içinizde niyet olacak; ama abdestli olmanız da lazım. Abdest olma şartı birincil şart, teknik şart, şeklî şart. Adam abdest almamış, ama gerçekten çok iyi niyetli, gerçekten hulusi kalple namaza duruyor, namaz kılıyor. Olmaz kardeşim, birinci şartı yerine getirmemişsin. Birinci şart ticaret olacak, ikincisi de rıza olacak. Ama diğer taraftan, eğer işlem özü itibarıyla, karakteri itibarıyla zaten caiz olmayan bir işlemse, rıza, o işlemin caizliğini veya değilliğini belirleyen temel bir kriter değildir.
İslâm ekonomisi meselesi, reel ticari karakterli, faiz ve kumardan arındırılmış ve tabii ki rıza temelli; yani bütün insanlığın varlıklarını arz ederken ve karşı tarafın varlığını talep edip alırken, bu işi gönül rızasıyla ve reel ticari karakterli yöntemle yaptığı bir sistemdir. Onun için, İslâm ekonomisi sistemi bir ütopya değildir. Dünya üzerinde bugün 8 milyar insan var. Bu 8 milyar insan yiyip içiyor, giyiniyor, geziyor, evi var; bunların hepsi aslında reel ticari faaliyetlerdir ve aslında bu yapılanlar İslâm’ın meşru gördüğü, kabul ettiği yöntemlerdir. İslâm’ın aykırı gördüğü şeyler bugün de zaten dünyada iktisat, finans dünyasında arızi yöntemlerdir. Dolayısıyla bu arızi yöntemleri bir şekilde sistemin içinden ayıklayıp sistemi temizlediğimiz zaman, İslâm’ın arzu ettiği, hedef gösterdiği, meşru gördüğü bir iktisadi yapıya kavuşmuş oluruz.
İslâm hukukunun ortaklıklar konusunda çizdiği çerçeveler var; bu çerçevelerin fıkhi uygulamalarının temelinde caydırıcı, yönlendirici ve teşvik edici hadisler var. Bu konuyu biraz örneklendirir misiniz?
İslâm hukukundaki ortaklık yöntemleri aslında bütün insanlık tarihi boyunca bilinen, uygulanan, Nebimiz (s.a.v.) döneminde de o günkü toplumda uygulanan ve İslâm’ın, fıkhın, birtakım riskli taraflarını, fıkha aykırı taraflarını bir şekilde törpüleyerek, “Buyurun, bu şekilde devam edin” dediği ortaklık yöntemleridir. Yani İslâm sıfırdan, insanlığa yeni bir ortaklık yöntemi sunmuş değildir. Zaten ortaklık fıtri bir şeydir, doğal bir şeydir. İlkelerini belirlemiştir, ortaya koymuştur. Var olan ilkelerden, var olan uygulamalardan bir kısmı için “Buna devam edin” demiştir, bir kısmına “Bunu terk edin” demiştir. Bunu somutlaştırdığımız zaman, fıkha göre, insanlar emek-sermaye ortaklığı kurabilirler. Zaten bugünkü faiz tartışmalarının arkasında bu yatar. Yani bir tarafın emeği var, projesi var, fikri var, ama sermayesi yok; bir tarafın elinde sermaye var, fakat bu sermayeyi kendisi işletmek istemiyor, herhangi bir nedenle işletemiyor. Faizci sistemde ne oluyor; faizci sistemde faizle karşı tarafa veriyor ve karşı taraf bunu alıyor faizle, kendi projesini hayata geçiriyor. İslâm diyor ki, “Bunu böyle yapmayacaksınız!” Peki, nasıl yapalım? Ben diyelim ki akademisyenim, çok iyi de param var; ben gidip de bu parayla iş yapacak olsam, ticaret yapacak olsam akademisyenliği bırakmam lazım. Devlet adamıdır, bürokrattır, yaşlıdır, hastadır, rahatsızdır, cesareti yoktur. Dediğimiz gibi, bir tarafta da onun sermayesine ihtiyacı olanlar vardır. İslâm diyor ki, “Siz sermayenizi ve emeğinizi, projenizi, teşebbüsünüzü ortaklık zemininde buluşturacaksınız.” Dolayısıyla sen sermaye koyacaksın, karşı taraf bu sermayeyi alıp o projeyi işletecek, koyarken de anlaşacaksınız; örneğin, “Elde edilecek kârı yüzde 50-50 paylaşacağız” diyeceksiniz. İşte buna mudarebe deniliyor klasik fıkıhta. Bir bu. Zaten bu katılım bankacılığının teorisi de buna dayanır, emek-sermaye ortaklığına…
Bir diğeri müşareke dediğimiz sermaye ortaklığıdır. Yani sizin belli bir oranda sermayeniz var, karşı tarafın belli bir miktar sermayesi var, diyelim ki adam fabrikatör ve yeni bir fabrika kurmak istiyor, o fabrika 5 milyara ihtiyaç duyuyor, bunun elinde de 1 milyar liralık para var; 1 milyarı bu taraf verir, 4 milyarı da diğer taraf verir, bunlar bir sermaye ortaklığı kurmuş olurlar ve bunlar bu fabrikayı hayata geçirir. Ortaya çıkacak kârı sermayeleri oranında paylaşırlar, zarara da sermayeleri oranında katlanırlar, dolayısıyla sermaye üzerinde kâr-zarar ortaklığını kurmuş olurlar. Mesela bunun bağ-bahçe ortaklığı vardır; adamın bağı-bahçesi vardır, ama şartları elvermiyordur orayı işletmeye, birine der ki, “Bağ-bahçe benden, sen de gelip buraya bakımını yap, işlet, hasadını yap, elde ettiğimiz hasadı da yarı yarıya bölüşürüz.” Buna bağ-bahçe ortaklığı denir. Örneğin tarlası vardır adamın, ekilip biçilecek, sürülecek. Anadolu’da tarlaları kiraya veriyorlar. Bu çok sorun oluşturuyor. Özellikle bazı bölgelerde çok geniş arazi sahipleri sadece devletin teşvikini, ekildiği için dönüm başı teşviki alıyor, gidip Avrupa’da yatıyor; buradaki insan da ekip biçiyor, uğraşıyor, satıyor, kıt kanaat geçiniyor. Dolayısıyla tarlanın, arazinin bu şekilde kiraya verilmesi anlayışı fıkhen sorunludur. Ne var, fıkhın en ideal olarak gösterdiği ne? Diyor ki, tarla ve emek ortaklığı. Tarla sahibi tarlasını ve tohumunu koyacak, karşı taraf da sürecek, bakacak, dönem sonunda anlaştıkları oranda hâsılatı paylaşacaklar. Dolayısıyla insanoğlunun bugün dünya üzerinde bildiği veya ihtiyaç duyduğu her şey için faizi yasaklayan, diğer birtakım problemli yöntemleri yasaklayan İslâm aslında bu alternatifleri koymuş ve bunlar zaten bugün uygulanıyor dünyada. Girişim sermayesi, fon yönetim şirketleri, bütün bunlar aslında mudarebenin, müşarekenin günümüzdeki farklı adlarla uygulanan yöntemleridir.
Bugün dünyanın en büyük fonları, dünyada en büyük, yüklü miktarda sermayesi olanlar gidip bankaya, mevduata yatırmaz, buna tenezzül etmez; fon yönetim şirketlerine parayı yatırır ve bu fon yönetim şirketleri, örneğin, gelişme potansiyeli olan bir şirketin hisselerinin yüzde 30’unu alır, oraya bir sermayeyi enjekte eder, gerekirse onun yönetimine de bir adamını atar, ondan sonra bir hedef koyar. Hedefi o şirketin hisseleri bugün 50 liradaysa, 5 yıl sonra hedefi 1000 lira olmasıdır. 5 yıl sonra şirketi parlatır, geliştirir, ondan sonra satar, parayı alır, mevduat sahibine der ki: “Senin 100 birimlik sermayene 500 birim kazandırdım.” Tabii, parayı verirken de der ki: “Bana da kazandıracaksın, ama riske de ortaksın.” Tam İslâm’ın istediği ortaklık yöntemi. Bugün dünyada zaten bu uygulanıyor, büyük sermayedarlar genelde bunu uyguluyorlar. Az miktarda parası olanlar götürüp bankaya mevduata verir, bankalar genelde faiz verir, ama aslında bu mevduat sahiplerini sömürür; yani banka 20-30 kazanır, sermaye sahibine/mevduata 10 verir, gerisi bankanın cebine gider.
Dolayısıyla ideal olan, sermayeyi ya bizzat sahibi tarafından ya da başkaları ile kurulacak emek-sermaye, ya da sermaye ortaklığı yöntemlerinden biri veya birkaçı ile değerlendirmek, işletmektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.