Gönül Dilinde “Taassup Yok, Riya Yok!..” / Dr. Fatih Yunus Özel

Taassup yok, riya yok… Her inanç erinden beklenen, her samimi inanç mensubunun kendinden ve çevresinden beklediği doğal samimiyet. İçten bir doğallık hali. Günümüzde de aşılması zor büyük beklenti. Yaşadığımız hayatın içinde, hoyratça dobralıklara ve kabalıklara riyasızlık rütbesini vermeyeceksek, riyayı da daha geniş bir perspektifte anlamak gerektiği çok açık. Ayrıca taassup istemiyoruz çünkü ifrat ve tefritin her meselenin özüne ne denli zarar verdiği çok açık. Riya da istemiyoruz çünkü riya, samimiyetin zıddı olan gerçek manada tehlikeli bir ahlaksızlık ve oldukça da yaygın… Taassup da öyle… Üstelik taassubun bilimsel kisveli olanı da var. Şirazesinden kaymış her düşünce, içinde taassubu ve samimiyetten uzak yapısıyla da riyayı barındırıyor. Bazı şeyler ibadetin riyasız yapılıp yapılmaması, bazı şeyler de estetiğiyle yani içeriği, hangi tonda samimiyet ve ciddiyeti yansıtabildiğiyle ilgili. Her ikisinin de Allah’a (c.c.) ve kullara bakan yönleri var. Çünkü kendimiz gibi olan insanlarla beraber yaşıyoruz. İnanç ise zannedildiği gibi sadece bireysel bölüşümü olan bir konu değil ve riyaya da taassuba da gayet açık. O nedenle bu konu inanç toplumları için üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Cömertlik de cimrilik de sevgi de bencillik de katılık ya da barbarlık da insanlarla birlikte gelişen durumlar. Bireysel ibadetlerle toplumsal ahlak arasında sımsıkı bir bağ var. Son dönemde “ahlaktan soyutlanmış dindarlık” tartışmalarının ve serzenişlerinin varlığı bu konuda toplumsal bir ıstırabın olduğunu açıkça gösteriyor. Kendinden memnun olmayanlar az, başkalarından memnun olmayanlar ise oldukça fazla. Ahlaki bir muhasebe sorunu olduğu çok açık. Konunun çevresinde dolananlar oldukça fazla ama dertlere derman olacak içerik ve çözümü bu çevrelerde maalesef göremiyoruz. Keşke görebilseydik… Sonuçta bize değişimle ilgili birtakım ölçüler sağlaması ve hayatın bizzat içinde görülen sağlam ipuçları ve denklemler gerekiyor. Çözülememiş problemleri sayıp dökmek, sadece problemleri dillendirmeye yarıyor. Çünkü insanın bizzat kendine dönüp soracağı bazı sorular var. Derdin ne ve gerçekten ne istiyorsun, amacın ne? O amaca doğru yürürken niçin ve nasıl bir yol takip etmelisin? Sonunda eline ne geçecek? Eline geçen şey içine siniyor mu? Yaptığın şey doğru gibi görünse dahi gerçekten de seni tatmin ediyor mu? Yani içinde bir pazarlama ihtiyacı yok, tribünlere oynamak yok, muhatabının kim olduğu belli… Niyetin düzgün, yaptığın iş doğru ve sonuç içine siniyorsa geriye verimlilik kalıyor ki, orada da “kader gayrete âşıktır” der ve yoluna devam edersin…
Şenel İlhan Beyefendi’nin en çok üzerinde durduğu konuların başında her zaman ahlakın incelikleri ve ahlakta denge konusu yer almaktadır. Taassup ve riya konusunda daha emin bir yerde durmanın düşünceli ve ahlaki bir sağlamasını almak daha korunaklı bir yerde durmayı sağlayabilir. O hep İslam’ın anlaşılmasında ahlakın vazgeçilmez yeri, “Müslüman” dendiğinde en önemli şeyin ahlak oluşu, İslam dünyasında yetişmiş ve temsil kabiliyetine haiz donanımlı insan problemi, nefsini tanıma noktasında kendini bilen ve tanıyan insanların azlığı, pratik ahlakın Müslümanlarda doğru şekillenmediği, ahlaki kavramların yanlış bilindiği ve yanlış tecrübe edildiği, aksi halde böyle bir ortamda irfan sahibi, ahlaklı, nezih insanın yetişemeyeceği, bu konuda gösterilecek çabanın inşaî bir değeri olduğu üzerinde büyük bir hassasiyetle durmuş ve çevresini bu manada yönlendirmiş ve yetiştirmiştir. Bu konudaki düşünceleri avam, âlim, velî herkesi düşündürtecek niteliktedir. Seyyidimizin, ahlakı incelikleriyle yaşama hususunda tüm ahlaklara dair kuşatıcı değerlendirmeleri şöyledir:
“Halk arasında çok kullanılan bir benzetme vardır. İyi yüzlü kötü huylu birisine ‘Kuzu postuna bürünmüş kurt’ derler veya sert görünüşlü ama kalbi merhamet dolu bir insanı ifade ederken de ‘Kurt görünümlü kuzu’ derler. İşte tam da bunun gibi bazen güzel ahlak sandığımız şeyler kuzu postuna bürünmüş kötülükler olabileceği gibi, kötü sandığımız huylar da aslında kurt postundaki güzelliklerdir. Bunların örneği çoktur. Hatta neredeyse bütün güzel ahlakların böyle iki yüzleri ve benzerlikleri vardır. Bu durum, bizlere verilen akıl nimeti, temyiz kabiliyeti gibi yönlerimizin açığa çıkması için de uygun bir ortam oluşturmakta, sınav dünyasında olduğumuzu bize hatırlatmaktadır elbette… Bu söylediklerimize örnek verecek olursak; kuzu postu giymiş kibir ve gururu, izzet ve vakarla karıştırmak çok mümkündür… Birisi büyük günah, diğeri erdem ve fazilettir… Yine cömertlik gibi görünen israfla, israf gibi görünen cömertliğin, iktisat gibi görünen cimrilikle, cimrilik gibi görünen iktisadın, hayâ gibi görünen riyayla, riya gibi görünen hayânın, tevazu gibi görünen zilletle, zillet gibi görünen tevazunun, korkaklık gibi görünen yumuşaklık, bağışlama, hilmle, hilm gibi görünen korkaklığın, egoistlik gibi görünen müspet benlikle, müspet benlik gibi görünen egoizmin… ayrımını yapmak gerçekten de hiç kolay değildir. İşte Efendimiz’in (s.a.v.) güzel ahlakı tüm bu ince detaylarıyla bilmesi, yaşaması ve ortaya koyması gerçekten bir mucizedir. Zira dedik ya Allah’ın yardımı olmadan sırf akılla, felsefeyle, mantıkla bulunacak, bilinecek şeyler değildir bu detaylar. Zira güzel ahlakın iyice ortaya konulabilmesi için beşer aklı ve idraki bu işe kifayet etmez. Dolayısıyla Allah tarafından gönderilmiş resullerin gerekliliği, güzel ahlakın ortaya konulması için kaçınılmaz zorunluluktur. İşte ben sohbetlerimde bu konuları her zaman önceledim; hem yaşamaya çalışarak hem de çevremdekilere örneklik ve önderlik yaparak güzel ahlak konusunu imandan sonra hep gündemimin başına koydum. Özellikle güzel ahlakın detaylarına dikkat çektim. Zira bunların karıştırılması İslam âleminde ciddi bir sorun, ciddi bir problemdir. Düşünün ki bir kişi aslında hayâlı ama cahilliğinden dolayı kendini riyakâr sanıyor veya riyasını hayâ sanıyor… Yine bir İslam âlimi aslında vakarlı ama kendini kibirli sanıp tevazu olacağım diye zillete giriyor. Yine resmen kibirli bir adam bu tutumunu vakar ve izzet sanıyor ki bunların hepsine sıklıkla rastlıyorum ve sonra Müslümanların bu cahilliğine hem öfkeleniyor hem de çok üzülüyorum. Çünkü bunlar gerçekten vahim şeyler.
Evet, özellikle bu hataları ben İslam âlimiyim diye ortada dolaşan kişilerde görmek ise beni daha çok üzüp öfkelendiriyor. İslam ahlakından ve onun inceliklerinden haberi olmayan bir âlim, ancak olsa olsa din bilginidir, nereden âlim olmuş da onun havasıyla geziyor, anlamıyorum. Maalesef ki yaşadığımız ortamda ahlaki incelikler anlamında çok vahim hatalar yapılıyor. Mesela benlikten kaçacağım diye, yaptığı tüm güzel iş ve ibadetleri ile kendini hiç yerine koyanlar olduğu gibi, bu düşünceyi talebelerine tavsiye eden sözde mürşitler de var. Yani nefs mücadelesi adı altında insanlara zilleti tavsiye ediyorlar. Ey öğretmenler, ey hocalar, talebe yetiştirenler! Size sesleniyorum! Menfi olarak değil ama müspet olarak insanları var etmeye çalışın, insanların kendilerine saygı ve güvenlerini yıkmayın. Amelleri görmek ve beğenmek her zaman gurur ve ucup sebebi değildir. Basit bir diyalektikle çözülecek bir sorunu, niçin insanları şahsiyet ve kişilik olarak yok ederek çözüyorsunuz. Biz bu konuların detayını dergimizde çok anlaşılır bir şekilde anlattık, internetten sitemize girerek bu konuları öğrenebilirsiniz. Yani talebeleriniz de siz de bu yanlış düşünce sisteminden vazgeçin. Müspet anlamda, kişilik ve şahsiyet anlamında alabildiğine insanları var edin ve siz de var olun; eğer var olmazsanız sizin secdenizin, kulluğunuzun ne kıymeti olur.
Dünyayı sevme konusuyla alakalı da ciddi sorunumuz, daha açıkçası orta bir yolu bulmak zorunluluğumuz var. ‘Dünya sevgisi hataların başıdır.’ hadisi-i şerifini yanlış yorumlayıp dünyayı hepten kâfirlere terk ettik, başımıza gelenlere bak! Koca bir İslam âlemi kâfirlerin sadakasına, acımasına, insafına muhtaç hale geldi. Peki, İslam böyle olabilir mi? En son ve en mükemmel bir din böyle aciz ve zavallı bir konuma düşebilir mi? Düşmedi, biz düşürdük! Hemen toparlanmalıyız, zira üzerimizde bu güzel dinin ağır vebali var. Evet, dünyayı sadece bir kötülük yurdu gibi görüp hepten atmak isteyen, dünyayı sevmiyorum diyenlere ‘Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma…’ (Kasas, 28/77) ayetini ve ‘Rabbim! Bana dünyada iyilik ver ahirette de iyilik ver.’ (Bakara, 2/201) diyen Hz. İbrahim’in (a.s.) beş vakit namazlarda tekrar ettiğimiz duasını hatırlatırım.” diyor.
Her şeyden önce yine Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle “Varlığını, kişiliğini, kimliğini koruyarak iyi olmak ‘İslam ahlakı’dır.” Varlığını, kişiliğini kimliğini korumak ne demek? Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmemiş olanlarda bu konu, yani aslında “ahlak” ne oturmuş ne de sıfatlaşmıştır.
Bu öyle muhkem bir konudur ki, insanı riyadan da taassuptan da alıkoyar. “Kişiliği oturmamış” dedikleri şeyi aslında “nefsini tanımayan” olarak yorumlamakta bir beis görmüyoruz. Kibrini, riyasını, zilletini layıkıyla fark edememek en büyük handikap… Sultan II. Abdülhamid Han hata yapmayı kabul etmezdi. Nedenine gelince iki şeye bağlardı. Biri cehalet diğeri ihmal… İkisi de kabul edilemez derdi. Hatta bunları bilmekle kendini yüceltmek de kabul edilemez. Çünkü hakikatin hepimizi kuşatan tınısı, onun kaynağının biz olmadığını, herkesin ona tabi olmakla kendine yarar sağlayacağını ama buradan sadece bizden menkul bir yüceltme alanı uyduramayacağımızı da gösterir. Ucubu hep amellerini beğenmek olarak tanımlarlar. Oysa Allah’ın rızasını kazandıracak iyi ve doğru ameller hep beğenilmeli, teşvik edilmeli ve tekrar tekrar yapılmalı. Yani aslında ucub göstermek, amelini beğenmek değil, ameliyle kendine icazet vermektir. Aradaki farkı iyi anlamak lazım.
Güncel kodlar sorunu önemlidir. Günümüz insanına anlaşılır bir dille “nefis gerçeği” anlatılırsa insanın kendini tanımasına dair doğru yol almak mümkündür. Karşı dağları ben yarattım havasındaki “Ben neslinin” modern ahlaksızlıkları aslında insan türünün kadim bir sorunudur. Bu durum kibir ve riya için geçerli olduğu gibi, insanın kendini müstağni kılma şekillerinden bir olan ucub için de geçerlidir. Şimdi Şenel İlhan Beyefendi’nin dilinden ucub kavramını gözden geçirelim:
“Ucub; Allah Teâlâ’nın insana verdiği güzellikleri ve büyüklükleri, Allah’ı (c.c.) dışlayarak sahiplenmek ve egosuna mâl etmektir. Ucub; yapıp ettiklerini yalnız kendine bağlamak, Allah’ın yardımıyla yaptığını unutmak, Allah’tan ayrı yaptığını düşünerek, kendini Allah’tan (c.c.) müstağni görerek amelini beğenmektir. Kendinde hiçbir zaman Allah’a (c.c.) nispetle bir varlık görmeyen insanlarda bu hal olmaz. Allah’ın yanında, Allah’a rağmen kendinde bir varlık, bir güç, bir kuvvet görme ihtiyacı aslında bir kişilik ve şahsiyet sorunudur. Şahsiyetli insanlar hem kendi gözlerinde hem insanların gözlerinde büyümek için Allah’ı dışlayarak büyümek gibi ucuz bir yola tevessül etmezler.
Ucub; yaptığı iyi iş ve amellerine ve ibadetlerine kendince kabul edilmiş icazeti vermek, Allah’tan bu sebeple hak talep etmektir. Mesela, “Allah’ım! Senin için yıllardır amel, ibadet yapıyorum; hâlâ fakirim, hâlâ hastayım…” demek. Bu tariflerden anlaşılan ve altı çizilmesi gereken en önemli ifade şudur: Ucuba neden olan duygu kişinin kendini Allah’tan müstağni sanarak, böyle bir psikolojiyle “Ben yaptım, ben ettim, benim malım, benim aklım, benim gücüm, benim amelim, benim ibadetim…” demesi ve Allah’ın tüm yardımlarını görmezden gelerek boş bir gurur ve kibirle işlerini ve eylemlerini yalnız kendine mâl etmesi ve kendine bir bakıma tanrılık vasfı yakıştırmasıdır.
Ucubun Nedenleri
Enaniyet, bencillik, sevgisizlik, cahillik, gaflet, gurur, kibir, ahmaklık, muhakeme bozukluğu, adaletsizlik, kendi gözündeki küçüklüğünü kamuflaj gibi, ucubun birçok nedeni vardır. Dikkat edilmesi gereken önemli mevzu, ucubun soyut, subjektif alanlarda devreye girmesidir. Zira subjektif alanda insanın kendini kandırması, olayları kendi lehine tevil etmesi kolay olur. Bu kaygan alanda benlik duygusu, enaniyet de devreye girince insanın objektifliği hepten gider; süper zekâ bile olsa aptal durumuna düşer ve bir sürü hatalar yapar. Ucuba düşen insanlar, kendi amellerini değerlendirirken de karşısındakinin amelini değerlendirirken de adaletsizdir. Bu tutumları onları kendi hatalarını, eksikliklerini ve acizliklerini görmemeye, amel ve ibadetleriyle böbürlenmeye, kaçınılmaz olarak da ucuba sevk eder.
Ucuba Yakalanma İhtimali Yüksek Olan Kesim Kimlerdir?
Menfî anlamdaki benlik ve varlık duygusundan kaynaklanan ucub, şeytanın hastalığıdır. Âlimlerin, hizmet edenlerin, amel ibadeti çok olanların bu hastalığa daha dikkat etmesi gerekir. Özellikle İslam’ın zahirine dikkat ederek yaşayan, sorumluluk duygusu yüksek ama sevgi ve muhabbet tarafı az olan insanlar ucuba karşı daha müteyakkız olmalıdırlar. İbadetlerin mekanik olarak yapılması, kişileri kibre ve ucuba kolay iter. İbadetlerde sevgi ve muhabbeti öncelemeyen, ahlak ilmine ve bunun inceliklerine önem vermeyen ama zahiri ilmi çok olan kişilerin ucub ve kibre yakalanmaları kolay hatta kaçınılmazdır. Bu tür kişilerin daha dikkatli olmaları, sohbet ederken kendilerini kurtulmuş görerek sohbet etmemeleri, nasihatler ederken kendi nefslerini de muhatap almaları gerekir. Ucubun zararlarına gelince; ucub, adamı kibir sahibi yapar. Kibir de sevgisiz yapar. Sevgisizlik benciliği, bencillik ucubu doğurur ve böyle gider. Sevgisizlik bütün kalp marazlarının köküdür. Sevgiyi elde etmek için çalışmak birinci öncelik olmalıdır. Ucub sahibi kişi günahlarından rahatsızlık duymaz. Günahlarını hatırlamaz, araştırmaz. Onları araştırmaya kendisini mecbur hissetmez. Günahlarından hatırladığı kısımları ise küçük görür, tevbe ve telafisine çalışmaz. Allah’ın (c.c.) rahmetine güveni fazladır. Hep bağışlandığını zanneder! İbadet ve amellerini ise aksine büyük ve yeterli görür. Amelleriyle Allah’ı -hâşâ- minnet altına sokan bir psikolojiye girer. “Verdiğini çok bularak başa kakma.” (Müddessir,74/6) ayeti bu duruma örnektir. Katâde (r.a.) bu ayetin tefsirini yaparken “Amelinle minnet etme!” demiştir. Allah’ın (c.c.), bu ibadetleri yapması hususundaki yardımlarını görmezden gelir. Veya bir iki küçük amel ve ibadetle kendini kurtulmuşlar içinde görür. Kendini yeterli gördüğü veya amellerini beğendiği için amellerinde ihlâs var mı düşünmez. Ucuba, kibre, riyaya düşebilme risklerini hesaba katmaz. Bu konuda başkaları ile istişaresi de olmaz çünkü onlara ihtiyaç hissetmez. Ucub sahibinin Allah ile olan ilişkilerinde de ciddi problemler vardır. İbadetleri yalnız kendi gücü, kuvveti ve ilmi ile yapmış gibi bir duygu içinde olduğu için şükrü az olur. Tövbeyi unutur, nasihat dinlemez, kendisine kurtulmuş, amellerine de kabul olmuş onayını verir. Bu konu ancak Rabbimizin bilgisinde olan bir şeydir. Muhasebe yapmaz, hatasını fark etmez. Çevresine karşı şımarık ve de kibirli olur. Tevazusunu kaybeder. Dolayısıyla insan ilişkilerinde de sağlıklı bir diyalogu yakalayamaz.
Ucubun Çaresi
Ucubun kaynağı bencillik, daha da özü dürüst olmamaktır. Resulullah Efendimiz’in (s.a.v.) Hûd suresindeki “… Emir olunduğun gibi dosdoğru ol…” ayeti beni ihtiyarlattı, demesi bu anlamları ifade eder… O zaman ucubun birinci derecede çaresi dürüstlüktür. Değerleri takdir ederken insan dürüst olmalı, hakkaniyet ve adalet ölçülerini elden bırakmamalıdır. Kendi yapıp ettiklerini kıymetlendirip değerlendirirken de başkalarının amellerini, yapıp ettiklerini değerlendirirken de ben akıllıyım deyip kendi aklını referans ve ölçü almamalıdır. Şeytan, Hazreti Adem’i değerlendirirken öyle yaptı. Kibirli insanların ölçüsü kendileridir. Bu çok yanlıştır. Bu değerleri değerlendirirken akılcı ol. Bu ne demek? Bir değerin kıymet ölçüsü veya doğruluk ölçüsü ne ise ona göre değerlendir. Mesela bu bir dinî bilgiyse dinî referanslara göre değerlendir. Yani, doğruluğunu Kur’an’a, hadislere, nass’lara onaylat. Dünyevi bir bilgiyse bilimsel kıstaslara göre onun doğruluğunu test et. Aklını böyle kullanmayan adamın ben akıllıyım demesi onu akıllı etmez. Bu, kişilerde kibir oluşturur. Buna bedevi kibri denir. Şeytan da böyleydi. Şeytanı Hz. Adem’e karşı saygı göstermek ve eğilmekten men eden şey ucubu ve olayları kendinde bir varlık görerek değerlendirmesiydi. Şeytan niye böyle aptal duruma düştü? Ucubu, kendini beğenmesi, kibri onu dürüstlükten uzaklaştırdı da ondan. Zira bu alan yukarıda da değindiğimiz gibi soyut, subjektif, sisli puslu bir alandır. Bu alanda insanların kendilerini kandırmaları, olayları kendi lehlerine tevil yapmaları kolay olur. Ucuba düşmemek için dürüstlükten ve adaletten ayrılmayacağız. Bir de sevgisizlerde ucub kolay gelişir. İçe dönük kompleksli adamlarda sevgisizlik, sevgisiz adamlarda da ucub kaçınılmaz olur. Sevgi dolu olmak, sosyalleşmek hem ucubun hem de mutlu olmanın ilacıdır. Kendi dünyasında ucublu adam aynı zamanda kompleksli adamdır. Sosyal olan kişi mutlu olur. Ucublu kişi egosantrik, bencil bir kişidir. Kendi benliği için, kendini kurtarmak için çalışan, Ümmet-i Muhammed’e sevgi, şefkat duymayan kişiler ucubdan kurtulamazlar.”
Evet, hiç kimse vazgeçilmez değildir. Ve bâkî olan Allah’tır. İnsan ancak Allah’ın ahlakıyla ahlaklanırsa kendisi kazanır. Örneğini nebevî ahlakta görebileceğimiz ahlaklarda denge konusu ise başlı başına bir mucizedir. İnsan, kendisi, ahlak uyduramaz…. Belki de riyanın da temelinde bunu fark edememek yatıyor.
Manevi büyük; insana, aşılacak yolları gösterir. En önemli kriter sevmektir. Ahiretteki makamınızı sevginiz belirler. İnsan sevdikçe güzel ahlak oluşur… Kadim kültürde “seven kurtulur” denilmesi, aşılacak yolların ancak sevgiyle aşılabileceğine işaret etmelerindendir. Sevmeyen, sevemeyen insan hastadır. Kibirlidir, haset eder, gayriihtiyari riyakârdır. Samimiyet onun için zordur. Muhabbetli değildir. Manevi aklı güdüktür. O nedenle manevi yüceltmelere, böyle bir manevi körlüğün gölgesinde olduğundan fazla anlamlar yüklenebildiği gibi, aynı körlük, nefs hastalıkları nedeniyle burnunun dibinde, başının üstünde de olsa manevi ihtişamı göremeyebilir de… Çünkü ölçüleri bozuktur, yolun çilesini de layıkıyla çekmemiştir. Olmadığı makamlarda kendisine anlam yüklenenler de böyle bir ortamın potansiyel mağdurlarıdır. İnsanlara kendini İslam diye dayatmak değil, ben de İslama tabiyim deyip, bir de doğru anlayıp anlamadığına bakmak lazım. Çünkü ilkelerin üstünlüğü her şeyi bağlayan bir hakikat… Günümüzde dinamik bir şekilde insan ilişkilerinde doğru bir yol ile neyi nasıl temsil ettiğine iyi bakmak lazım. Temsil becerisi, kalp kırmadan gönül yıkmadan yol almak çok önemli… Hakikat, anlaşılmaz bir şey değil ki, yeter ki sen doğru anla, anlat ve yaşa… Ama riya da taassup da hep göze batan, “sırıtan” şeyler… Kitabın ortasından konuşmak her şeyi çözmüyor, biraz da kalender meşrep olmak lazım…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir