Günümüzün Evliya Çelebisi / Halit Ömer Camcı

gonul-23-halit-omer-camciÇok yer gezdiniz. Sizdeki bu yeni yerleri görme ve fotoğraflama merakı nereden geliyor?
Ben bayağı dolaştım diyebilirim. Gezgin’e başlamazdan evvel de seyahat ederdim. Gezi merakım vardı ve ‘kader’ beni gezmekle ilgili bir mesleğe getirmiş oldu. Bu işler çok tasarlayarak olmuyor. Seyahat etmeye öğrencilik yıllarımda başladım, dünyayı görme arzusu, hep bir yerlere gitme arzusu, fotoğraflardan, filmlerden aklımızda kalan imajların gerçeğini görme, dolaşma isteği… Meslek de fotoğrafçılık olunca mesleğin de verdiği bir şevkle çeşitli yerleri fotoğraflama hevesi böylece ortaya çıkmış oldu. 1990’lardan beri hem yurt içinde hem yurt dışında çok fazla yere gitmiş bulunuyorum. Türkiye’de de görmediğim bir iki şehir kaldı. Mesleğim artık seyahat etmek üzerine.

Şehirlerin önemli mekânlarını donduruyorsunuz ve sanat eseri fotoğraf çekiyorsunuz…
Fotoğraf çekiyorum ama sadece fotoğrafçılık değil, artık Gezgin’den dolayı yayıncılık da yapıyoruz diyebiliriz. Vaktinde başka dergiler içince fotoğraf çekimleri yapmıştım. Son birkaç yıldır belgesel yapımcısı olarak bazı projelerimiz var. Bir aksilik olmazsa TRT ile de çalışmaya başlayacağız. Bir belgesel çekiyoruz, gittiğimiz ülkelerden edindiğimiz fikirlerimiz var. İnsanların genelde sadece kendi yaşadıkları şehrin merkez olmadığı, başka faktörlerin de olduğu bir çalışma içindeyiz. Bu işleri yapabilmek için bazı sponsorluk görüşmelerimiz var. Yaptığımız iş fikir olarak bize ait olsun ve orijinal olsun istiyoruz, bundan dolayı da ağırdan gidiyor.

Bu dünya konjektöründe medya, insanların algılarını çok ciddi manada çarpıtıyor. Bunu fotoğrafçılıkta da kullanıyorlar, her alanda kullanmaktan çekinmiyorlar. Mesela dünyada ödül almış fotoğrafçının hangi fotoğrafı ile ödül aldığına baktığınızda Müslüman ülkelerdeki fakir insanları çektiğini görüyoruz. Yani olumsuzlukları çektiği için ödül alır. Dolayısıyla dünyada Müslüman üzerinde bir imaj bozukluğu, algıda yanılgı oluşturuluyor. Amerika’da ve Avrupa’da sokaklarda yatan insanların haddi hesabı yok. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında mevzunun cevabı kendi içinde. Batı’nın karakteristik özelliği. Bu çok eski bir mevzu, aslı ta oryantalist ressamlara kadar gider. Birincisi biz resim çizmiyoruz, fotoğraf da çok yeni.
Derdimizi ‘sözle’ anlattığımız için, ‘yazıyla’ hat sanatıyla anlattığımız için, ‘minyatürle’ anlattığımız için görsel sanatlar diye adlandırdığımız alanda Batı bizden çok daha ilerde. O yüzden Hollywood dünyanın en iyi film sektörüne sahip, o yüzden dünyanın en büyük görüntü işleri oralarda; İngiltere, Amerika, Avrupa’daki tüm ülkeler… Çizgi filmciler Fransa’dan, Belçika’dan, Japonlardan çıkmış. Biz mevzuları sözle anlatacağız ama sözde de kendi dilimizde uzmanız, başka dillere de kapalı kalmışız. O yüzden dünyanın geneline bir şey anlatma tecrübesini Batı medeniyetinin uzantıları olan medya araçlarının radyosu, televizyonu, sineması, fotoğrafı, resimi ile istediklerini aktarmakta zorluk çekmiyorlar. Böyle olunca Batı hep seyahat etmiş. Özellikle doğuya yani Ortadoğu’ya, Asya’ya gidilmiş. İçimize kadar istedikleri gibi at oynatma imkanları olmuş. Biz de oturduğumuz yerden kalkıp da dünyayı dolaşma refleksine yeni yeni ulaşıyoruz. Merak etmemiş ve gitmemişiz yüzyıllardır. Maalesef Evliya Çelebi haricinde bilinen seyyahımız çok az.

Evliya Çelebi’den başka bilinen var mı?
Mesela Mehmet Çelebi var, onun bir Paris seyahatnamesi vardır. Mehmet Çelebi devlet adamıdır, paşa statüsünde bir kişidir. Muhteşem bir metindir, çok güzel tecrübeler anlatır. Fransız kadınları pencerelerde hayran hayran, gelen Türk ekibini görmek için kendilerini parçalarcasına bizimkileri izlemeye çalışır. Sarayda herkes bize hayran… Bir durum raporu var ama bir devlet görevlisi olarak gidiyor. Evliya Çelebi de gittiği birçok yolu devlet görevlisi olarak organize ettiği için gidebiliyor ama artısı şu; yazıyor ve on ciltlik bir külliyat ortaya çıkıyor. Sadece onuncu cildi bin sayfadan fazladır. Bu minvalde biz yazıları kültür olarak anlatmışız, fakat bunların başka dillere çevrilmesi yüzyıllara yayılmış ve oradaki bir meraklı çevirdiği için çevrilmiş, biz çevirmemişiz yine. Biz hiçbir zaman kendimizi anlatmamışız, bu derde düşmemişiz. Onlar da bir merakla öğrenmek istemişler ve zihinlerinde kendi kültürel algıları üzerinden hareket etmişler. Ekseriyetle mevzuları Türk hamamları, saray eğlenceleri ve harem gibi konular olmuş. Tersinden baktığınız zaman da bizim şıklığımızı, bizim karizmamızı, bizim zenginliğimizi vurgulamak onların pek de işine gelmemiş haliyle. Özellikle fotoğraf veren tarafımız olarak da hep mağdur mahalleler, perişan insanlar, hüzünlü görüntüler, savaşan askerler… Dosya hep sert kavramlar üzerinden çıkarılmış. Oryantalist ressamların resimlerine baktığımız zaman, elinde kılıcıyla baş kesen zenci bir cellat, arkada nargilesini içen şişko bir paşa görüntüsü… Edebiyata da yansıyan; mesela Dirina Köprüsü’nde vardı, detaylarda bizim hep bir kabalığımız, katilliğimiz görülür. Şefkatimiz, merhametimiz, bir mimari yapıya kuş evleri yapma inceliğimiz pek görülmemiş, gösterilmemiş. Varsa da seyrek kalmış.

Fotoğrafla alakalı eğitimleriniz oluyor mu?
Yıllardır çok talep edilen, bize anlat bize anlat diyen arkadaşlarımız oluyordu. Ben de hep bir yerlere gitme refleksi içinde olduğum için pek yanaşmıyordum ama fotoğrafla ilgili bir atölye kurmak bir ihtiyaç. Ancak isteği olan kişilerin bazen meşrebi uymuyor. Fotoğraf eğitim merkezleri çok asosyallikler üzerinden, belli sıkıntılar üzerinden bir merkeze dönüyor. Biz bununla ilgili bir iki yıldır eğitim veriyoruz. Taksim’de bir ofisimiz, güzel bir mekânımız, atölyemiz var; orada Gezgin Fotoğraf Atölyesi ismiyle başladık. Bu altıncı ya da yedinci sezonumuz. Ben ve dergideki birkaç fotoğraf editörü arkadaşım ki onlar da iyi fotoğrafçılar, onlarla birlikte ders anlatıyoruz. Derslerden sonra da bir günlük şehir içi şehir dışı bir seyahat yapıyoruz. Bunu daha uzmanlaştırırsak biraz dünyaya doğru taşımaya çalışıyoruz, bundan sonraki derslerde o yolculuklarda yurtdışındaki bir ülkeye gideceğiz. Semerkant’a, Buhara’ya, Bosna’ya gitme planları yapıyoruz. Fotoğraf eğitimsiz olmuyor. Önceden herkese makineyi al yeter diyordum ama hakikaten yetmiyor. Hayatında hiç araba kullanmamış birine, arabaya bin anahtarı çevir bas gaza gidersin, demek doğru değilmiş bunu öğrendik.

Dünyada görmek istediğiniz yerler var mı?
Dünyada görmek istediğim şehirler listesi var, birçok yeri de gördüm Allah nasip etti çok şükür. Çin’e gitmedim, Rusya’nın derinliklerine gitmedim Sibirya civarı, oralara da önümüzdeki haftalarda gitmeye çalışacağım. Güney Amerika’ya gitmedim, Avusturalya’ya gitmedim. Kudüs, Orta Asya’da bazı yerler, Balkan coğrafyasının büyük bir kısmını gördüm. Amerika’ya birkaç kez gittim. Çok şükür gitmeye karar verince gidebiliyoruz. Burada olmadığımız zaman işlerimiz de durduğu için gitmek bazen negatif bir duruma dönüyor. Para kazanmak anlamında, ofis işlerini çevirmek anlamında bir zaman kaybı oluyor. Gönül, her ay her gün seyahat edelim, gidelim seksen gün sonra dünyayı çevirmiş olarak dönelim istiyor ama pek öyle olmuyor. Çünkü burada her ay matbaya yetişmesi gereken bir dergi var, çalıştığımız kavramlar var, ekibimiz var, ofisimiz, ailemiz, hayatımız… Bu minvalde ayağımız hep buraya bağlı. Aslında öyle bir sistem kurmalı ki o işler siz olmasanız da yürümeli. Şöyle düşünün; koca bir devlet var, devletin başkanı başbakanı var. Başbakan o gün hastaysa devlet duruyor, aslında böyle olmaması gerekiyor. Bir kurulu sistem olmalı, ne yaptınız arkadaşlar her şey yolunda mı? Patron biz hallederiz sen keyfine bak diyen bir ekibinin olması çok önemli. Bu şekilde olursa keyifle dünyayı dolaşıp fotoğraflarla videolarla belki sinema filmleriyle dünyadan işler çıkarmak daha güzel olacak.

Fotoğrafçılığa meraklı olanlara ne tavsiye edersiniz?
Birincisi, artık herkes fotoğraf üretiyor ya, sanki adileşmiş, sanki önemsizleşmiş gibi olmaya başladı. Bir hazine sandığı gibi bir şey bu, o hazineden herkes bir şey alıyor. Artık sandıkta bir şey kalmadı gibi düşünenler var, halbuki öyle değil; fotoğrafçılıkta herkesin hazinesi kendinedir. Tanpınar en güzel romanı yazmış, Asaf Hâlet Çelebi en güzel şiiri yazmış, Mevlana mevzuların hepsini bitirmiş… O zaman bize söyleyecek söz kalmadı, biz okuyalım gezelim, günlük hayatımıza bakalım, ticaretle uğraşalım mı demeliyiz? Küçük ekipler halinde, birbirini besleyen insanlar halinde seyahat ederek, bol bol fotoğraf çekmekte fayda var. Teknik tarafını bilmek gerekiyor, teknik tarafı basittir iki üç ayda halledersiniz. Ondan sonraki kısmı yıllara yayılabilir ama potansiyeliniz varsa, içinizde büyük bir sanatçı uyukluyorsa onu uyandırırsanız çok hızlı da bir şeyler üretebilirsiniz. Teknik beslenmenin dışında entelektüel birikim her sanatta çok önemlidir. Kafası basmayan bir şair, kafası basmayan bir ressam, kafası basmayan bir fotoğrafçı yoktur. Ufku açıktır, vizyonu geniştir, bununla ilgili bol bol okumak, dünya tecrübesi gerekir. Ben her kavramdan beslenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bir sokaktaki çocuğun başını okşamak dâhil, sosyal hayattan kopmadan, hayatın içinden çıkmadan, anne babadan tutun, sıla-i rahimler de dâhil olmak üzere hayatın içinde yaşayarak kendilerini beslesinler. Derslerde sürekli anlattığım, fotoğrafçılıkta göz terbiyesi meselesi var. İyi fotoğrafçı olmanız için iyi fotoğraf çekmişlere bol bol bakmanız lazım, iyi ressamlara bakmanız lazım. Ara Güler Usta ne çekmiş, Coşkun Aral Usta ne çekmiş, Herbert Gleason neler çekmiş… Bir fotoğrafçılık tarihi var, o tarihin isimleri var, bu isimlerin fotoğraflarına bakmak lazım. Bu niye bu kadar değerli biraz kafa yormak lazım. Manipüle edilenler oluyor, bize usta diye sunulanlar oluyor ama gerçek tarih kenarda hep yazılıyor. Siz ne kadar zorlarsanız zorlayın bir şeyin değeri neyse onu geçemiyor. Birisi bir işin zirvesi olacaksa o yolunu, mecrasını buluyor. Genç arkadaşlara söylediğim temel mevzu, hiçbir şey için hiçbir şekilde bahane üretmesinler. Benim şunum yoktu bunum yoktu… Derslerde sürekli kullandığım bir cümle vardır: “Gerçek oymacı ustası kör çakıyla çalışır.” Bu sözü çok severim. Çok iyi bir oymacı ustası değilim, çünkü elimdeki alet edevat o kadar kötü ki… Böyle bir bahane yok. Bir oymacı ustası kırılmış kör bir çakıyla ortaya sanat harikası bir ürün çıkarır, teçhizata alet edevata takılmaz. Şu andaki cep telefonları, benim ilk kullandığım dijital makinamdan daha güzel çekiyor. Teknoloji buraya kadar geldi. Paylaşım sahaları var; bir şeyi öğrenmek istediğinizde Google’a hemen soruyorsunuz, hemen cevabını alıyorsunuz, siz yeter ki bir şey yapmak isteyin. Önceden kütüphane kütüphane dolaşmanız lazımdı, şimdi bilgisayarınıza bakın tamam. Bir şeyi öğrenmek istediğinizde o kadar kolay öğrenebiliyorsunuz ki. Yeter ki bir arkadaş karar versin ve yapmak istesin. Herkesin yaptığı işi beyefendice ve hanımefendice yapmalarını tavsiye ederim. Hayat uzun soluklu bir kavram. Bugün zıpırlıkla yaptıkları şeyin faturası yarın muhakkak geri ödeniyor. Bugünkü serserilikler yarın kötü sağlık sorunları, kötü hukuklar, kaybedilmiş dostluklar, kırılmış kalpler şeklinde yansıyabiliyor. İnsanların hayata uzun bakmaları lazım; yirmi yıl sonra, otuz yıl sonra neredeyiz, ne yapıyoruz? Ben otuz yıl sonra yaptığım bu işten utanmamalıyım, yaptığım bu işi beğenmeliyim, gençken bir süreci tamamladığımın işaretlerini bırakmalıyım.
Bedri Rahmi’yle ilgili bir yakın dostumuz Ömer Faruk Şerifoğlu diye bir abimiz var, -kültür dünyasının çok tanıdığı bir isim- onun söylediği çok güzel bir lâf var. Bedri Rahmi Eyüboğlu beş yaşında bir hatıra defteri tutmuş, cümleyi tam hatırlamıyorum ama şu minvalde: “Galiba ben büyüdüğümde büyük bir ressam olacağım ve galiba benim abim büyük bir mütercim olacak, Allahım n’olur çabuk geçsin zaman, büyümek ve o işi yapmak istiyorum.” Bunu yazdığında beş yaşındaymış, bir potansiyel var, dışarı taşıyor. Şunu da kaçırmamak lazım, bizim çocuklarda şu var: “Ben neyim ki, dahi değilim, param yok, Harvard’ta okumuyorum…” İzmir’de bir yıllık üniversite hayatım olmuştu. Orada komşu teyzenin çocuklarına ders anlatıyordum, fen liselerine hazırlanıyorlardı. Teyze, çocuklarının turizm otelcilik kazanmalarını istiyordu. Ben de diyordum ki: “Bu oğlun pilot olabilir, doktor olabilir, bu ülkeye başbakan olabilir, niye turizm otelcilik okusun?” Küçümsemiyorum, her meslek kutsaldır, helal para her zaman azizdir ama niye senin çocuğunun yurt dışından gelmiş turistlere hizmet etmek gibi bir hayali ve hedefi olsun? Büyük hedef olmazsa küçük hedef olsun ama niye başlarken küçük hedefi tercihle başlıyoruz? Hedefi büyük tutmak lazım, o hedefle bulunduğumuz noktadaki boşluğu kapatmak için sağlam bir plan yapmak lazım ve kesinlikle dünyanın Facebook’u, dünyanın Twetter’i çocuklarımızı oyalamaması lazım. Çok fazla oyalanıyoruz, günümüzde şu dijital ekrana dokunmadan saat geçiremiyoruz, korkunç bir yere doğru gidiyoruz. İşte o zaman yedi yüz sayfalık bir romanı okumak o kişi için kâbus oluyor. Halbuki insanlar hafız oluyorlar, Allah’ın kelâmını bir yılda ezberleyebiliyorlar, hayat boyu unutmamacasına. Bırak okumayı insan ezberleyebiliyor, demek ki zekâ bu kadar açık, insan çok geniş bir potansiyele sahip. Gençlerin en büyük sıkıntıları bu zaman yiyiciler, zamanı yiyen fareler, o farelerden arınması lazım. Buna dair irade gösterecek bir güçlerinin olması lazım ki bu da ebeveynlerden geçiyor, hocalardan, anlatıcılardan, anne babalardan geçiyor. Ben de çocuk sahibiyim, yapabiliyor muyuz bilmiyorum ama aşırı oyun oynamalarını, internette harcanan boş zamanı engellememiz lazım. Ben çizgi film izlemelerine izin veriyorum. Çünkü çizgi film, birileri oturmuş çalışmış, o çizgilerle bir şey anlatıyor. Bir de kendinizce bir mecradan izlerseniz, biraz da kontrollü, pedagojiye uygun çizgi filmler izletilmeli. Her bir insanın kendi çağıyla ilgili sorumlulukları var. Mesela İbni Arabi’nin çağına bakıyorsunuz muhteşem adamlar var, 1200’lü yıllarda inanılmaz insanlar gelmiş; Mevlana, İbni Arabi, Niyazi Mısrî, Şah-ı Nakşibendi, İmam Buhari Hazretleri… O çağda bir yıldız yok bir sürü muhteşem adam var, çünkü alıyor ve taşıyor. İbni Arabi’nin kitabını Semerkant’ta olan biri de okuyor ve İbni Arabi daha hayattayken okuyor, nasıl okuyabiliyor? Bir felsefe, bir tartışma konuları… Şam, Kahire, Kudüs, Endülüs, Semerkant, Buhara… Aynı taze gündemle konuşuyor, nasıl ilan ediyorsunuz? Ne telefon var ne internet var ne televizyon var ne gazete var… Atlar üzerinde kitap taşınıyor, bütün imkânlar bundan ibaret.

Kırsal yerlere gittiğinizde şehir hayatının hızından, koşuşturmasından arındığınızı hissediyor musunuz; gerçekten tebdil-i mekânda ferahlık var mı?
Burada çılgın gibi koşturuyoruz; sabah erken kalkmalar koşmalar, randevular, trafikte bir buçuk iki saat vakitler…Geçen hafta bir günlüğüne Yalova tarafına, oradan Çınarcık Esenköy’e geçtik. Oraya kendimizi bir attık (ailece) hayat yavaşladı, inanılmaz yavaş. Köy pazar yeri gördük; teyzeler orada İstanbul’un üçte bir fiyatına incirler, meyveler satıyor. Bir buçuk iki saat rahat rahat bir kahvaltı yaptık. Hemen yanda küçük bir göl yapmışlar, gölün içinde bir tekne var. Onun yanında bir sürü ağaçlar dikmişler, ağaçlarda meyveler var. Ben de bir meyveyi dalından koparmayı çok severim, yere düşmüş meyvelerden aldım götürdüm; bunları da hesaba yazar mısınız dedim. “Bunlar hediyemiz zaten, bunları gelen müşteriler için diktik para pul almıyoruz. Ayrıca ağaçtan da toplayabilirsiniz, üç beş poşet alın götürün, dediler. Burada yüksek fiyatlara aldığınız meyveyi adam ağacından toplatıp size hediye ediyor. Toprağa temas ediyorsunuz, meyvenin ağacına temas ediyorsunuz, hayat orada. Buradan da çok uzak değil, vapurla bir saatte gidilen bir yer. İşte yaşadığımız yer ve algılar bizi çok başkalaştırıyor ve sanki böyle bir krizler, panikler içindeyiz gibi hissediyoruz. bu minvalde sıkıntılıyız, bir günlük molalar bile bizi kendimize getirebiliyor. Benim Gezgin Dergisi diye bir dergi çıkarmam, seyahati kapsayan bir işe sahip olmamın temellerinde herhalde bu var. Buradaki rutinden bizi ayda bir çıkarıyor. Ben ayda en az bir hafta yurtdışında bir yerde oluyorum; başka bir dünya, başka bir algı, başka fikirler… Dünyadaki algı: Her yer herkesin, herkes her yere gidebilir. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır diyoruz. Seyahat, taassubu kırar diyoruz. Bunların hepsi gerçekten yaşanılarak söylenmiş cümleler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.