(Bu yazı gerçek bir olaydan esinlenerek hikâyeleştirilmiştir.)
Gün ışımaya başlamış, on üç saattir devam eden yolculuktan yorulup uyuklayan yolcular teker teker gözlerini açmaya başlarken mahmurluk ve bıkkınlık kara bulutlar gibi üzerlerine çökmüştü. Beyaz tenli, yeşil gözlü, kumral saçlı gencin gözlerinde genel duruma ek, gitmekle kalmak arasında kalmışlığın can sıkıcılığı vardı. Bu ruh haliyle başını hafiften kaldırınca ikaz düğmesini gördü. Şuursuzca bastı. Bir hareketlenme olmayınca bir kez daha bastı. Nihayet otobüsün ön tarafından rahatsız edildiği için canı sıkılmış olsa da bunu bastırmayı başaran toy muavin, otuz sekiz koltuk numaralı yolcunun yanına gelip en kibar tavırlarıyla “Buyurun.” dedi. Yolcu “Su” dedi. Muavin anlayamamış gibi bakınca yineledi “Su”. Muavin başını “Tamam” manasında sallayıp yarım kalan uykusuna kavuşmak için hızlıca suyu getirip “Buyurun.” dedi. Yolcu içerken muavin “Başka bir arzunuz?” Yolcu bir dikişte içtiği suyun boş bardağını gösterip “Bir daha” dedi. Muavin tekrardan doldurunca yolcu “Teşekkürler, başka bir isteğim yok.” dedi. Muavin sevgilisine kavuşacak âşık neşesi içinde koltuğuna doğru yürüdü.
Sabah namazından sonra Ali Paşa Camii’nin yanındaki küçük çay ocağının müşterileri sokağa taşmıştı. Fırından yeni çıkan yağlıların, yoğurtmaçların ve çöreklerin kokusunun kapladığı havada müşteriler muhabbetle kahvaltılarını yapıyordu. Şen şakrak karakteri ilk bakışta yüzünden okunan orta boylu, saçı sakalı beyazlamış adam “Heri çayları yenile Hızır.” dedi. Hızır hafif tebessüm ile “Az bekle Nuri amca.” dedi. Nuri “Heri, Deli Hızır kemiklerini kırdıracan şimdi.” dedi. Çaylarının demini dolduran Hızır “Benim Nuri amcam, seni seviyorum.” dedi. Nuri başını sağa sola sallayıp “Ulan Tokat’ın nerede delisi var beni bulur, takılır. Getir getir çayları, yoğurtmaçlar boğazımıza takıldı.” dedi. Hızır çayları masaya bırakırken “Mustafa amca sen niye böyle hüzünlüsün?” dedi. Bir an sessizlik oldu. Nuri amca Hızır’a bakıp “Hac oğlum hac… Çok istiyordu geçen sene kura çıkmadı.” Hızır “İnşallah bu sene çıkar.” dedi. Nuri “Sen gel de Mustafa’ya anlat. Acaba Kâbe’yi görmek, Peygamberimiz’i ziyaret etmek nasip olmayacak mı, düşüncesi onu için için yakıp bitiriyor.” dedi. Mustafa arkadaşına evet manasında bakarken Nuri elini arkadaşının dizinin üstüne koyup “Dostum, Hicaz’a gitme aşkın eyü de bak sen baypass ameliyat oldun. Kendini çok üzmemen, yorulmaman gerek. Kura çıkmasa bile Cenab-ı Hak senin niyetini biliyor gidemesen bile sevabını alırsın.” Âşık gönüller maşuklarına kavuşmayınca ferahlamıyordu. Nuri’nin dostuna teselli amaçlı söylediği bu sözler, aklını yatıştırsa da yürek yangını daha da harlanarak yanmasına engel olamamıştı. Mustafa koparttığı yağlı lokması elinde “Dediğin doğru olsa da bu benim düşünüp taşınıp yaşadığım bir hal değil. İçin için yanıyorum.” dedi.
Nuri çayından bir yudum daha alıp konuyu değiştirmek istercesine “Mustafa Aslan kardeşim, Fadime kızın hafız, üstüne üstlük eşi, Ehl-i Beyt’in serdarı, büyük bir âlim, müthiş bir maneviyat ehli, akıllara durgunluk verecek kadar güzel ahlak sahibi Şenel İlhan Beyefendi’nin çıkarttığı Feyz dergisinde çalışıyor. Sana amel kapısı böyle hayırlı evlatların var. Daha ne istiyorsun?” Mustafa sevinçle “Elhamdülillah. Ben de çok şükrediyorum.” dedi. Nuri “Hem senin üç sabi sebin de ahirete göçtüler. Buluğ çağına gelmeden ölenler ana babaya şefaat edecek der eskiler. Hem böyle hayırlı evlatların var rahat ol…”
On üç saatlik yorucu yolculuk nihayet bitmişti. Zafer otobüsten indi kollarını iki yana iyice açıp gerildi. Oksijeni ciğerlerine çekip uyuşan bacaklarını açılması için salladı, başını sağa sola çevirdi. Bagajları yolculara vermek için kapağı açan muavinin etrafına çoktan kalabalık toplanmıştı. Zafer gençliğin verdiği çeviklikle hemen kenardan kaynak yapıp iki el bavulu ile bir büyük çek çek valizini alırken muavine “Öğrenci yurdunun oraya servisiniz var mı?” diye sordu. Eleman yüzüne bile bakmadan eliyle arkasını işaret ederek “Arkada servislerimiz var onlara sor.” dedi. Zafer zar zor eşyalarını yüklenip yürürken “Keşke şimdi beni karşılayan biri olsaydı bu çileyi çekmezdim.” dedi. Güç bela servis araçlarının yanına varıp siyah pantolon üzerine beyaz gömlekli koca göbeğini her an patlatacak gibi dururken, sırf iş olsun diye takılmış yamuk kravatlı adama “Öğrenci yurdunun oradan geçiyor mu?” diye sordu. Adam tıslayan bir sesle “Geçer yeğenüm.” dedi. Zafer minibüse eşyalarını aceleyle yerleştirip hemen bir sigara yaktı. O arada şoför gözden kayıp oldu. Diğer yolcularda servis aracını doldurmaya başladılar. Nihayet sinirli bir tip “Bu servis ne zaman kalkacak?” serzenişlerine başladı. Haliyle kimseden cevap gelmedi. Adam sesini yükselterek araçtan inip sağa sola adımlar atarak “Bu araç ne zaman kalkacak?” Oradaki başka bir şoför adama eliyle bir dakika işareti yapıp telefon açıp adama doğru yaklaşarak “Şimdi kalkacak beyefendi siz araca buyurun.” dedi. Gerçekten de birkaç dakika içinde o koca göbeği önde giden adam umursamazca yürüyerek geldi aracı çalıştırıp yola koyuldu. Ailenin baskısından kurtulmak için İzmir’den en uzak şehirlerden birine okul bahanesiyle gelmiş olan Zafer, cam kenarından şehrin caddelerini ve sokaklarını seyrettikçe aradığı o bohem hayatı bulamayacağı fikri ağırlık kazanıyor, morali bozuluyordu. Sonra elini havada sallayıp kendi kendine “Aman boş ver olmazsa birkaç ay sonra geri dönerim.” dedi. Zafer’in zihni bunlarla meşgul iken duran arabanın şoförü “Yurda geldük yeğenüm.” dedi. Valizleriyle ağır aksak adımlarla yurda giren Zafer dört kişilik odasına çıktı. Demir dolaplar ve ranzaları görünce içine bir bıkkınlık çöktü. Asıl amacı bir öğrenci evine çıkmaktı ama adı gibi emindi ki babası buna kesinlikle izin vermezdi. Sonra yüzünde sinsice bir gülümseme belirirken başını sağa sola sallayıp “Ama baba senin güvenlik duvarını aşacağım. Nasılsa burada evi olan arkadaşlar bulur oraya kaçamaklar yaparım.” dedi. Sonra yatağa, kendisini boşluğa bırakırcasına yatarak uzandı.
Direkt sokağa açılan kapıyı Mustafa amca anahtarıyla açıp içeri girdi. Mutfakta hazırlık yapan Fatma teyze ıslak ellerini kurulayıp antreye geçip “Hoş geldin bey, geciktin merak ettim?” dedi. Mustafa amca ağır adımlarla divanda her zaman oturduğu yere oturup “Namaz çıkışı arkadaşlarla çay ocağında yağlı ile yoğurtmaç yedik.” dedi. Hanımı eliyle mutfağı gösterip “Çay demledim, sofra hazır yine de bir şeyler atıştır.” dedi. Mustafa amca çok iştahlı olmasa da hanımını kırmamak adına yerinden doğrulurken gözüne duvardaki saat takıldı. Mustafa “Hanım, o zaman hemen atıştırayım, daha bizim Şevketlerin bahçe duvarına tamire yardıma gideceğim.” dedi. Fatma teyzenin yüzü birden asıldı, sitemkâr bir sesle “Sen emekli adamsın, üstelik de önemli bir kalp ameliyatı oldun. Kendini yormaman gerek. Başkası yardım etsin. Acaba o insanlar senin değerini biliyorlar mı?” dedi. Mustafa gülümseyip “Mutlaka bir bilen vardır.” dedi. Fatma’nın yüzü düşmüş şekilde sessizce kocasını ikna edemeyeceğini bildiğinden kahvaltısına devam etti. Mustafa hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra iş elbiselerini giyip iş aletlerini aldı. Sonra Şevketlerin evine doğru yola çıktı. Küçük metrekaresine rağmen yokun yok olduğu bakkalın sahibi Süleyman, küçük taburesinde oturmuş keyif çayı içiyordu. Mustafa’yı görünce hemen ayağa kalkıp “Gel Mustafa amca gel, otur hem ezcük dinlen hem de iki lâfın belini kıralım.” dedi. Mustafa elindeki malzeme çantasını gösterip “İşim var.” dedi. Süleyman tabureyi eliyle hafiften ileri itip ısrarcı bir dille “Çayım taze, hem de beş dakikadan bir şey kaybetmezsin.” dedi. Mustafa otururken Süleyman içeri geçip hemen tavşankanı çayı getirip “Afiyet olsun.” diyerek ters çevrilmiş boş kolinin üzerine bıraktı. Mustafa şekeri karıştırırken “İşler nasıl?” dedi. Süleyman “Üniversite açıldı talebeler gelmeye başladı. Biraz daha hızlanır.” dedi. Mustafa gülümseyerek “Desene bu yıl bir daire daha alırsın.” dedi. Süleyman’ın yüzünde güller açarak “Nasip” dedikten sonra biraz duraksayıp “Aslında… İstesen sen de her sene bir daire alırsın.” dedi. Mustafa amca “Nasıl?” dercesine göz kırptı. Süleyman parlayan gözlerle “Benim çevrem geniş, seni de herkes seviyor, güveniyor, her iş elinden geliyor. Boya, badana, tadilat işleri yapsak paraya para demeyiz. Lakin sen nedense çoğu zaman hakkın yarısını alıyor ya da hiç almıyor, hayrına iş yapıyorsun.” dedi. Mustafa elindeki boş bardağı bırakıp “Ben dünyalık yapacağımı yaptım, yaşayacağımı yaşadım. Ümmetin işi görülsün. Eee, bi Allah razı olsun diyen olursa ne âlâ, olmaz ise o da hoş. Yolcu yolunda lazım. Çay için teşekkürler Allah’a emanet.” dedi ve kalkıp yola viran oldu. Süleyman arkasından bakıp “Ah ah, yine her zamanki gibi bir Allah razı olsuna işi bitirip eve geri döneceksin.” dedi.
İKİ AY SONRA
Zafer ilk başta alışmakta zorluk çektiği, ümitlerini kaybettiği bu şehirde zamanla çevre edinip batakhanelerin yerini belledikçe “Tam yerine gelmişim.” demeye başladı. Oğuz, Hakan ve Cemil Rıza takılmayı en çok sevdiği adamlarıydı. En büyük özellikleriyse evde kalıyor olmalarıydı. Yine bir cumartesi akşamı derme çatma eşyaların bulunduğu evin bir köşesinde sızıp kalmışlardı. Gece hafif hafif başlayan yağmur iyice şiddetini arttırmış insanları evine hapsetmişti. Ama dört kafadarın bunların hiçbirinden haberi yoktu. Nihayet Oğuz’un yüzüne çatıdan damlayan yağmura kadar. Oğuz önce yüzündeki ıslaklığı silip küçük çipil çipil gözlerini açmadan kendisine su şakası yaptığını zannettiği arkadaşlarına küfretti. Ama damlalar gelmeye devam ettikçe elini sağa sola sürdü ıslaklık geldi. Zar zor gözlerini açınca etrafında kimseler olmadığı fark etti. Başını kaldırınca tavandan gelen damla gözüne düştü. Telaşla söylenerek kalkıp “Eski konakta kalırsan olacak olan budur. Her yerinden bir patlak çatlak çıkar.” Kova getirip akan yere koydu. Onun bu gürültüsüne Hakan gelip “Ne oluyor birader?” dedi. Oğuz cırtlak sesiyle “Ne olacak? Tavan akıyor.” dedi. Zafer gürültüye gözlerini ovuşturarak uyanırken bir yandan da “Of… Başım çatlarcasına ağrıyor.” dedi. Oğuz ile Hakan sinirli sinirli bakınca Zafer “Ne oldu lan? Ne bu öfke bu asabiyet?” Hakan önündeki kovayı gösterip “Damımız akıyor küçük bey!” dedi. Zafer elini sallayıp “Dert ettiğiniz bu mu oğlum? Zaten fî tarihinden kalma bir ev. Modern, sağlam başka bir daireye çıkarız.” dedi. Hakan “Ooo, beyzademiz senin tuzun kuru, anan baban çalışıyor. Benim babam sattığı sütün, domatesin parasıyla beni okutuyor. Sizin klasınıza uymasa da biz Tokat’ta burasından daha ucuz ev bulamayız.” dedi. Konuşmaları, sırtını duvara yaslayıp ellerini öne doğru fırlayan göbeğinin üstünde bağlayıp amir gibi tavrıyla dinleyen Cemil Rıza ağzından ağır ağır dökülen kelimelerle “Dert etmeyin bakkal Süleyman’a söyleriz o bize ucuza bir usta bulur. Telaşa gerek yok.” dedi. Oğuz, Hakan’a bakıp “Kanka, birisi ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, biri gamsızların kralı, daha ne bekliyorsun?” dedi. Cemil Rıza kollarını yana açıp “Birader telaşın ne sana ne de bize faydası var. Germe gerilme.” dedi. Hakan elini sallayıp “Oğlum rahat ol demek kolay, tadilat bir ton para, nereden bulup vereceğiz?” Zafer “Kiradan düşersiniz.” Oğuz burnundan soluyarak “Adam Almancı, hayrına üç kuruşa bize kiraya vermiş, ancak tatile gelince söyleyip yaptırırız.” Cemil Rıza üstüne yağmurluğunu alıp kapıya doğru yönelirken “Ben şimdi bakkal Süleyman’a gidiyorum. O mutlaka şipşak çözüm bulur.” dedi dışarı çıktı. Oğuz ise avazı çıktığınca bağırdı “Yumurta ile sucuk al…” Cemil Rıza sırtı dönükken tamam manasında elini kaldırdı. Fazla ıslanmamak için saçak altlarından koşarak bakkala vardı. Yine de ıslanan saçlarını eliyle kurularken Süleyman bu havada gelen müşteriyi görünce çok sevindi. Hemen ayağa kalkıp “Hoş geldin gamsız.” dedi. Cemil Rıza “Hoş bulduk Süleyman abi.” dedi. Süleyman “Ne vereyim?” Cemil Rıza “Abi bize varsa tanıdık iyi bir çatı ustası lazım. Bizim dam akıyor.” Süleyman’ın yüzünü birden kara bulutlar kapladı. “Ben de bir şey alacaksın zannettim. Bu havada ne ustası, kim gelir?” Cemil Rıza “Abi tamam alışveriş de yapacağım ama valla bütün yağmur başımızdan aşağıya indi. Senin tanımadığın adam yoktur. Bir zorla bakalım.” Övgüler Süleyman’ın hoşuna gitti, elini çenesine koyup şöyle bir düşündü “Tamam size usta bulurum ama yüz kâğıdınızı alırım. Siz adamla para işini konuşmayın. Kapiş.” Cemil Rıza “Abi biz talebe adamız, sen yüz kâğıt diyorsun.” “Oğlum hepsi o kadar, usta sizden para almayacak.” Cemil Rıza “O nasıl olacak?” Süleyman “Orası bende. Ben ustayla görüşür, seni çaldırıp kapatırım geri ararsın.” Cemil Rıza “Tamam abi o zaman sen bana yumurta ile sucuk ver.” dedi. Beleş paranın kokusunu alan Süleyman zevkle siparişleri hazırladı. Cemil Rıza parayı verip “Abi senden haber bekliyorum.” dedi. Yine aynı şekilde koşarak eve döndü. Süleyman hemen telefona sarılıp Mustafa amcayı aradı, çalan telefon geç olsa da açıldı. Süleyman nefes bile almadan “Mustafa amca bizim burada talebelerin kaldığı eski konağın çatısı akıyormuş. Benden rica ettiler bir usta bulabilir misin diye, aklıma sen geldin. Ne dersin hava açınca bir bakar mısın?” Mustafa usta “Tamam oğlum sakin ol. Hava açsın hafif güneş görsün bakarız.” dedi. Süleyman “Ama bunlar talebe hani fazla paraları yok. Hayrına olur mu?” Mustafa “Dert etmesinler oğlum.” dedi. Süleyman’ın gözleri gülüyordu “Allah razı olsun amcam. Nasıl hayır duası alacaksın biliyor musun?” dedi, telefonu kapattı. Hemen Cemil Rıza’nın telefonunu çaldırıp kapattı. Birkaç dakika sonra Cemil geri arayınca Süleyman “Oğlum yüz liramı hazırlayın. Mustafa ustam hava açınca gelecek, vereceğim telefonu arayın. He bir de kesinlikle para konuşmayın.” dedi. Cemil Rıza konuşmayı bitirince “Ulan bu bakkal elinden gelse yoldan geçenden para alacak, ne çıkarcı herif.” dedi. Sonra vakit geçirmeden Süleyman’ın verdiği numarayı aradı. Uzun uzun çalan telefonu tam Cemil kapatacakken telefon açıldı. Cemil Rıza “Mustafa amca.” Mustafa “Evet.” Cemil Rıza “Numaranızı bakkal abiden aldık. Bizim çatıdan oluk oluk yağmur içeri akıyor. Hava açınca gelip bakar mısınız?” Mustafa “Siz şu talebe çocuklar mısınız?” Cemil Rıza “Aynen.” Mustafa “Hava biraz açsın gelir bakarım.” Cemil Rıza “Amca sizi bekliyoruz. Süleyman abiden on bina aşağıdaki eski ev.” Mustafa “Tamam evladım.” dedi.
Vakit öğleyi aşıp ikindiye yaklaşırken bulutlar dağıldı. Güneş hafiften kendisini gösterince Mustafa iş elbiselerini giyip malzeme çantasını alıp yola koyuldu. Her zamankinden daha hızlı yürüyordu, vakit dar, iş acildi. Nihayet eve vardı. Büyük dış kapıyı açıp avluya girdi. Başını kaldırıp şöyle bir eve baktı. İki katlı, yüksek tavanlı koca bir çınar gibi duran ev kalabalık aileleri bağrında barındırırken şimdi terk edilmişliğin mahzunluğunu yaşıyordu. Dış kapının açıldığını gören Cemil hemen aşağıya indi. Cemil Rıza “Hoş geldiniz Mustafa amca.” dedi. Mustafa “Hoş bulduk. Hadi hemen yolu göster, yağmur tekrar başlamadan bu işi halledelim.” dedi. Beraber çatıya çıktılar. Mustafa ıslak zeminde kayıp düşmemek için daha bir dikkatli davranıyordu. Kırık kiremitleri tespit edip “Evlat aşağıda saat kulesinin orada nalbur İlyas var. Oradan on beş kadar kiremit alın, şimdilik olayı halledelim sonra tümden elden geçirmek gerekir.” dedi. Bu arada ikindi ezanı okunmaya başladı. Beraber tekrar aşağıya indiler. Cemil Rıza, Oğuz’u nalbura gönderdi. Mustafa amca “Evlat bana bir seccade serin arkadaşınız gelene kadar namazı eda edeyim.” dedi. Gençler birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Hakan “Amca şu an seccademiz yok ama temiz çarşaf var. Ben onu sereyim namazı kılarsın.” dedi ve hemen küçük odaya geçip serdi. Mustafa namazı kılarken Cemil Rıza çay demledi. Antrede oturan gençler Mustafa amca gelince toplanıp başköşeye buyur ettiler. Hakan hemen çayları getirdi. Mustafa şöyle bir gençleri süzüp “Eee gençler memleketler neresi?” Hakan “Kars”, Zafer “İzmir.”, Cemil Rıza “Sivaslıyım, bir de Oğuz arkadaş var o da Antepli.” dedi. Mustafa “Maşallah… Her biriniz memleketin bir yerinden gelmişsiniz. İyice okuyup vatana millete faydalı olun, emekleriniz zayi olmasın.” dedi. Cemil Rıza yine tane tane “Bakkal Süleyman abi sizi öve öve bitiremedi. Cömerttir, yardım severdir. Tanıyan herkes sever sayar diye bahsetti.” Mustafa şöyle bir durdu, gözlerini camdan dışarı doğru dikip “Eee, bu dünyanın bir de öbür tarafı var. Ne kadar hayır duası alırsak kârdır.” Bu arada köşede konuşmalardan hoşlanmadığı belli olan Zafer söze bodoslamadan dalıp “Ya bırak öbür tarafı amca! Sen buranın tadını çıkar. Bak, daha bilim tanrının varlığını ispatlayamadı.” dedi. Bir an ortam buz kesti. Kim ne diyeceğini bilemedi. Mustafa amca ise istifini bozmadan acıyan gözlerle bakarken çayından bir yudum daha çekip “Evlat, şimdi ben sizin gibi süslü kelimelerle alengirli cümleler kuramam.” dedikten sonra simasındaki nur daha da arttı. Muhabbetle bakan gözlerle sanki uzaklarda bir yeri seyredercesine sözlerine devam etti “Cennet, benim her gün hayallerimi süsülüyor. Allah (c.c.) cemalini orada göreceğiz, Allah Resulü orada, sahabiler, tâbiin, evliyalar ve cennet nimetlerini düşündükçe içim eriyor. Onlara kavuşma hayali bana güç veriyor. Bu dünyada yaptığım zerrenin boşa gitmediğini biliyorum. Ha senin dediklerine gelince şunu iyi biliyorum, yeryüzünde şeytanın varlığını inkâr eden kimse yok.” dedi. Zafer elini açıp konuyu yine şeytana bağladın dercesine “Eee” dedi. Mustafa “ Eeesi şu evlat; şeytan bile ateist değildi, yani O’nun varlığını inkâr etmedi. Ama emrine karşı geldi. Senin anlayacağın dilde, kendi varlığını yani egosunu Allah’a dayatıp kaybetti. Ben şimdi bakıyorum da Allah, ahiret yok diyenlerin çoğu rahat rahat günah işlemek için bu inkâr yoluna ya direkt ya da dolaylı olarak başvuruyorlar. Allah hidayet versin.” dedi. Cemil Rıza ortamı yumuşatmak için “Bir de amca aileden görmeyen cahil kardeşlerimiz var.” deyince Zafer sesini yükselterek “Amca bunca yıllık insanlık tarihinde öbür tarafa gidip de gelen var mı?” dedi.
Devamı Gelecek Ay