İslam Medeniyet Tasavvuru / Prof. Dr. Sadettin Ökten

37-islam-medeniyetBir ütopyadan mı bahsediyoruz, yoksa reel bir İslam medeniyeti mi, bugün için geçerli mi, var mı? Bu sorularla yola çıktım. Bilindiği üzre medeniyet tasavvuru diye bir şey var. Peki, “medeniyet”ten biz ne anlıyoruz? “Medeniyet” kelimesi tek başına kullanılmalı mı, yoksa bir medeniyet tasavvurundan mı söz edilmeli? İnsan dediğimiz varlığın üç düzlemde donanımı var: İçgüdü, akıl, duygu. İçgüdülerimiz, aklımız ve duygularımız var. İç dünyamızdaki tahassüsler. Bunlar dış dünyaya bedenimiz üzerinden yansıyor. Canınız acıdığı zaman yüzünüzü ekşitiyorsunuz, reflektif bir hadise. Bir şeyden mutlu olduğunuz zaman yüzünüz gülüyor. İnsan dediğimiz varlık mutlaka eylem yapmak zorunda. Hareket etmediğiniz zaman var olmuyorsunuz. Dolayısıyla içgüdü, akıl, duygularla beraber yaşama başlıyorsunuz. Ancak bunlar yaşamak için yeterli olmuyor, çünkü insanın birey olarak birtakım evrensel soruları var. Evrensel dediğimde ise zamana, mekâna ve topluma bağlı olmayan sorular. Her insan şu soruları sorar: “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” Buna “başlangıç ve son soruları” diyebilirsiniz. “Ölümden sonra ne olacağım?” “Hayat fasılasında benim yerim ne ve bu hayatın anlamı ne?” Bu soruları bütün insanlar sorar. “Bireyin fonksiyonu, yeri, değeri, kıymeti ya da değersizliği ne?” “Bilgiye ne kadar sahibiz; neyi ne kadar bilebiliyoruz ve bilgimizin sıhhati ne?” Bir de “Güzel ne, çirkin ne?” gibi değerler problemiyle ilgili sorular. “İyiliğin kaynağı ne, niye iyi davranmak zorundayım?”
Kadim İslam düşünürleri hayata çok büyük bir mana atfederler. Neticede bu evrensel sorular bütün insanlarda var fakat insanların bir kısmı bunları es geçerler, kâle almazlar. Kâle alanlarda da eğer zihninde bunların cevabını bulamazsa bir travmatik durum yaratır.
İnsan dediğimiz varlığın diğer canlılardan temel farklılığı, seçme ve değiştirme yeteneğidir. Hiçbir diğer canlı seçme ve değiştirme yeteneğine sahip değildir. Mesela bir kedi “Bugün ciğer yemeyeceğim, baklava istiyorum.” diyemez. Ama insan “Bugün ciğer yemeyeceğim, baklava istiyorum.” diyebilir. Bu örnekler çok basit görünüyor ama düşünün… Hâlbuki diğer canlılar, Allah’ın irade ettiği model üzere yaşarlar.
Peki, bu seçme ve değiştirme yeteneğini, bu kabiliyeti, insanın toplumsal yaşama zorunluluğuyla beraber düşündüğümüz zaman insan, birey olarak tabiatta yalnız yaşayamaz. İnsan, toplu halde yaşamak zorunda. O zaman seçme ve değiştirme yeteneği toplumda kaos yahut İslamî tabirle “fitne” yaratıyor. Bu iki sebepten dolayı, yani insanın evrensel sorularına aklın ve duyguların bir kabul yapmadan cevap vermemesinden dolayı, insanın seçme ve değiştirme yeteneğinin de toplumsal hayatta (ki bu bir zaruret) kaos yaratmasından dolayı bir başka sisteme ihtiyaç var. İşte bu sistemin adına biz “medeniyet tasavvuru” diyoruz. Bu medeniyet tasavvuru, bu iki olguyu karşılıyor. Yani insanın evrensel sorularına cevap veriyor ve toplumda seçme ve değiştirme yeteneğini reddetmeksizin organize ediyor, yönlendiriyor, tanzim ediyor ve bir sinerji yaratıyor. Dolayısıyla böyle bir sistemden söz etmemiz lazım. Eğer bu sistem bir insanda varsa içgüdülerini, aklî yeteneklerini ve duygu sistemini organize ediyor ve oradan yepyeni bir oluşum ortaya çıkıyor. Medeniyetler, insanın yeteneklerini reddetmeksizin, onları bir sinerjiye dönüştüren biçim içerisinde meydana gelmiştir. Bu sinerjinin bizdeki karşılığı “nizam-ı âlem”dir.
Peki, size bir sistem söylendi, okudunuz, anladınız. Bunu hayata geçirir misiniz? Bunun birtakım safhaları var:
Birincisi; bilmek. Bir medeniyet sistemi, “Ben bir medeniyet tasavvuruyum” diye ortaya çıkıyorsa onun mutlaka aklen anlaşılabilir, bilinebilir olması lazım. Kendi içinde muğlak, kaotik olmaması gerekiyor.
İkincisi; aklen bildiğimiz bir sistem, eğer (yeni tabirle) içselleşmemişse veya (eski tabirle) temellük edilmemişse, yani bu sistemin kavramlarını siz zihninizde analiz edip “anlat bakayım bana” dediğimiz zaman, kitapta okuduğunuz cümlelerle değil, kendiniz anlatabiliyorsanız o sizde idrak safhasına geçmiş demektir.
Üçüncüsü; hayata yansıması için mutlaka ve mutlaka sevilmesi ve inanılması lazımdır. İnsan dediğimiz varlık, inanmadığı bir şeyi tatbik etmez. Ediyorsa ya sevgilisinin hatırı içindir ya da dipçik zoruyladır. İnanması gerekir, aksi halde insana bu, büyük bir yük getirir. Hâlbuki diğer canlılarda böyle bir sorun yok, çünkü onların hayatına içgüdü hakim.
İşte ilahi teklif ve tekellüf, bu yeteneklerimizden dolayı geliyor. Mesela dağlarda bu yetenek yok ama insanda var.
“Ben bu sisteme inandım.” dedikten sonra insanda bir iç huzuru oluşuyor. Çünkü o sistemin biraz evvel sözünü ettiğim başlangıç ve son, kader ve irade, güzel ve bilgi, erdem gibi sorulara verdiği cevaplar, inandığınız için sizi tatmin ediyor ama inanmayan bir insanı tatmin etmesi mümkün değil.
Yani bizim dışımızda bir dünya var; o dünya, seküler bir dünya ve bu ikilemi yaşıyoruz. Ama biz başka bir dünyanın insanıyız. Başka dünyanın insanı olmak, İslam medeniyetinin insanı olmak için illa Müslüman olmak gerekmiyor. Bu sosyolojik bir aidiyettir. Osmanlı ve Ortaçağ İslam dünyası bu sayede varolmuştur. Osmanlı’ya ve İstanbul’a baktığınız zaman bir sürü azınlık var ama onlar Osmanlı medeniyet yorumunun insanları, Müslüman değiller.
Demek ki medeniyet tasavvurunu ve bu sistemi insanlar biliyorlar, anlıyorlar, idrak ediyorlar, inanıyorlar ve hayata geçiriyorlar. Birincisi, böylece bireyin içindeki evrensel ukdeler kayboluyor. İkincisi, toplumdaki sistem ve değiştirme yeteneği belli bir amaca yöneliyor. İçi sinerji doluyor veya bizim tabirle nizam-ı âlem teessüs ediyor.
Medeniyet tasavvurunun inanılarak toplum tarafından hayata geçirilmesi, yani bütün eylemlerimize ve edimlerimize yansıması, kültürü oluşturuyor. Benim bu anlattığım kurgu içerisinde medeniyet tasavvurunun tarifi böyledir.
Medeniyet tasavvurunun hayata yansımasındaki bütün biçimler kültürü oluşturuyor. Birincisi, bir medeniyet tasavvurunun toplumsal manada hayata geçmesi için, yani toplumun bireylerinin o tasavvurun gösterdiği doğrultuda eylemde bulunmaları için bu tasavvurun temel değerleri üzerinde toplumsal bir mutabakatın oluşması lazım. İkincisi, toplum tarafından bu mutabakatın belirgin bir iradeyle bir şey istemesi gerekir. Bu bir mutabakattır. Ne istiyorsunuz? Demeliler ki: “Ben gökdelen istiyorum.” “Ben ulu cami istiyorum.” “Ben fabrika istiyorum.” Tamam, bunlar iradeye dönüştü. O zaman üçüncü etapta bir erk, (ruhani bir erk, militer bir erk, toplumsal bir erk olabilir) bir iktidar bunu hayata geçiriyor. Dördüncü kademede ise toplum o yapılan, üretilene (bir kanun, bir adet, bir eser, bir vasıta…) ülfet etmeye başlayınca ondan topluma geri dönüşler olur. Demek ki bu tasavvur, bu 4 kademede “toplumsal mutabakat”, “toplumsal irade”, “bir iktidar” ve “deneyimler”le hayata geçiyor. Böyle baktığınız zaman İstanbul nasıl bir şehir? Kim kurmuş? Hangi iradenin ve mutabakatın eseri? Nasıl bir hatıralar zinciri biriktirmiş? Yine sizin eviniz, benim evim, sokağımız, hatta şu defter bile buna girer, bu defterle olan ilişkilerim bile buna girer, içindeki yazılarım çizilerim.
Farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı zaman kesitlerinde yaşayan ama aynı değerleri paylaşan toplumlar tarafından zenginleştirilir. Hem zaman hem mekân burada önemlidir.
Medeniyet tasavvuru dediğimiz hadise, bütün davranışlarımızı etkiliyor. Madem seçme ve değiştirme yeteneğimiz, bilincimiz, inancımız var, o takdirde biz her biçimin arkasında mutlaka ve mutlaka bir değer aramalıyız. “Biçim” “değer”den bağımsız değildir; eski tabirle “vareste” değildir. Her biçimin arkasında bir değer var.
Bir Batılı, oryantalist, “Müslümanlık nasıl bir şeymiş?” derken matematik gibi okuyor. Üçgenin iç açıları kaç derece? Matematiği açar, okursun, 180 derece olduğunu öğrenirsin. İnanman gerekmiyor, ispatı var. Aynen bunun gibi kitabı açıyor, bakıyor: İslam, hayatın başlangıcı hakkında ne diyor? Diyor ki: “Seni Allah yarattı.” Bu bilgi tamam. İnanmak-inanmamak ayrı bir hadise. Biz inançla bilgiyi çok karıştırıyoruz. İnanan için bir inanç meselesi. Dolayısıyla inananın ruhundaki o problemi çözüyor. Öteki için ise bir bilgi meselesi, “Böyle diyorlar.” diyor.
İslam’ın, hayatın anlamı ve gayesi noktasında tabi ki mesajları var. Buyuruyor ki: “İnsanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.” İnanıyor musun, İnananlar için tamam. İnanmayan da “Kitapta öyle yazıyor.” diyor. İnancın; kader, ruh, bilgi mevzuunda var mı? Var. Mesela külli bilgi Allah’a ait; Allah’ın El-Alîm ismi var. Ondan kullarına ikram ettiği bilgi ile âlim ve allâme oluyorsun.
Peki, Nizam ve toplumsal ahlak konusunda bir şey söylüyor mu? İnsanın bireysel davranışlarındaki biçimleri birtakım kurallara bağlı. Neden? Aksi halde insanın seçme ve değiştirme yeteneğinden dolayı kaos oluyor. Peki, böyle bir tutarlı kurallar bütünü var mı? Var. Bu kararlar bütününün çok geniş kapsamlısı “ahlâk”, dar kapsamlısı ise “hukuk”. Geniş kapsamlısının özelliği ne? Her hareketinizde bu var, ancak bunun bir müeyyidesi yok. Peki, hukukun farkı ne? Hukukun maddi müeyyidesi var, cezalandırıyor.
Demek ki toplumsal manada da hüküm veriyor. İslam ahlâkı ve İslam hukuku var. Peki, İslam ahlâkının kuralları nereden çıkıyor? Bu kuralları kim koymuş? Bunların kaynağı vahiydir. Hz. Muhammed (sav) Efendimiz’e vahiy gelmiş, O da o mesajı insanlara tebliğ etmiş. Peki, bu tebliğ hadisesinden sonra söylemiş geçmiş mi, yoksa bizzat yaşamış mı? Yaşamış, uygulaması var. İnsan ölümlü bir varlık, kolay kolay terbiye olmuyor. Bir de onun önünde bir rehber, uygulayan, söylediğini yapan birisi lazım. Böylelikle İslam ahlâkı ortaya çıkıyor. Ahlak gayet basit: İyiyle kötüyü ayırıyor. “Bunlar iyi, bunlar kötü; bunları yap, bunları yapma.” diyor. Kendisi de bunları yaptığı ve bunu gösterdiği için İslam dünyası O’na “numune-i imtisal” diyor. “Hareketleri tatbik edilecek, emrine uyulacak örnek” diyor. Modern dünyadaki, modernitedeki insan tasavvurunda böyle bir insan yok. Modernite dünyasında, insan beşer olarak bütün zaaflarıyla ve meziyetleriyle kabul edilir ve reeldir, bu kabul görür, örnek odur. Hümanist insan, modernitenin model aldığı insandır. İslam dünyasının insanı ise İslam Peygamberi’ni örnek alıyor. Onu “numune-i imtisal” gösteriyor. İyi ve kötüye bir kavram daha geliyor. Kötüyü yapmazken davranış biçiminiz ne olacak? Peki, bunu ne belirliyor? Ona da “edep” diyoruz. Eskiden tekkelerin duvarında yazardı, “Edep ya Hû” diye. Demek ki İslam medeniyetinin ahlakında böyle bir kavram daha var. Kötülüğü men ederken de bu kavramı kullanacaksınız, iyiliği yaparken ve iyiliğe davet ederken de bu kavramı kullanacaksınız. Bir kavram daha geliyor: İslam uygarlığı diyor ki: “Allah dediğimiz o büyük kudret yeryüzüne bir halife gönderiyor ve ona kendi ruhundan ruh üflüyor.” İşte bütün “Abdul”lar oradan çıkıyor; Abdullah, Ubeydullah, Abdulkadir, Abdulcabbar, Abdulahad, Abdussamet. Ruhundan üflemiş, bu sıfatımızdan, bu özelliğimizden dolayı insan dediğimiz varlık iyiliğe meyyaldir. İyiliğin kaynağı da kalptir, gönüldür. Aynı insan topraktan yaratıldığı için kötülüğe de kabiliyetlidir. Kötülüğün de kaynağı nefstir. İslam uygarlığı ahlak konusunda “Kalp ve nefs her insana lazımdır.” diyor. Nefs olmadan olmaz, kalp olmadan olmaz. Biri güçlenirse diğerinin gücü azalır. Öteki güçlenirse diğeri kararır.
İç dünyasında Müslüman ahlâkının temel prensibi “Allah’ın rızasını tahsil”dir. Bu rızanın tahsili insana bir göstergeyle gösterilmiş mi? Evet, gösterilmiş “Kalbine bakacaksın. Eğer kalbinde iyilik yaptığın zaman bir mutluluk hissediyorsan…” rıza ile ilişkin iyi. “Diğer insanlar beni çok sevdiler, verdim bu parayı, ben iyi bir insanım, ölene kadar ben sakal bıraktım, hacı yağlarını sürdüm. Eyüp Sultan’da oturuyorum. Beş vakit imamın arkasındayım.” Bunlar değil. “Kötülük yaptığın zaman da kalbinde bir elem, bir hüzün hissediyorsan o rızayla olan ilişkin açık demektir.” diyor. Hukuka geldiğimiz zaman hukuk, bütün beşeri ilişkileri kurallara bağlıyor, aynı ahlak gibi. Ama hukukun müeyyidesi, yaptırımı var. Her medeniyet tasavvurunun kendisine göre bir hukuk sistemi olmuştur. Roma’nın, Kadim Atina’nın, Cengiz’in de kanunnameleri var, sosyalistlerin de var. Roma Cermen Hukuku ve modern hukukun temelinde Anglosakson hukuku var. Bunların hepsi bir hukuk sistemi. Şöyle yaparsan hukuki, şöyle yaparsan gayri hukuki. Burada bir noktanın altını çizmek istiyorum. Rasyonel hukuk sistemlerinin tarif ettiği, meşru ve gayrimeşrudur. Bu hukuk sistemlerinde meşru ve gayrimeşruyu yasa belirler. Şunu şuradan alıp şuraya koymak, eğer yasa yasaklıyorsa gayrimeşrudur; yasaklamıyorsa meşrudur. Ama İslam hukukunda böyle değil. Kaynak vahiy olduğu için hüküm verilmiş ve kıyamete dek değişmeyecek. İslam dini şöyle şöyle yapmayı Müslümanlara yasaklamıştır. Kaynağı vahiy’dir. Peygamberin tebliğiyle sabittir. Kural budur, kurallarda boşluk yok. Demek ki İslam hukukunun kaynağı vahiy; müeyyideleri ise hem dünyevî hem uhrevî. Dünyada İslam hukukunun müeyyidesi ve cezaları var ama dünyayla bitmiyor. Hâlbuki seküler hukukun cezası sadece dünyevî. Çünkü seküler hukuk ahiretten, ölümden sonrasından bahsedemez, ölümden sonra ne olacağı hakkında bir şey bilmez.
İslam hukukunun müeyyidelerine göre “Cezamı çektim, ahirette kurtuldum.” diyemezsiniz, uhrevi cezası da var. Seküler hukukta kurala uyarsanız iyi vatandaşsınız, kimse size mükâfat vermiyor. Ama İslam hukukunda kurala uyarsanız sevap kazanıyorsunuz. Ahiret defteri doluyor. Kurala itaat etmezseniz hem dünyevî cezası var hem ahirette cezası var. İslam hukukunun kuralları geniş çerçevelidir. Bütün zamana, zemine ve toplumlar uysun diye Allah o kanunları geniş çerçeveli koymuştur. Çünkü yarattığı insanın ve coğrafyanın bütün özelliklerini biliyor. Çünkü el-Alîm sıfatı var. Peki, zaman ve zemin şartlarına neyi getiriyor? İslam hukukunda iki tane ana kural var: Birincisi zaruret; ikincisi kamu yararı. Kamu yararı da zaruret de çok mühim kavramlar. Burada mühim olan hep rıza-i bariyi düşünmek. Yani nereden ne çalarım, nereden ne götürürüm değil. Bunlardan örnekleme yapacak olursak: Bir insanın evinin önüne çok katlı bir bina yapıyorsanız “Acaba bu insanın hukukuna tecavüz ediyor muyum?” diye düşünmek zorundasınız.
İslam hukukunun bir başka özelliği; “Kurallar bir bütün halindedir.” Ne demek bu? Kamusal ve bireysel alan söz konusu değildir. Bir fiil kamuda haramsa bireyselde de haramdır. Kamu önünde rüşvet alamazsın, kapalı kapılar ardında da rüşvet alamazsın. Çünkü kanunu bütün halinde konulmuş. İkili, dual bir medeniyet yapısı yok.
Peki, anlattığım bu ahlâk, hukuk, kurallar, tarih içinde kabul görmüş ve yaşanmış mı? Bakıyoruz asr-ı saadet diye bir zaman var. Bunlar bilgi olarak elimizde mevcut. Sonra dört halife devri geliyor. İnsanlık şahid oluyor, tarih yazıyor, reddi mümkün değil. Amerika’nın, Avrupa’nın önemli üniversitelerinde İslam Tarihini inceleyen çok ciddi bölümler ve bilim adamları var. İslam dünyaya açılıyor. O zamanki dünyayı tasavvur edin, daha Amerika yok; İran, Kuzey Afrika, Mısır, Hindistan, Horasan, Türkistan, İspanya ve bütün Akdeniz havalisi… Selçuklularla beraber Anadolu; Osmanlı Devleti’yle birlikte Balkanlar, Orta Avrupa… Kadim dünyanın merkezinde bu anlayış Arap, Fars, Türk ve diğer toplumlar tarafından benimsenmiş ve uzun bir süre yaşanmış. Bir medeniyet ailesi ortaya çıkmış ve bu medeniyet ailesi bunu tatbik etmiş, yaşamış ve izleri mevcut. Kitaplar, ananeler, İslam eserleri var. Yaşanmış bir tarih ve uygulamalar elimizde. Biz bunları görüyoruz.
Bizim halimiz şu anda, o derya içinde deryayı bilmezlerdir. Bu deryayı tanımak için bizim deryamızın dışına çıkmamız lazım. Evde ya da İstanbul’da veya Türkiye’de yaşayarak bu deryayı anlayamazsınız. Olmadığı yere çıkınız ki deryayı anlayabilesiniz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.