Nörobilim bağlamında irade sorununun ele alındığı “Özgürlüğün Trajedisi” kitabında Mehmet Ödemiş, “Özgür olmak, sebepler/seçenekler arasından birini seçebilmektir. Seçeneksizlik, özgürlüğün varlığını ve iradenin niteliğini sorgulamayı hak eder. Bu yüzden özgürlük, temelde seçebilme potansiyeli ile ilgilidir. Örneğin, insan yeme içme ya da cinselliğe dair dürtülerinin peşine takılıyor ve bunların kontrolüyle ilgili herhangi bir irade ortaya koymuyor/koyamıyorsa, filhakika özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. Davranış kontrolü ve değişikliği, özgür iradenin en büyük delillerindendir. İnsanın aklına her türlü düşünce gelebilmekte fakat her düşünce eyleme dönüştürülmemektedir. Zihne doluşan veya zihinde oluşan düşünceler, bir elekten geçirilir ve bazıları davranışa dönüşürken diğer bazıları sadece düşünce aşamasında kalmaktadır.” der.1
Özgürlüğün “tadını çıkarmak” hiç ahiret yani ebedi hayat yokmuş gibi düşünmek, tüm ebedi hayatı anlık zevklere berhava etmek, nedensiz, niçinsiz bir amaçsızlığı, hayatı sorgulamadan geçen bir ömrü yüceltmek, hayatı felsefesiz kılmak, hayatı sorusuz ve sorunlardan azade kılmak insanlığa ne kazandırdı, ne kaybettirdi? Ânı yaşamaktan kasıt, ânı itibarlı kılmak anlamına gelseydi, bundan çok şey kazanabilirdik… İlk aklına geleni yapıveren delilere döndük. Oysa insan neyi, nasıl yapacağını, niçin yapacağını bilsin diye “kutsallar” vardı. Bir çocuk gibi büyümeliydik. Saf ve temiz… Özgürlüğün tadını, bilmediğimiz tarafları keşfederek yürümeliydik. Hayata ve insana dair birbirimize katkı sağlamalıydık. Kendimizden başlayarak imar etmeliydik dünyayı… Özümüzün gür çıkmasıyla tescil eylemeliydik “özgürlüğümüzü.” Öyle görünüyor ki, özgürlüğün tanımına da bir sabotaj yapılmış…
“Modern dönemin bidayetinden itibaren içinden geldiği gibi yaşamak, insana gerçek özgürlük olarak sunulmuştur. Hümanist aklın ve tavrın tanrılaştırdığı bu süreçte özgürlüğün tanımı insanla birlikte hızlı bir değişim geçirmiştir. Bu niteliksel erozyona itiraz; insanın psikolojik ya da fizyolojik saiklerle ortaya çıkan güdülerinin ve arzularının peşinden gittiğinde, özgürlüğünü kaybedeceği şeklinde olmuştur. Buna göre aslında tam olarak canının istediğini yapan insan, özgür değildir, çünkü keyfî davranmak; biyolojik güdülerin ve psikolojik amillerin yönlendirmelerine göre hareket etmek demektir. Biyolojik determinizm aslında tam da budur. Modern insanın özgürlük sandığı şey; açık bir determinizm, gerçek bir yanılsama ve nefsani köleliktir.”2
Varlığı sorgulamak, insanoğlunun yaratılışıyla başlamalı. Yanlış tespitler, her insanın ömrünü etkilerken, doğru tespitler insan olma yolunda ferdî ve küllî adımlar atmamızı sağlıyor. Özgürlük, belki de hiçbir asırda bu kadar ucuzlamamıştı. İyilikten sıdkını sıyırmış bir özgürlük, edebi hayatları kötü anlamda öğüten bir kara deliğe dönmüşse, tüm yaşam felsefemizi bir kez daha gözden geçirmek kaçınılmaz görünüyor. Aksi halde bu cinnet hali, daha dünyadayken, ebedi hayattaki akıbetimizin hüsran dolu sonuçlarını davet ediyor.
“Hürriyet, insan doğasında kodlanmış, tümüyle fıtrî bir duygudur. İnsan, özgür olduğu sürece insan kalır. Ademoğlunun yaratılış nedeni, öncelikle hür oluşunda aranmalıdır. Teolojik anlamda irade, verili bir haslet olmakla birlikte hürriyet, çaba harcanmadan elde edilen bir değer değildir. Özgür irade her insanda potansiyel olarak vardır ama çok az insan onu gerçek manada işlevsel kılar. Özgürlük insan olmanın ayrılmaz bir bileşeni iken özgür iradeyi bir illüzyon olarak değerlendirenler, insanı bir amiple aynileştirdiklerinin ne kadar farkındadır? Felsefe-bilim açısından tüyler ürpertici husus, tam olarak budur.”3
“Ahirete iman” gibi bir realiteyi, akıl oyunlarının gölgesinde, zekânın kurnazlığına ve sınır tanımazlığına harcatma akılsızlığı ne yazık ki çok yaygın. O nedenle akla gelen her düşünce, eyleme geçmemeli. Bir filtrelemeden geçmeli. İyi ve kötü ayıklanmalı ve hayatın içinde, üzerinde emek harcanmış bir “değer” olarak yine kendi verdiğimiz bir “karar” şeklinde karşımıza çıkmalı ve biz de yeniden onunla yüzleşmeliyiz ki, buna “tefekkür” deniliyor. Tefekkür eylemeyen bir insanın da “olmak” gibi bir derdi olmadığı çok açık. Demek ki özgürlük de bir emek istiyor. Emeksiz bir özgürlük, kolay ulaşılan bir zevkler yığınından başka bir şey değil…
“Tüm bu değerlendirmelerden çıkan sonuç, insanın akıl ve bilinç sahibi oluşu, tercih ve seçme özgürlüğünün ve özellikle de temyiz, ayırt etme kabiliyetin üst düzeyde oluşudur. Varlığı ve bilgiyi ontolojik bir gözlükle okumak gerekirse “niçin” soruları “nasıl” sorularından daha kıymetlidir. Çünkü niçinlerde bir anlam arayışı vardır. Çünkü insan sadece biyokimya değildir. O nedenle Descartes “Düşünmek, varlık sahnesine çıkmaktır.” derken, insanın düşünerek var olduğunu anlatır. Düşünce doğru yöntemlerle icra edildiğinde, anlamı doğurur. “Anlamak”sa Heidegger’in dediği gibi gerçek anlamda “olmak”tır.4
İyilik ve güzellikle, kötülükler arasında yapılan tercihler, özgürlük ve irade kavramlarının insanda nasıl hayat bulduğuyla çok yakından alakalı olduğundan, emeksiz ve “sınırsız (!)” anlamında insanda uç günah talepleri açısından konuyu ele aldığımızda, Şenel İlhan Beyefendi’nin “Haddi Aşan Uç Günah İsteklerine Karşı Tepkimiz Nasıl Olmalı?” başlıklı makalesini okuyunca insana insanı anlatan müthiş düşünceler dizisi demekten kendimi alamadım. Kendisine nefs ekseninde, akıl ekseninde insanı bu denli güzel yorumlaması ve çözümler sunması nedeniyle hayranım. Çünkü, bilinç ve özgür irade üzerine yapılan araştırmalar, bilincin düşünce-eylem ilişkisinin hangi aşamasında ve ne şekilde gerçekleştiği sorularına henüz tatminkâr cevaplar bulamadı. Ama insanların hakikatin peşinde koşarken zorlanmamalarını sağlayacak güzel tespitleri asla kaçırmamak gerekiyor. Burada da Şenel İlhan Beyefendi’nin irfan dünyası bir oksijen gibi, su gibi, özgürlük gibi imdadımıza yetişiyor. Bakınız Şenel İlhan Beyefendi bu konuda neler söylüyor:
“İnsanlar, her türlü günah arzularını içlerinde hissetmelerini normal görmelidirler… Bu kötü duygular ben de niye var diye şaşılacak ve üzülecek bir durum yoktur. Zira bu istenmeyen duygular insanlara sınav için verilmiş, Kur’ân tabiri ile nefs-i emmareden neşet eden duygulardır. Nefs-i emmarenin yaratılışı itibariyle hazcı ve zevkçi olduğunu ve kural tanımadığını, Hz. Yusuf’un (a.s.) lisanıyla Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle ifade eder: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbim’in merhamet ettiği hariç, nefs aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Yûsuf, 12/53)
Evet, Hz. Yusuf’un (a.s.) “Çünkü nefs şiddetle kötülüğü emreder.” diye şerrinden Rabbin merhametine iltica ettiği emmare nefsin seviyesizliğinin sınırı yoktur. Allah’ı inkâr veya firavun gibi ilahlık iddiasından tutun da her türlü cinsel sapkınlığa kadar en uç günahları ve uç günahlara göre daha doğal sayılabilecek içki, kumar, zina gibi her türlü günahı insanlara yaptırmak ister. Öfke ve gazap halinde vahşi hayvanlara taş çıkartacak vahşeti; düşmanlığında şeytana taş çıkartacak fitnesi ve şerri vardır. Bunu böyle bilmek çok önemlidir. Kur’ân ve hadisler bu gerçeği böyle ifade ederler. Bu sebeptendir ki Efendimiz (s.a.v.) ümmetine mesaj vermek ve yol göstermek kastıyla şöyle dua etmiş bize de bu duayı öğretmiştir:
“Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni nefsimle baş başa bırakma!” (İbn-i Hanbel)
İşte bu Kur’ânî bilgiden hareketle insanlar, içlerinde her türlü günah arzusunu hissetmelerini normal karşılamalıdırlar. Yani varlık olarak… Yaratılıştan bu duygular bizde olunca bunlar göz, kulak, ağız gibi organlarımız hükmündedir. İnsanlar bu duyguların varlıklarından değil ama bunları kontrol etmekten sorumludur. Bunları Allah’ın (c.c.) istekleri doğrultusunda denetlemelidir ve kendi haline bırakmamalıdır. İmtihan bundandır. İnsan bazen denetimi kaçırır ve günaha düşer. Günaha düşünce yapılacak şey hemen tövbedir. Tövbe, elbiseyi kirden temizleyen deterjanlı su gibi, insan ruhunu günah kirlerinden arındırır ve temizler.
Allah insanlardan hiç günaha düşmemelerini beklemez. Yani Allah’ın (c.c.) kuldan asla böyle bir beklentisi yoktur. Zira bu pratikte mümkün de değildir. O sebeple günah nedir, tövbe nedir, iyi bilinmesi gerekir. Dedik ya nefs her türlü günahı içinde potansiyel olarak taşır. Bizler bu potansiyel kötülüklerin bir kısmını yapar, bir kısmını ise yapmasak bile içimizde hissederiz.
Nefsimizde hissettiğimiz günahların üç derecesi vardır. Kötünün de kötüsü denebilecek şekildeki “uç” günahlar ki, Kur’ân’da “haddi aşmak” olarak da tabir edilen günahlardır. Bunlar Allah’a (c.c.) şirk koşmak, ilahlık iddiası, inkâr, inançsızlık, cinsel sapkınlık gibi uç duygular ve benzerleridir. Bunun dışındakiler ise zina, içki, kumar gibi haddi aşmanın en azından altında kalan büyük günahlar ve diğerleri de küçük günahlardır. İşte nefste bu tür günahların varlığını yaratılışımız gereği doğal görmeliyiz… Toplumda bu günahların hepsini de en azından içinde vesvese gibi taşımayan insan yok gibidir. Özellikle uç günahların vesvesesi insanları psikolojik olarak diğer günahlara göre çok daha fazla yıpratır ve ümitsizliğe, hatta kendinden nefret etmeye kadar sürükler. Bu durumda bir insana özellikle uç günah vesvesesi geldiğinde yapılacak şey önemlidir. O zaman yukarıdaki ön bilgiler doğrultusunda yapılacak şey panik yapmadan bu duygunun kendine asla yakışmayacağı düşüncesiyle hemen o duyguyu reddetmektir. Bir an için öyle uç günah duygularının çağrışım (tedai) kanunu gereği gelebilmesi normal. Yani limona duyarlı birisinin limon görünce hemen ağzının sulanması gibi. Aç bir adamın haram bir yemek de olsa görünce bir an iştahlanması gibi. Buna Tedai Kanunları denir. Bilimsel, fizyolojik bir gerçekliktir. Ama insan daha sonra bu duygunun peşine takılır da icraata başlarsa o zaman günahta sorumluluk başlar. Yani bu duyguları eyleme dönüştürürse… Yoksa zaman zaman gelip gitmesi, insanı günahkâr da yapmaz, adi şerefsiz birisi de. Bu incelik çok önemli… Böyle bir durumda kendini suçlamayacak ve bundan dolayı kendine karşı dürüst olmadığı düşüncelerine de girmeyecek. Bana nasıl böyle bir duygu gelir, demek ki ben aşağılık, kalitesi düşük bir insanım gibi düşüncelere asla girmeyecek. Sorumlu olduğu emmare nefsin hastalıklarıyla, kendi müsbet benliğini asla karıştırmayacak. Eğer bu konumdaki kişi cahilliğinden yani bu anlattığımız bilgileri bilmediğinden veya tam olarak kavrayamadığından kendini kötü ve aşağılık birisi olarak hissederse, şeytana yakayı kaptırdı demektir. Hâlbuki bu duygulara çağrışım kanunu gereği anlık yuvarlanmalar ne insanın kalitesiz olduğunu gösterir ne de günahkâr. Evet, burası çok önemlidir. Nefsin bu tür adilikleri içimizde kaldığı müddetçe asla bir günah ve sorumluluk yoktur. İçimizden fiiliyatımıza taştığında sorumluluk başlar. Bu duruma gelindiğinde yapılacak şey de hemen nefsin bu duygularına karşı öfkelenmek ve mücadeleye geçmek olmalıdır. Tabii Efendimiz’in (s.a.v.) yukarıdaki istiazesinde olduğu gibi emmare nefsten devamlı Allah’a sığınmalı, nefse asla fırsat vermemeli, tevbe istiğfarı da dilimizden düşürmemeliyiz.”
Evet, gerçekten de çok çarpıcı ve çok özel… Etkilenmemek, bunlarla amel etmemek mümkün değil. Sonuçta insanın bazı zorlukları aşması için bir inanç sistemine tabi olması kaçınılmaz. Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan bir inanç sistemi içinde yaşananları, analoji yaparak kazançlı bir “vatandaşlık metaforu” ile açıklıyor:
“Peygamberlerin hayatlarındaki örnek olayları incelediğimizde, tek tanrı inancının sisteme entegre olmakla eş anlamlı olduğunu fark ederiz. Bunun getirdiği kazanımların başlangıçtaki görünüşü; çile çekmek sıkıntı yaşamak olsa da, huzurun varlığı bu hayatların en belirgin kazancıdır. Küçük bir analojiyle, inanç sistemine bağlandığımızda neler kazanacağımıza bakalım; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir kimse, şüphe yok ki büyük bir sistemin parçası olur ve bir kimlik numarası alır. Kaydolduğu bu sistem ona belli yükümlülüklerle beraber bazı hakları da vaat etmektedir. Medeni hukuktan tutun da elektrik, yol, su, seyahat özgürlüğü ve hatta pasaporta kadar, onlarca imkâna sahip olabilirsiniz. Ancak sisteme dahil olduğunuz halde sorumluluk almaz, vergi vermez, askerlik yapmaz ve başkalarının huzurunu bozarsanız, sistemden uzaklaştırılarak yalıtılmış bir mahkumiyete ve cezaya çarptırılırsınız. Eğer kurallara uyma sözü verip imza attığınız halde gerekenleri yapmıyorsanız, kurulu düzen ıslah oluncaya ve arınıncaya kadar farklı bir kısıtlamaya tabi olursunuz.”5
Güzel tespit… Üzerinde düşünelim lütfen.
1) Özgürlüğün Trajedisi, Mehmet Ödemiş. Sf.319
2) Özgürlüğün Trajedisi, Mehmet Ödemiş. Sf.319
3) Özgürlüğün Trajedisi, Mehmet Ödemiş. Sf.321
4) Özgürlüğün Trajedisi, Mehmet Ödemiş. Sf.323
5) Prof. Dr. Nevzat Tarhan, İnanç Psikolojisi. Sf. 106.