Kalbin Aklı / Dr. Mehmet Öztürk

İnsanın akletmesi; fizik-metafizik bir dizi zincirleme reaksiyon içeren çok komplike ve sofistike bir süreci ifade eden çok fonksiyonlu bir olgudur ve insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğidir. Çünkü akletmek ve düşünmek esas itibari ile ruhsal bir fonksiyondur. Unutulmamalıdır ki insan sadece bedenden müteşekkil bir yapı olmayıp, beden ile birlikte ruhu olan mürekkep bir varlıktır.
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalbler de körleşir.” (Hac, 22/46)
Yukarıdaki ayet; genel kanının aksine akıl ve düşünce konusunda ezberleri bozan, derin anlamlar içeren ilahi bir beyandır. Düşünmek, akletmek gibi kavramlar kullanıldığında bu tür olgular için genellikle beyinle korelasyon kurulur. Oysa ayet-i kerimede bu hususla ilgili olarak “kalbin akletmesi” ve düşünmesinden bahsedilmektedir.
Aklın beyinle kuşkusuz ilgisi vardır ancak hiçbir zaman akıl eşittir beyin demek değildir. Eğer öyle bir şey söz konusu olmuş olsaydı hayvanlarda da beyin vardır ancak beyin sahibi varlıklar olmalarına karşın insan aklı anlamında hayvanlarda da akıl vardır diyemiyoruz.
Allah, akla çok önem verir ve akıl sahibi insanları esas itibari ile muhatap alır, nitekim bu hususla ilgili Kur’ân-ı Kerim’de; “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”(Bakara, 2/164); “O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar.” (Bakara, 2/269); “…Böylece Allah ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini gösterir.” (Bakara, 2/73) gibi ayetler insanı hikmete götüren bir idraki, akletmeyi, muhakemeyi ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kur’ân “akıl sahipleri” diyor, Kur’ân aklı muhatap alıyor. Çünkü idrak ve muhakeme ile nihai karar ve tercih ancak akıl ile mümkündür.
Nitekim yukarıda paylaştığımız Hac Suresi 46. ayetle ilgili olarak Ömer Çelik tefsirindeki;
“Eğer yeryüzünde dolaşılır, önceden helak olmuş toplumların kalıntılarına ibret nazarıyla bakılırsa, bu vesileyle akıllar çalışır, kalpler harekete geçerek duygulanır, kulaklar gerçeğin sesini duymaya yönelir. Gezip görenler bizzat kendi gördükleri ve duyduklarından; dolaşma imkânı olmayanlar da gezip görenlerden duyduklarından müteessir olurlar. Fakat inkâr edenlerde böyle bir hal gözükmemektedir. Çünkü onların, her ne kadar başlarında bulunan gözler görüyor olsa da, küfür ve isyanları sebebiyle, sadırlarında bulunan ve esas düşünme ve idrak merkezi olan kalpleri kör olmuştur. Bu yüzden olan bitenden ibret ve ders alabilme özelliklerini kaybetmişlerdir.” şeklindeki izah oldukça çarpıcıdır.
Yine İslam âlimlerinden İbn Aşur’a göre de, “kalp” kelimesi, Arapça lügatinde “akılların bulunduğu mahallin adıdır.” (bk. İbn Aşur, Bakara 7. , Araf 179. ayetin tefsiri)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde bu hususla ilgili ışık tutma ve çözüm olma noktasında: “İnsan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” (Buhari, İman 39) buyurmaktadır.
İslam’da “kalp” kavramı manevi kalbi de hatta aklı da içine alacak şekilde geniş bir kapsama sahiptir. Nitekim; “Şüphesiz bunda, aklı olan yahut hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” (Kaf, 50/37) mealindeki ayette geçen “kalp” kelimesi akıl anlamında kullanılmıştır.
Vâbisa İbni Ma’bed radıyallahu anh’den rivayet edilen bir hadis şöyledir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzûruna varmıştım. Bana:
– “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.
– Evet, dedim.
O zaman şunları söyledi:
-“Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimî, Büyû’ 2)
Tüm bunları ifade ederken hatırlatılması gereken önemli bir hakikat de; “kalbin aklı”,“akleden kalp” gibi ifade ettiğimiz hususlarda kullandığımız kalp ve aklın; iman ile müzeyyen olmuş bir kalp ve akıl olduğu gerçeğidir.
Unutulmamalıdır ki materyalist felsefenin ve salt pozitivist düşüncenin etkisi altında kognitif yapısı teşekkül etmiş, olaylara, dünyaya, ölüme ve ölüm sonrasına bakışı, dünya görüşü ve hayat tarzı; sözünü ettiğimiz materyalist felsefenin ve pozitivist düşüncenin tezleri ile yoğrulmuş, bu şekilde temel kabulleri, tabuları ve ön yargıları olan bir paradigma örgüsü ile yetişmiş bir insandan “mutlak hakikat” beklentisi içerisinde olmak beyhude bir arayış ve aldanış olacaktır.
Tüm bunları anlatmaktan maksadımız; bir daha bu dünyaya geri dönme gibi bir lüksü olmayan insanoğlunun sonsuzluk yolculuğunda, savrulan, aldanan, doğru yolda gittiğini zannederek tali yollara sapan, dolayısıyla da bütün sermayesini berhava edip müflis bir insan olma akıbetine uğramaması içindir.
Dünyada milyarlarca insan yaşamaktadır ve bu milyarlarca insan her gün binlerce din, felsefi düşünce, inanç ve ideolojinin olumlu ya da olumsuz etkisine maruz kalmaktadır. Hele günümüzde internetin ve sosyal medyanın da etkisiyle her türlü bilgiye ulaşmak çok kolaydır ve bir tık ötemizdedir.
Bu bilgi ve inanç anaforunda insan doğruyu ve mutlak hakikati nasıl bulacaktır? Bu kesrette vahdeti nasıl yakalayabilecektir?
Zamanımızda insanlar, hiçbir zamanda olmadığı kadar savunmasız ve korumasız hale gelmişlerdir. Hele gençleri ve çocukları düşündüğünüzde insanı hafakanlar basmaktadır.
Doğu ya da Batı uygarlığı bu anlamda fark etmez; insanlar büyük bir sorun sarmalı içerisinde debelenip durmaktadırlar. Doğu toplumları genel anlamda aklı ıskaladığı için sefalet girdabında yüzerken Batı insanı ise vahyi ıskaladığı için erdem ve değerler krizi içerisinde yitip gitmektedir.
Güzel bir söz vardır: “Zehir yoktur, doz vardır.” şeklinde. Eğer siz dozu ayarlayamazsanız, Allah’ın evrene koyduğu ölçüye dikkat etmezseniz bumerang etkisi ile hayat sünnetullah gereği sizden intikamını alır.
Bütün varlık âlemi, kozmoz, evren… kısaca her şey Allah’ın zat, sıfat, esma ve şe’n tecellilerinin birer yansımasından ibarettir. Tabiri caizse aynadaki görüntü gibi. İnsanın mutlak hakikati bulabilmesi için vahyin ışığında evren kitabını iyi okuyup analiz etmesi gerekir. Kâinat Allah’ın dizayn ettiği harikulade bir makine gibidir. Bu makinanın işleyiş kurallarına “bilim” diyoruz. Evrene sinmiş olan kozmik yasaların her biri farklı farklı bilim dallarını oluşturur. Astronomi, fizik, kimya, biyoloji, matematik, astrofizik, kozmoloji, tıp… bunlardan sadece birkaçıdır. Evrende var olan kuralların her biri Allah’ın birer ayetidir. Ya da başka bir ifade ile kâinat ve içindekilerin hepsi birer ayettir. Galaksiler, yıldızlar, dağlar, denizler, ağaçlar, kuşlar, insan, atom, hücre… her şey birer ayettir.
Asgari zekâya sahip her insan; “Ben bu dünyaya niye geldim, neden yaşıyorum, başıma türlü türlü olaylar neden geliyor, bunların sebebi nedir, neden ölüm var, ölüm sonrası bir yokluk mudur, ölümden sonra beni neler bekliyor?” gibi ontolojik sorulara mutlaka cevap aramak ve bulmak zorundadır. Aksi takdirde bu tür düşünceleri bir kenara atıp sadece bohem ve serkeş bir şekilde dünyada hayat sürmek hayatla kumar oynamaktan farksızdır.
İnsanoğlu ne garip bir varlıktır; kendine rutin bir hayat kurgular ve her gün aynı şeyleri tekrar edip durur. Bir koza gibi örgülediği kendi konfor alanında hiç ölmeyecekmişçesine bir yaşam sürer. Kendi doğruları içerisinde mutlu gibi gözükür, oysa bilinçaltına attığı türlü duygu ve düşüncelerle acı ve ızdıraplarla dolu bir hayat sürdüğünün farkında bile değildir.
İnsan denen eşsiz varlığın, uçsuz bucaksız evrenin kendi kendine tesadüfen olamayacağını her gün vicdanı kendisine fısıldadığı halde hakikatlere kalbini ve beynini kapatarak yaşayan insanoğlunun gündelik hayatın hay huyları içerisinde adeta narkoz yemişçesine muvakkat zevklerle hedonist bir yaşam sürmesi mazallah ne büyük bir savruluş ve aldanıştır.
Doğuştan kör birisinin fotoğraf makinesi ya da kamera icat etmesi ne kadar akla aykırı ve imkânsız ise kör doğanın, evrenin de tesadüf eseri bir göz icat etmesi en az o kadar akla aykırı ve imkânsızdır. Aynı şekilde doğuştan sağır birinin de bir işitme cihazı icat etmesi ne kadar akla aykırı ve imkânsız ise benzer şekilde sağır doğa ve evrenin de tesadüf eseri bir kulak icat etmesi en az o kadar akla aykırı, imkânsız ve muhaldir. Gözü ancak “Basîr: gören”, kulağı da ancak “Semî’: işiten” biri icat edebilir. O da kuşkusuz bu sıfatların sahibi olan Allah’tır.
Tesadüf ile aklın birlikteliği, karanlık ile ışığın bir arada bulunması gibi oksimoron bir durumdur. Nasıl ki karanlık olan bir yerde ışık yoksa aynen onun gibi tesadüf iddia edilen bir yerde de akıldan söz etmek mümkün değildir. Bir yerde tesadüf iddiası varsa akıl orayı ışık hızıyla terk edecektir. Ne enteresan bir paradokstur ki tesadüfçüler de hep aklı rehber aldıklarını iddia eder, hiç dillerinden düşürmezler. Bu da Allah’ın bir mekri, tuzağı ve sınavı olsa gerektir.
İnsanın gerçeğe uyanması ancak vahyin ışığında aydınlanmış bir “kalbin aklı” ile mümkündür. Kirlenmiş bir aklın damıtılmaksızın, filtre edilmeden gerçeğe uyanması mümkün değildir.
Akıllı bir insan kârını ve zararını bilen, hesabını yapabilen kişi demektir. İnsan lehinde ve aleyhinde olan hususları, güçlü ve zayıf yönlerini, fırsat ve imkânlarını, kendisini tehdit eden unsurları analiz ederek hareket ederse rasyonel bir yol takip etmiş olur. Böyle bir kabiliyet, kapasite ve kalibreye sahip olabilmek için insanın nefs muhasebesi dediğimiz otokritik yeteneğini geliştirmesi gerekir.
Tüm bu hususlarda aslında birçok alanda kullanılan swot analizi denilen yöntem ve teknikten de yararlanılabilir. Swot analizi sonucunda çeşitli kazanımlar elde edilir. Şöyle ki: Güçlü yönlerimizi fırsatlardan yararlanacak şekilde kullanabiliriz. Zayıf yönlerimizin farkına vararak onları güçlü yönlere dönüştürecek stratejiler geliştirebiliriz. Çevremizdeki tehditleri güçlü yanlarımız ile bütünleştirilebilecek fırsatlara dönüştürebiliriz. Böylelikle aklımızı kullanabilme yeteneğimizi geliştirmiş oluruz.
İnsan kendini terbiye eder, nefsini tezkiye ederse akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi olur. Ulvi lezzetler, şevk ve muhabbetle tanışır. Rafine olmak demek, kabalıktan inceliğe, bedevilikten medeniliğe yolculuk demektir. Böyle insanlarla ünsiyet halinde olan kişilerin de aklı akl-ı selim, kalbi kalb-i selim, zevkleri de zevk-i selim olur.
Aksi durum kendini unutan insan demektir. Kendi kendini unutmak, hakikatleri unutmak anlamına gelir. Kendini unutan kendine yabancılaşır, kendine yabancılaşan giderek kendisiyle kavgalı ve çatışmalı hale gelir. Kendini unutan birisinden, her şeyden kendine yakın olan Allah’ı hatırlaması beklenebilir mi? Dolayısıyla insanın kendine uzaklaşması, aynı anda Allah’tan uzaklaşması anlamına gelir. Tıpkı tersinin de doğru olduğu gibi. İnsanın Allah’ı unutmasından Allah hiçbir zarar görmez, zarar görecek olan kişinin kendisidir fakat bu durum kendine yabancılaşmayı getirdiği için, kişi zarar görür ve hepten kaybeder. Sürekli maske takarak dolaşır, insanlardan kaçar ama aslında kaçtığı kendisiyle yüzleşmekten korktuğu için bizatihi kendisidir.
Şu şiirsel ifadede olduğu gibi; “Gün gelecek; uğruna geceleri uykusuz kalıp ömür tükettiğimiz, belki namazlarımızı terk ettiğimiz, çoluk çocuğumuzu ihmal ettiğimiz, kalp kırdığımız, kul hakkına girdiğimiz, helal haram hassasiyeti taşımadığımız, günah sarmalına yuvarlandığımız, harama bulaştığımız dünyalıklarımız, yediklerimiz, içtiklerimiz, mallarımız, birikimlerimiz, banka hesaplarımız, maaş ve kredi kartlarımız, şirketlerimiz, evlerimiz, arabalarımız, mobilyalarımız, bir an bile uzak kalamadığımız cep telefonlarımız, marka, model giysilerimiz, sağlığımız, sahip olduğumuz her şey avuçlarımızın arasından kayıp gidecek.” Vaktin nasıl geçtiğini, ömrünün nasıl tükendiğini anlamayacağız ama iş işten geçmiş olacak.
Şu bilinmelidir ki din sadece sosyolojik ya da kültürel bir fenomen değildir. İnsanın dünyasını ve ahiretini örgüleyen hakikatler manzumesidir.
Son zamanlarda özellikle sanal âlemde sıkça rastlanılan kuantum düşünce teknikleri, kişisel gelişim arayışları vs. hususlar neden çok ilgi görüyor?
Çünkü boşluğa düşmüş günümüz insanının “anlam arayışı”ndan kaynaklanıyor.
Kişinin olumlu düşünürse kendisinin olumlu, negatif düşünürse geri beslemesinin de olumsuz olacağı gerçeğini göz ardı etmemesi gerekir.
Bunlar aslında İslam’daki vahdetin, tevhidin bir nevi kuantsal izahlarıdır. Telkin ve duanın gücünü ifade eder.
Tasavvuftaki nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ile elde edilecek akıl, ruh ve kalp temizliğinin ya da olumlu ve iyi bir insan olmanın sonuçları ve getirisinin de olumlu olacağını ifade eder. Aksi takdirde kötü düşünmenin sonuçlarının da negatif olacağı aşikârdır.
Reklam ve çıkar peşinde koşanlar bu gerçekleri günümüzde afilli, bilimsel kelimelerle izah etmeye ve böylelikle de dikkat çekmeye çalışıyorlar.
İyi niyetle hareket edenler olduğu gibi, bu gerçekliği suistimal edip ranta çevirenler, insanların zaaflarını kullanıp istismar edenlerin, duygu düşünce ve inançlarını sömürenlerin haddi hesabı da yok maalesef.
Bunlar çok derin, önemli ama bir o kadar da sorumluluk gerektiren konulardır. İşin temelinde, özünde şu ayette ifade buyrulan yalın hakikat yatıyor:
“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/9-10)
Unutmamak gerekir ki iman; huzur ve emniyetin temelidir ve teminatıdır. Önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz şu hususu vurgulamakta yarar var: “İnanmak, aslında çok kolaydır. Komplike, bilimsel deliller sonucunda ancak ulaşılabilen bir keyfiyet değildir. Öyle bir durumda iman, yalnızca bilim adamlarının inhisarında bir şey olurdu ki bu da Allah’ın merhametine uygun düşmezdi. Oysa şöyle gözünüzü çevirip baktığınızda gördüğünüz her zerre Allah’ın varlığına bir delildir. Resim ressamın, nizam nâzımın, eser müessirin delili olması gibi, her varlık da var edenin delilidir. Bunu görmek ve bilmek için filozof olmak gerekmez. Vicdanlar ve ‘kalbin aklı’, bütün duruluk ve saflığıyla bunu sezer ve hisseder. Bu mazhariyet, bir yanılsama değil, hakikatin ta kendisidir.”
Sözün özü, kalbin aklına uymak gerçeğe uyanmaktır. Hakikate kör ve sağır olmak ise kendini ve Allah’ı unutmaktır. Bu yakıcı realiteyi en yalın ve çarpıcı şekilde ifade eden şu ayet meali ile yazımızı sonlandıralım:
“Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.” (Haşr, 59/19)
Ne mutlu kalbin aklına uyarak gerçeklere uyanan insanlara…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir