Günümüz Türkiyesi’nde Aile Yapısı ve Değerleri / Prof.Dr. Ayşen Gürcan

32-aile-yapisiSizce, bir ailenin temel ihtiyaçları noktasında temel standartlar açısından Türkiye nerede duruyor? Kendi problemlerimizi çözerek belki dünyayı daha rahat algılarız diye düşünüyorum… Aileden Sorumlu Bakanlığın düşüncelerinde neler var?
Standart kelimesini kullandığınız anda işin içine ister istemez bir mühendislik ya da bir meta giriyor demektir. Artık siz standardı ne kadar belirlerseniz belirleyin, o standart bir süre sonra yetersiz kalacaktır. Ama insanî ölçüler dediğimiz adaleti, ahlakı baz alırsanız ve bu insan ilişkilerinde de insanı öncelerseniz soruna çözüm bulabilirsiniz. Mesela trafik akışında “önce yaya” demediğimiz için birçok sıkıntı yaşıyoruz. Herkes “önce ben” diyor. Yaya da sürücü de ışık dinlemiyor. Oysa Batı’ya gittiğinizde görürsünüz. Batı hayranı değilim ama önce yayanın kıymetini çok güzel içselleştirmişler. Ayağınızı caddeye attığınız an bütün arabalar durur. Yaşadığım için biliyorum. İsviçre’de bir kasabada yaya yolunu tutmuşuz, ben de birisine bir şeyler anlatıyorum. Birisi omzuma dokunmasa fark etmeyeceğim. Arkaya bir baktım, 5-6 tane araç bizi bekliyor. O kadar utandım ki… Ama hiçkimse kornaya basmıyordu. Bence Türkiye’de de böyle bir standart olmalı eğer bunu soruyorsanız. Aile standardı noktasında da zenginlik ve fakirlik hiçbir zaman hiçbir ülkede eşit olmamış. Ama zenginin sorumluluğu olmuş. Fakirin de belli çabalarla kendi öğrenilmiş çaresizliğini yenmesi için girişimde bulunması ve geliştirmesi öngörülmüş. Böyle bir kültürümüz var bizim. Şimdi bu standartlarda fakirle zenginin yaşam biçimleri ne kadar birbirine yakınsa refah o derece yüksektir, standart o kadar iyi ve kalitelidir. Ne demek istiyorum? Parası az ya da çok olanlar kendini yanlış göstersin değil. Zengin kendisine gelen geliri de emanet olarak görüp, ihtiyacı olanlara sevk edecek şekilde kullanmalı.

Günümüzde toplumda oluşan büyük mağduriyetlerle ilgili genellikle kurumsal destek ve devlet eliyle yapılan öngörüler var. Ama sizin söylediğiniz şeyler bölüşümcü mantığa dayalı ve ancak vakıf ve benzeri yapılarla telafi edilebilir. Türkiye bu konuda nasıl acaba?
Kesinlikle katılıyorum. Sivil destek olmadan sadece devletle bu iş olmaz. Ama bakın, devlet, özürlüsü olan insanlara bugün para yardımı yaparak insanî bir standart geliştirdi. Daha önceden ahırlarda zincire bağlanmış şekilde tutulan ve köyün delisi ya da evin zulmü gibi görünen kişiler sayesinde ellerine para geçti. O kişiler de değerli hale geldi, yüzü yıkandı, elbisesi temizlendi, yeter ki ona bir şey olmasın, para kesilmesin diye.
Bu devletin bir hayır hizmetidir. Bunu STK yapamaz mı? Ama o para verilirken Türkiye fakirleşmedi. Bilakis borçlarını ödedi. Biz yıllarca IMF’ye ya da başka yerlere borçlu bir ülkeydik.

İnsanı Merkeze Aldığınızda Allah da Sizi Merkeze Alır
Bu çalışmalara gerçekten de çok ihtiyaç var…
Bakın, zaten işin aslı budur. Siz insanı öncelediğinizde, insanı merkeze aldığınızda Allah da sizi merkeze alır. Ama siz metayı merkeze aldığınızda ya da kendi ürettiğinizi, kendi değerlerinizi ve kendinizi öncelediğinizde Allah’ın önceliğinden çıkmış olursunuz. Belki ben dinî bir söylemle burada açıklayamam ama belli gerçekleri de net olarak ortaya koymak lazım. Mesela yağmurun oluşumu Türkiye’de farklıdır, Kanada’da farklıdır diyebilir misiniz? Böyle bir şey var mı? Bu evrenseldir. Kâinatın çalışmasında kurallar vardır. En katı ve en değişmez olanlar da sosyal kurallardır. Allah’ın öngördüğü sosyal kurallar bunların başında gelir. O yüzden çok rahat söyledim. Çünkü siz birisine verdikçe sizin geliriniz gerçekten artar. Bunu isterseniz test edin. Bunu yer çekimi yasası olarak söylüyorum.

Merkezinde insan, duygu, sevgi varsa bu işler yürür…
Batılılar bunu gizli-enerji diyerek birbirlerine satıyorlar. Aslında o sattıklarının özü kaybedilmiş ama birçok insan bunun esintisinden bile faydalanıyor. Bizim dinimizde onun esası, kültürü ve yaşayan örnekleri var.

Medya Sorumluluğu Yerine, İzleyici Sorumluluğu Başladı
Medyanın aile algısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya çalışanlarının aile algısını, 2008 yılında özellikle program yapımcılarının, senaristlerin, bu dizileri yazanların ve bu değerleri yozlaştıran kişilerin kendi değerleri mi yoz acaba, düşüncesiyle biz ölçmüştük. Ama umduğumuzu bulamadık. Tam tersine gerçekten çalışma koşullarından dolayı aileleri çok zor şartlarda yaşamlarını sürdürüyor. Çünkü belli bir mesaileri, belli bir garanti gelirleri olmayan, ancak reytinge bağlı çok gaddar bir sistemin bir dişlisi olarak o hizmeti yürütebilmek, program yapabilmek adına verdikleri çabaları görünce gerçekten çok üzüldüm. Çünkü bu noktada medya, maalesef aileye bir yol çizmede iyi bir sınav veremedi. Fakat 90’lı yıllarla ya da 2000’in başlarıyla kıyaslandığında kalitesi daha yüksek çalışmalara doğru yöneldiğini de düşünüyorum. Çünkü bugün kendinize uygun bir kanal ve bir program bulabiliyorsunuz. Alternatifiniz çok. Bu anlamda da medya sorumluluğu değil, izleyici sorumluluğu başladı. Artık medya okur-yazarlığı bilgisi olan insanlar olmak zorunda. Doğrusu da buydu zaten. Ne söylenildiğini değil, kimin ve neden söylediğini de anlayacak kişileri bulmak önemliydi. Ayrıca söylenenlerin reel mi, sanal mı, kurgu mu, masal mı olduğunu ayırt edebilecek kapasitede olmak önemli.

Özellikle bir eğitimci, bir sosyal çalışmacı, bir psikoloğun programlarda yer almamasının getirdiği bir sıkıntı var, değil mi?
Tüm dünyaya, bu konuda bize model olabilecek bir medya var mı diye baktığınızda bunun çok işe yaramadığını görüyorsunuz. Çünkü seçkincileri koyduğunuz programlar çok sıkıcı, çok üsttenci, çok emredici bir dil oluyor, “Sen şöyle ya da böyle yapmalısın” gibi.
Sen ne yapıyorsun peki? Senin hayatında ne var? Kelin ilacı olsa kendi başına sürer. Kendi yapamadığını insanlardan bekleyen programlar çıkartıyor. Uzman sultasından bir yapı oluşmuş… Çok özür diliyorum, sözüm meclisten dışarı. Ben de bir uzman olarak konuşuyorum.
Halkı küçümsüyorlar ve üstelik bu küçümsemeyi kendisine verilmiş bir nimet olarak değil de metadan beslenerek, diplomayı bir ahkâm zanneden insanların neticesinde buraya gelmiş kişiler bunlar. Dolayısıyla uzmanlarla bu işin olmadığını görüyoruz.
Peki, kimlerle olacak? Sorumluluk sahibi, meslek etiğine sahip kişilerle. Bakın, Türkiye’de belki de en çok sıkıntı yaşadığımız olay bu. Sadece medya için değil, tıp içinde de. Tıp bu mesleklerin başında gelir, çünkü etik yeminleri vardır onların. Sizin de mutlaka bir etiğiniz var. Çünkü yayında bulunuyorsunuz.
Bütün meslek gruplarının, muhasebecilerin, hukukçuların, öğretmenlerin, medya çalışanlarının bir etik yemini ve ahlakı olmalı. Bu ahlakı olmadığında onu değerlendirecek bir sistem de olmalı. Bu da hizmeti tüketenler açısından tüketim bilinciyle alakalı. Çünkü ben senden hizmet alıyorum. Mesela aile hekimliğindeki paradigmanın halkın lehine değiştiğini düşünüyorum. Çok da güzel bir sistem oldu.
“Ben senin (çok özür dilerim) üsttenci bakışına katlanmak zorunda değilim. Bana insan gibi muamele eden ve bana bakarken tiksinmeyen doktor istiyorum.”
“İsmimi değiştiriyorum” deme hakkını verdi bugün yapılan icraat. Eskiden çok kaba muameleler görürdü insanlar. İnsanın insan olma değerinin doğuştan kazanılmış olduğu bir sistemi getiremediğimiz sürece o sistem helak olmaya mahkûmdur. Olmuştur da nitekim. Olacaktır da… Çünkü her şeyin sahibi Allah’tır. Allah sadece seyretmez ve görmez, işe müdahildir. Her zaman onun izniyle olur her şey. Ben öyle görüyorum. Benim inancım bunu söylüyor. O yüzden ben çok müsterihim.

Artık Ailenin Bütün İşlevleri Kurumlar Tarafından Yapılır Hale Geldi
Çok güzel söylüyorsunuz. “İnsanı kendisinden koruyun.” diye bir söz vardır. Bugün insanı, insandan korumayı neredeyse icbar eden durumlar da oluştu. Şimdi aileyi kendi formatında ve yapısında korumanın ne kadar önemli olduğunu anlattınız. Artık “Koruma” başlığı altında bakıma muhtaç hanımlar, erkekler, yaşlılar ve çocuklar kavramı oluştu. Ailenin dağılmasının getirdiği bir süreç midir bu?
Ailenin işlevi, son 200 yılda güçlenmiş ve reformu yükselmiş devletler tarafından kurumsallaştırılmaya başladı. Eskiden “okul öncesi” ya da “kreş” diye bir eğitim yoktu. Bunu aile yapıyordu. Ama artık ailenin bütün işlevleri kurumlar tarafından yapılır hale geldi. Bakıma muhtaç insanların gittiği yaşlı bakımevi dediğimiz yerler, kreşlerden çok farklı değildir. Hatta gündüzlü bakımevleri vardır. Çocuğunuzu veriyormuş gibi yaşlınızı sabah götürüp bırakırsınız, akşam da gider alırsınız.
Çünkü evde ona bakacak artık altyapı kalmamıştır. Kadın ve evdeki tüm fertler çalışma hayatına ya da bir şekilde başka kurumlara (okula, eğitime vs) gittiği için o hizmeti yapacak ek kurumlar doğmuştur. Bu çok normaldir. Ama ailenin verdiği konforu veremiyorsanız, o hizmeti insanca sunamıyorsanız; işte orada asıl tehlike başlıyor. Nasıl bir tehlike? Kreşler gibi çocuk bakımından mesul olan kişiler hedef kitleler değil. Özellikle “kimsesiz” dediğimiz yaşlılar, özürlüler ve çocukların bakımında eğer toplum dışına itip, onu günah keçisi sendromu havasında bir mahzene kapatır gibi gözlerden uzak bir kuruma bırakmak asıl sorun. Kurumun içine bakıp “zaten orada bakan birileri var” diye yaptığı iş hiçbir performansa dayalı olmayan ve sürekli ödemesi yapılan bir devlet memuru zihniyetine teslim ediyorsanız sıkıntı var demektir.
Dolayısıyla koruma altına alınması doğrudur ama bunun insanî koşullarda olması gerekiyor. Ne yapılıyor şimdi? Yaşlısına evinde bakacaklara yaşlı bakımevi parası vermeye başladılar. Doğrusu buydu. Şimdi benim 3 tane çocuğum var. Ben çocuklarımın yanında bakılmak istemiyorum. Bakıma muhtaç bir yaşlı olduğumda diyorum ki: “Benimle aynı durumda olan kişilerle olmayı ben tercih ederim. Benim imkânım yetiyorsa ya evimde baktırın, birisi gelsin, tüm gün kalsın. Ya da bir kuruma gideyim.”
Oğlum diyor ki: “Olmaz, seni hayatta kimselere vermem.” Ben de “Çocuğum bak o eskidendi. Şimdi senin karın çalışacak, çocukların okula gidecek.” diyorum. Çünkü şu anki sistem, bir önceki neslin garantisiyle yaşamıyor. Eskiden öyleydi. Ben anneannemin evinde büyüdüm. En güzel oda anneannemindi. Bizim odamız yoktu, ihtiyaç da yoktu. Ben “Benim odam niye yok!” demiyordum.
Ama benim kızlarım bugün söylüyor. “Bana oda vermeyeceksen ben seninle gelmem.” diyor. Dolayısıyla şartlar değişiyor. Şartların değişmesi kötü değildir. İnsanın lehine şartların değişmesidir önemli olan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir