Bu Coğrafyaya Hâkim Olan Dünyaya Hâkim Olur / İstanbul Milletvekili Metin Külünk

gonul-25-metin-kulunkHİÇBİR ZAMAN KOLAYLIKLARI DÜŞÜNEREK YÜRÜMEDİM
Türkiye’nin nasıl bir süreçten geçtiğini düşünüyorsunuz? Vatandaşın siyasetten beklentileri açısından da bir siyasetçi olarak durumu değerlendirir misiniz?
Bir kere siyaset yapsanız da yapmasanız da sosyal yaşamla ilgili olsanız da olmasanız da görev olarak yaşadığımız coğrafyayı ve tarihi tanıyarak yola çıkmak mecburiyetindeyiz. Yaşadığımız coğrafya bir anlamda bizim sosyal psikolojimizi, siyasal duruşumuzu ve bütün bunlarla birlikte millet olarak devlet olarak duruşumuzun önemli belirleyicilerinden biridir. Coğrafya aslında bir anlamda milletlerin ve devletlerin kaderidir. Coğrafyanın iklimi, coğrafyanın sahip olduğu kaynaklar, coğrafyanın diğer coğrafyalarla geçişkenliği, aslında milletin ve devletin kaderinin belirlenmesindeki kilit taşıdır. Biz nasıl bir coğrafyada yaşıyoruz? Üç tarafı denizlerle çevrili, üç kıtanın kesişme noktası, medeniyetlerin ana rahmi ticaret yollarının geçiş güzergâhı, 20. ve 21. yüzyılın güç mücadelesinin sebebi olan enerjinin ana rahmi ve en önemlisi medeniyetler arası geçişkenliğin ve de medeniyetler arası mücadelenin ana vatanı. Böyle bir coğrafyada bir tarafımız at sırtında, bir tarafımız gönül dergâhında Horasan’dan, Semerkand’dan, Buhara’dan koşmuşuz Anadolu’ya gelmişiz. Anadolu’ya gelmekle kalmamışız, Hint Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na kadar insan insana, muhabbet muhabbete uzanmışız. Bu beraberinde bir askerî güce dönüşmüş, beraberinde altı asır dünyanın egemen merkez sistemini inşa etmiş… Sonra ne olmuş? Her medeniyet doğar, büyür ve ölür. Her canlının yaşadığı bizim de başımıza gelmiş. Geri çekilmek zorunda kalmışız; geri çekildiğimiz yer neresi? Ana rahmi, Anadolu. Böyle bir coğrafyada yaşıyor olmak demek çileyi, sıkıntıyı, meşakkati, zorluğu, hepsini “bal etmek” demektir.

SİYASET YAPMAK DÜNYADAKİ ZULME KARŞI ‘KÜRESEL ADALET’ DEMENİN ADIDIR
Bir kere toplumun bu anlamda önemli ölçüde farkında olması gereken bir gerçeği içselleştirmemiz gerekiyor. O da bu gerçektir, her konuşmamda bunu söylüyorum: Bu coğrafyada devlet ve millet olmak, medeniyet inşa etmek hiçbir şekilde kolay olmamıştır, olmuyor ve olmayacaktır da. Hem Anadolu gibi bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir coğrafyada millet ve devlet olacaksın hem de hiç sıkıntısız yaşayacaksın! Zaten bu ülkenin büyüklüğü de bütün bu zorlukları aşarak başarılar elde etmesinden kaynaklanıyor. Onun için hayatımda hiçbir zaman kolaylıkları düşünerek yürümüş bir insan değilim. Bunun doğru olduğuna da inanmıyorum. Onun için bütün zorlukları panik yapmadan telaşa düşmeden tebessüm ile karşılıyorum. Çünkü temel bir doğru var; bir kere bir medeniyet mücadelesi var. Tarihi belgeleri okuyoruz; Osmanlı zayıflayıp Anadolu’ya geri çekilmek zorunda kaldığında İngiliz belgelerinde iki şey dikkatimi çekti: Birincisi, mutlak surette Araplar Osmanlı’dan koparılmalıdır, ikincisi asla ve kat’a Türkler Avrupa’nın parçası değildir, Avrupa toprağında dahi olmamalıdır. Bize reva gördükleri yer işte Anadolu’da böyle küçücük bir yer. Şimdi egemen dünya sisteminin bu büyük mücadelede bu millete biçtiği rol bu iken, biz, biz olacağız derken, kendi değerlerimiz doğrultusunda bir medeniyet inşa etme yolunda yürürken, bizi alkışlamalarını mı bekliyoruz!.. Bize, efendim siz ne kadar iyi yaptınız demelerini mi bekliyoruz! Sanki şöyle bir algı var. Bütün bu sıkıntılar nerden çıktı? Eğer bu sıkıntılar varsa Türkiye doğru yolda gidiyor demektir, Türkiye kendi hedeflerini belirliyor demektir. Türkiye kendi hedeflerini belirleyip tarif edilen parantezlerin arasında sıkışıp kalmadığı için büyük bir mücadeleyi tercih etmiş durumda. O nedenle siyaset bütün bunları fark etmenin adıdır aslında. Politik kimliğim, milletvekili oluşum; insanlara hizmetle meşgul oluyoruz. Bunların hepsi saygı değer ama onun ötesinde bizim bir değerler mücadelemiz var. “Küresel adalet” diyoruz… Batı medeniyetinin temessül etmiş halinin insanlığa nasıl zulmettiğini, açlığı, talanı, yoksulluğu, susuzluğu, sağlıksız bir yaşamı insanlara kader olarak nasıl dayattığını, buna karşılık bir kişiye 10 bin pulun 10 bin kişiye bir pulun düştüğü bir dünya sistemi inşa ettiklerini… Siyaset yapmak bunlara karşı “küresel adalet” demenin adıdır. Bütün bunları başarabilmenin yolu tabi ki öncelikle evimizin içinde güçlü olmaktır. Evimizin içinde güçlü olmak bireyin mutluluğu, bireyin özgürlüğü, bireyin gönlünün el verdiğince yaşayabiliyor olması, toplumsal refah, toplumsal huzur, toplumsal barış… Bütün bunlarla birlikte milletin bir medeniyet anlayışı içerisinde topluma karşı sorumluluklarını, kendine karşı sorumluluklarını fark edişi. Fark edişin içerisinde ekonomik refahının paylaşım ve dayanışmayı esas alacak şekilde güçlü olması var. Beri taraftan bu gücün bir devlet gücüne dönüşerek bu devlet gücünün bir büyük iddianın hizmetkârı olabilmesi, nedir bu iddia? Nijer’deki aç çocukların imdadına koşabilmek, Somali’deki yoksulların imdadına koşabilmek… Kendi içinde de kapısına erzak götürecek adam kalmayacak kadar başarılı olmak. Bizim verdiğimiz mücadele budur. Bunun için bu mücadelenin içerisindeyiz. Derdimiz, ızdırabımız bu mücadelede başarılı olmak. Bütün bunların hepsinin nihai noktada bize hizmet edeceği tek yer: Azrail’e tebessüm ederek hoş geldin diyebiliyorsak bütün uğraştıklarımızın anlamı var. Eğer Azrail’e tebessüm ederek hoş geldin diyecek bir noktaya hizmetkâr değilse makam da boş, mevki de boş.

İNSANA HİZMET ETMEK ALLAH’A İBADET ETMEKTİR
Dolayısıyla bu anlam dünyasının farkında olan vatandaşların beklediği hizmetler bizim için önemli diyorsunuz bir bakıma…
Kesinlikle, çünkü insana hizmet etmek Allah’a ibadet etmektir. Bu tekil anlamlı. Yani nedir insana hizmet etmek? Biz aslında ilgi ve alaka medeniyetinin insanlarıyız. Oku, alaka göster, “alâk” aslında alakanın özüdür. Alaka göstermektir, ilgi göstermektir, temas kurmaktır; biz yaşadığımız topluma, çevreye karşı ilgisiz ve alakasız olamayız. Elinle, dilinle, hiçbir şey gelmiyorsa buğz ederek yanlışı düzeltmek için mücadele etmek demek ne demektir… Siyasetin de özü budur. Tekil anlamda insanların hizmetkârı olmak ama makro ölçekte bir iddianın mensubu olmak, küresel adalet, küresel barış mücadelesinin insanı olmak. Küresel adalet ve küresel barış mücadelesinin yolu; önce yaşadığın topraklarda bu anlamda insanı mutlu, toplumu güçlü kılmak, milletine hizmetkâr bir devlet üretmek… Devlete hizmetkâr bir millet değil. İnsana hizmetkâr bir devlet üretmekle bu mümkün.

DÜNYA SİSTEMİ KAOSTAN BESLENMEKTEDİR
Geçtiğimiz süreci hem madde hem de mana yönünden değerlendirdiniz. Tabi bundan 400 yıl, 600 yıl, 1000 yıl önceden başlayan süreçte gönül birliği yaptığımız insanlar var. O zaman aynı coğrafyanın içindeydiler, bugünse yakın planda Suriye, Mısır, Irak yine yakın planda ama farklı coğrafyalarda gibiler. Ama aynı anlam dünyasına mensuplar aslında. Suriye, Mısır, Irak, Türkiye’yi değerlendirirsek Ortadoğu nereye gidiyor, siyasetçi olarak değerlendirir misiniz?
Ortadoğu aslında kendini arıyor; Irak’taki görüntüler, Suriye’deki görüntüler Lübnan’daki görüntüler…

Sosyal, psikolojik engeller var, çeldiriciler var, aşamıyorlar gibi, küresel güçler de var…
Tabi ki… Çünkü biz düştük bunu kabul edelim. Bu coğrafyanın sınırlarını biz çizmedik, bu coğrafyanın sınırlarını biz düştükten sonra, geri çekildikten sonra dünyanın denge sistemini belirleyen güçler belirledi. Onların çizdiği haritada insana yer yok, onların çizdiği haritada kaosa yer var. Çünkü dünya sistemi kaostan beslenmektedir. Kaos olacak, çatışma olacak ki silah satacaklar. Kaos olacak, çatışma olacak ki problemi olan herkes onlara muhtaç olsun, onların kapısına koşsun. Dolayısıyla bahsettiğimiz Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de olup bitenler aslında bir büyük doğum sancısı. Eğer iyi yönetilebilirse ki iyi yönetileceğinden adım gibi eminim. Allah’ın rahmeti mutlaka tecelli edecektir. Bu kaos ve dökülen kanın bir rahmete dönüşebilmesi için Müslümanların mutlak surette akılla yeniden buluşmaları gerekiyor. Yani tekrarcı bir algıdan yenileyici bir akıla dönüşmek mecburiyetindeyiz. Şu soruyu kendimize hâlâ sormayacak mıyız: Röportaj yaparken kayıt cihazı olarak kullanılan bu aletleri üreten akıl neden bu coğrafyadan çıkmadı? Bir hafta evvel umredeydim, şöyle tavafı seyrediyorum; yüz binlerce insan tavaf ediyor, kimi ağlıyor, kimi gülüyor… Peki, yüz binlerce insanın tavaf ettiği Kâbe’de fotoğraf makinelerini kim üretti, sms’i kim üretti, Google’yi kim üretti, Kâbe’nin görüntülerinin paylaşıldığı Twitter’i kim üretti, bir anda bilgiyi küreselleştiren o akıl kimin aklı? Allah’ın iradesi doğrultusunda rahmetinin tecelli ettiği akıl neden Batı’da tecelli ediyor da bizde tecelli etmiyor? Suçu Allah’a atmaya kimsenin hakkı yok. Allah adildir, Allah Rahman’dır.

AKILLA YENİDEN BULUŞMAK MECBURİYETİNDEYİZ
Allah Rahman ve adalet sahibidir, kim isterse ona verir, kullarının arasında eşitsizlik yapmaz. Ve yine baktım niye bu haldeyiz, Allah’ın evi Kâbe, dua, namaz, teheccüd… Binlerce insan teheccüdde, problem ne? Bir yerde bir şey var, bir yerde bir eksik var; benim kendi analizlerim akıl eksikliğimizdir. Oturup akılla yeniden buluşmak mecburiyetindeyiz. Çağı değiştirecek, zamanı anlamlandıracak bilgiyi biz bulmuyoruz, problem burada. Bu bilgi başka yerlerde bulunuyor, bulunan bilgi Batı’nın medeniyet perspektifinde bir eşyaya dönüşüyor, o eşya üzerinden artı değer bir güce dönüşüyor ve dönüyor Irak’taki, Suriye’deki, Lübnan’daki görüntüler ortaya çıkıyor. Bunu eğer tefekkür edip kendimizi aşmazsak Irak’taki, Suriye’deki görüntülere sadece ağlarız. Buralardan ders çıkarmamız lazım. Bu adamlar neden enerji koridorlarını çok önemsiyor? Önemsiyor, çünkü 19. yüzyılda bilgiyi sanayiye dönüştüren bu aklın, sanayinin dişlilerini döndürebilmesi için enerjiye ihtiyacı var. Enerji bizim topraklarımızda olduğu halde biz güçsüzüz, onlar gelip enerjiyi kullanıyorlar. O zaman bunun değişmesi için uzun soluklu yenilenmelere ihtiyacımız var. Biz nerelere sıkışıp kalmışız? “Seccadenin üzerindeki sivrisinek ölüsünün olduğu yerde namaz kılınır mı kılınmaz mı”dayız hâlâ! Oysa şu anda dünya fiber optik çağı yaşıyor. Suriye’yi, Mısır’ı, Irak’ı böyle okumak lazım. Eğer hadiseleri sırf hamaset üzerinden, kahrolsun sloganları üzerinden okursak bu bize bir şey kazandırmaz. O zaman bu görüntülerin değişmesinin yolu Müslümanların akıl özgürlüğüdür. Akıl özgürlüğü, keşfedici boyuttur. Niye biz keşfedemiyoruz? Bunu soralım, bakın hayatımıza, yeni zamanı tarif eden eşyayı kim bulmuş, kim üretmiş… Biz değiliz, o zaman neyi konuşuyoruz? Zamanın anlamını, zamanın ruhunu belirleyecek bilgiyi kim üretti, biz değiliz… O zaman doğal olarak güç ilişkisinde güç kime geçer, bulup keşfedene geçer. İşte Batı’nın medeniyet anlayışı insansız, haksız ve hukuksuzluğa dayandığı için bugün Allah’ın rahmetiyle tecelli eden bilgi Batı medeniyetinin elinde bir zulme, kan ve gözyaşı aracı haline dönüşüyor. O zaman bizim mutlak surette akılla yeni baştan konuşmamız gerekiyor. Ortadoğu’da ne oluyor? Ortadoğu’da II. Dünya Savaşı bitti ama I. Dünya Savaşı bitmedi. Şimdi Ortadoğu’da yeni bir yapılanma mücadelesi var ve bütün güçler Ortadoğu’da kozlarını paylaşıyor. 1916–1917 Sykes-Picot’la şekillenen coğrafya yeni bir şekillenme yolunda. 19.-20. yüzyılda olmayan güçler şimdi “Bu oyunda biz de varız ve belirleyici biz olacağız.” diyor. O zaman çatışma doğuyor ve bu çatışmanın faturasını kim ödüyor, gariban coğrafya ödüyor. Halep’teki, Humus’taki, Bağdat’taki, Erbil’deki insanımız ödüyor. Bu çatışmanın arkasında ne var? Enerji koridorlarının kontrolü var, Akdeniz’in kontrolü var. Çünkü bu coğrafyaya hâkim olan dünyaya hâkim olur. Nasıl çıkacağız bu işlerin içerisinden? Uzun soluklu düşünerek, insana ve bilgiye yatırım yaparak; zamanın aklını ve ruhunu dönüştürecek bilgiyi üretecek aklı bularak yapacağız. Kısa vadeli tedbirlerin hiçbirisi çözüm değil. Çünkü bu coğrafyada kullandığın silah sana ait değil; petrol bu coğrafyada çıkıyor ama petrol gelirleri Batı’yı zengin ediyor, bu nasıl iş? Dolayısıyla bütün bu soruların cevaplarını insan ve akıl ekseninde yeniden düşünmek zorundayız.

BİZİM MEDENİYETİMİZ AKLIN VE KALBİN KESİŞTİĞİ NOKTANIN ADIDIR
Siyasetçi olarak tasavvuftan gelen değerler sizi nasıl etkiliyor?
Biz irfan ehli olmak mecburiyetindeyiz, eğer söylediğimiz sözün karşılığı olsun istiyorsak, bunun yolu irfan sahibi olmaktan geçer. Sadece akılla bu işlerin içerisinde olmak mümkün değil. Kalpsiz bu iş olmaz, kalbin yolu da ancak Allah’ı bilmekle ve anmakla mümkündür. O da bir disiplin işidir, o da tasavvuf geleneğidir, zaten bizi farklı kılan da budur. Bizim medeniyet anlayışımız tek başına bir akıl medeniyeti değildir. Bizim medeniyetimiz, aklın ve kalbin kesiştiği noktanın adıdır. O nedenle tasavvufsuz bir Anadolu, tasavvufsuz bir Türkiye de tahayyül etmek mümkün değildir. Eğer Akşemseddin Hazretleri olmasaydı, İstanbul’un Fethi, süreci sadece akıl ile yöneten padişahın elinde kalsaydı belki de padişah vazgeçecekti… Ama mânâ ehli Akşemseddin Hazretleri “vazgeçme” dedi. İşte sır bu, komutan ve komutanın arkasındaki kalp; ikisini bir arada başarabilmenin adıdır. Siyasetçi de ikisini birlikte başarabilirse başarılı olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir