Berekatu Muhammed / Eyyubi Işıksal

32-berekatu-muhammedHippi felsefesiyle yetişmiş bir entelektüel olan İskoçya’lı İan, Londra İslam Yazmaları bölümünde gezerken duvarda asılı bir levha görür. Levhada kûfî bir yazıyla “Berekâtü Muhammed!” yazmaktadır. İan, bu yazılı levha üzerinde düşünmeye başlar. “Muhammed Berekettir, Bereket Muhammed’dir.” Sallallâhu Aleyhi ve Sellem… Bunlar ne demektir? Dokümantasyon uzmanı olan ve bu yaşına kadar yüzbinlerce kitabı tasnif ve tetkik eden İan, iki kelimeden oluşan bu kısacık ibareyi zihninde bir yerlere oturtamamıştır. Bereket nedir ve Muhammed kimdir? İan, Arapça terminolojiye vakıf olunmadan bu kavramları çözemeyeceğini anlamıştır. Bu merak sâikiyle yollara düşer, Fas’a gider. Merakeş’te bir süre kaldıktan sonra meşhur Karaviyyun Camii’nde İslam’a girer. Evet! İan, “Berekâtü Muhammed!” mefkûresini idrak bâbında Meknes şehrine, mürşidi Darkavî’ye doğru uzun soluklu yolculuğuna çıka dursun, biz konumuza girelim.

Bereket Nedir?
Bereket; bolluk, çoğalma, üreme, kat be kat artış demek. Tersinden bakıldığında bereket öncesinde, darlık, kısırlık, azalış ve kıtlık var demektir. Bereket, sıkıntılı bir durumun akabinde tecelli ederek refah ve genişlik sağlar. Bir dost düşünün; öyle bir dost ki darlığa duçar olduğunuz anda imdadınıza yetişip elinizden tutuyor, maddî bir sıkıntınızı hemen gideriveriyor, kendi imkânları müsait değilse bile bir başkasından temin yoluna giderek sizi kurtarıyor. Daima verecek bir şeyleri oluyor; moral veriyor, ümit veriyor, zaman kazandırıyor, aracı oluyor, kefil veya vekil oluyor. Bütün enerji ve olanaklarını sizin düzlüğe çıkmanız uğruna kullandıktan sonra nihayet Allah’a yönelerek sizin için dua ediyor. Her hâlükârda sizi düzlüğe çıkaracak imkânlar bulup bu olanakları huzur ve refahınız için seferber ediyor. Böyle efsanevî bir dosta sahip olmayı kim istemez ki! İşte böyle bir dost için “bereketli!” ifadesi kullanılır. Bereketli insana “mübarek!” denilir. Mübarek olan tükenmez insandır. O şahsiyet, diğergamlığı nedeniyle sıfırı tüketip küle dönüşse, hiç şüpheniz olmasın küllerinden yeniden doğar; dimdik ayağa kalkar. Bereketli insan verimliliğini ve üretkenliğini başkalarının lehine kullanmayı şiar edinmiş kişidir. O, ihtiyaç karşılama kapısıdır. Dara düşenlerin aklına ilk önce o gelir. Her cihetten bir zenginlik timsalidir. Unutmayalım ki bu dünyada sahip olduğu mal ve serveti öz nefsinden esirgeyen nice kısır ve akîm insan vardır. Onlardan bir zırnık bile koparamazsınız; değil bir iyiliklerine, tebessümlerine bile mazhar olamazsınız!

HZ. MUHAMMED (SAV)
Onu tasvir etmeye çalışan her kalemşörde aynı acziyeti müşahade etmek mümkündür. Niçin? Çünkü her yönüyle O’nu anlatabilmek “Everest Dağı’nı kucakladım!” demek kadar abestir. Bu nedenle o yüceler yücesi varlığı tasvire yeltenenler yalnızca bir yönden, bir cihetten, dar bir görüş zâviyesinden izaha girişirlerse bu cüretleri mazur görülebilir. Bir düşünür O’nu yâd ederken “Söz konusu sen olunca kelimeler o kadar kifayetsiz ki acziyetimden dilim lâl oluyor.” diyor. Yanında Rasulullah’ın ismi anıldığında bir kütük misali yere devrilen, saatlerce sara nöbeti geçiren Yaman Dede’yi (Diamond dede) duymayan yoktur sanırım. Ne yapabiliriz ki! Ne söyleyebiliriz ki! Okyanus büyük, kayık küçük! Bu ummanda ne kadar yol alabiliriz ki!..
Ne başlangıç ne de nihayet, mutlak hakikatin göstergesi değildir. Sonsuzluk N+1 açılımıyla başka sonsuzlukların kapısını aralar! Rabbimiz kader tasarımında geleceği takdir ederken o sonsuz ve kuşatıcı bilgisiyle hükmünü verir. Ruhlara beden yaratmış, onların yetenek ve kapasitelerini belirlemiştir. Yetenek ve kapasiteleri en münasip ruh-beden kombinasyonlarıyla eşleştirmiştir. Peki eşyanın hakikatine, mutlak hakikate, ayan-ı sabite dediğimiz o ilm-i İlahiye ulaşabilecek olan o beden-ruh kombinasyonu kime aittir? İşte böyle bir sorunun cevabı Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz’dir… O’dur çünkü o mübarek ruh-beden kombinasyonu, hakikat aşkı en güçlü olan insan modundadır. Mutlak hakikati böylesine yakından müşahede edecek olan ikinci bir insan yoktur.
“Biz seni ancak Âlemlere Rahmet olarak gönderdik!” (Enbiya, 21/107) Kastedilen Efendimiz. Ayet-i kerimenin kilit kelimeleri; Âlemler, Rahmet ve gönderilme eylemidir.
Âlemîn: Bilindik her şey! Dünya, Kâinat, Tabiat ve canlı cansız tüm yaratılmışlar.
Rahmet: Bereket ve merhametle eş anlamlı, çok vüs’atli bir terim. Yazımızın girişinde bereketten bahsetmiştik. Algı sınırlarımızı aşan bir koruyucu, kollayıcı, kurtarıcı, sarıp sarmalayıcı cevher düşünelim; Ve O’nun zatıyla imtizaç etmiş olan İslam’ı da ondan ayrı düşünmeyelim; ikisi birdir, bütündür.
Gönderilme Eylemi (Risâlet): O’nu gönderen kim? Yüce Rabbimiz! Ne için gönderiyor? Tüm Âlemlere rahmet olmak üzere! Tüm Âlemlere bereket olmak üzere gönderilen başka kimse var mı? Hayır; hiç kimse yok! Tarih böyle bir kimseyi kaydetmemiş! Böylesine yüksek bir sorumluluk, akılların alamayacağı ağır bir yük, donanımlı olmayan bir insanın sırtına yüklenebilir mi? Şunu söylemek istiyoruz; O, dişini tırnağına takarak, çalışıp çabalayarak rahmet ve bereket sahibi olmamıştır. Efendimiz böylesine muazzam bir amaca hizmet edebilmesi için rahmet ve bereket üzere yaratılmış ve donatılmıştır.
Rahmetin “Ahmed” olarak tezahürü!: Arabistan Yarımadası’nın İslamiyet’ten önce son derece fakir ve mahrumiyetlerle kuşatılmış bir bölge olduğunu tarih kaydeder. Yaşamsal imkânlar açısından o kadar akim, o kadar kısır bir mıntıkadır ki kayda değer bir insan nüfusu bile yoktur denebilir. Efendimiz’in böyle bir bâdiyede dünyaya teşrifleri de bereketin tezahürü açısından çok mânidardır. Daha çocukluk yaşlarında bile bastığı yerden otlar yeşerir, baktığı yerden güller açar, dokunduğu kısır hayvan, sağmal bir bereket kaynağına dönüşürdü. Bugün O’nun doğup büyüdüğü, hayatını sürdürdüğü Mekke-Medine topraklarındaki huzur ve sükûnun, bolluk ve bereketin nasıl çarpıcı bir farklılık yarattığını bilmem görebiliyor musunuz? Hüküm sürdüğü saadet asrından birkaç bereket örneği vermek sanırım yararlı olacaktır: Bir düğün töreninde iki avuç hurma ile bir yemek yapılmasını emretti. Efendimiz, hurmaları getiren Enes’e “Kimi görürsen davet et.” buyurdu. O da üç yüz kadar sahabeyi çağırdı. İki avuç hurmadan yapılan yemeği herkes yedi. Sonunda Enes’e yemeği kaldırmasını söyledi. Hz. Enes dedi ki: “O hurmalar, misafirlerin önüne koyduğumda mı çoktu, yoksa onları önlerinden kaldırdığım zaman mı çoktu, anlayamadım!”
Ebâ Eyyub el Ensari şöyle anlatır: Peygamberimiz’in misafirliği sırasında, kendisine ve Ebubekir’e iki kişilik yemek hazırladım. Buyurdu ki: “Ensardan otuz kişiyi çağır!” Çağırdım ve otuz adam gelip yediler. Sonra: “Altmış kişi çağır!” buyurdu. Çağırdım; onlar da yedi. Sonra, yetmiş kişi çağırmamı emretti. Hepsi de doyuncaya kadar yediler ve o kaptaki yemeğin hâlâ bitmediğini görünce, bu mucize karşısında Medineliler İslamiyete girdiler.
Hazreti Ömer anlatıyor: Bir savaşta ordu aç kaldı. Peygamberimiz’e durumu anlattık. Efendimiz herkesin heybesindeki tek tük hurmaları toplatıp bir kilim üzerine koydu. Hepsi ancak bir kucak dolusu kadardı. Sonra Efendimiz dua ettiler ve “Herkes heybesini getirsin!” diye emrettiler. Tüm sahabeler geldiler; kap ve heybelerini doldurdular. Kilim üzerindeki hurmalar, aynen eksilmeden duruyordu. Bu mucizeyi gören sahabelerden biri şöyle dedi: “O öyle bereketli bir andı ki eğer dünyadaki bütün canlılar gelseydi o hurmalar hepsine bol bol yetecekti.”
Abdurrahman bin Ebu Bekir anlatıyor: Yüz otuz sahabe bir seferde Efendimiz’le beraberdik. Dört avuç undan ekmek yapıldı ve yanına da bir keçi yavrusu kesildi. Efendimiz o eti yüz otuz sahabeden her birisine bir parça kesti, verdi. Sonra keçinin artan etini iki kaba koydu. Bütün ordu, doyuncaya kadar o etten yedik. Ve nihayetinde ortada ilk konulandan daha fazla miktarda et vardı. Ben de onları deveye yükledim.
Hazreti Câbir anlatıyor: Hendek günleriydi. O gün, dört avuç undan bir arpa ekmeği yapılmış ve yanına da bir oğlak kesilmişti. Yemek benim evimde pişirildi ve bin adam, doyuncaya kadar yediği halde yemekten hiçbir şey eksilmedi. O küçücük hamurdan devamlı olarak ekmek yapılıyor, tencere içindeki et de hiç eksilmeden kaynıyordu. Çünkü Peygamberimiz, o hamura ve tencereye mübarek ağzının suyunu koyduktan sonra bereketle dua etmişti.
Hazreti Berâ nakleder: Hudeybiye Gazvesinde bir kuyuya rast geldik. Biz, bin dört yüz kişi idik. Fakat kuyunun suyu ancak elli kişiye yetecek kadardı. Suyu çektik; kuyunun içinde bir şey bırakmadık. Peygamber Efendimiz geldi, kuyunun başına oturdu, bir kova su istedi. Getirdik. Dua etti ve sonra da o kova içindeki suyu kuyuya döktü. Birden kuyu coştu ve kaynadı; ağzına kadar doldu. Ordudaki bütün sahabeler kana kana içtiler, hayvanlarını suladılar, ellerindeki bütün kapları da doldurdular.
Hazreti Ali Efendimiz anlatıyor: Peygamberimiz, Abdulmuttalip oğullarından kırk kişiyi topladı. Onlardan bazıları bir oturuşta bir deve yavrusunu yer, beş litre süt içerdi. Efendimiz, onların tamamına sadece bir kişiye yetecek kadar yemek yaptı, hepsi doyuncaya kadar yemelerine rağmen yemek bitmedi ve ilk pişirildiği gibi kaldı. Sonra ağaçtan yapılmış bir kap içinde, üç dört adama ancak yetecek kadar süt getirdi. O kırk adam doya doya içtiler. Süt, ilk getirildiği gibi eksilmeden duruyordu.
Hz. Bilal anlatıyor: Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma ile evleniyordu. Efendimiz, nikâh sırasında beni çağırarak: “Dört beş avuç undan ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin!” diye emretti. Ben yiyecekleri getirince, Peygamberimiz mübarek elini onların üzerine değdirdi, sonra da sahabeler akın akın gelerek onlardan yediler, gittiler. O yemekten geriye kalan miktara yine bereketle dua etti ve bütün validelerimize birer kâse göndererek: “Hem yesinler, hem de yanlarına gelenlere yedirsinler.” dedi.
Ebu Talha anlatıyor: Peygamber Efendimiz, Enes’in koltuğu altında getirdiği küçücük bir ekmekten, yetmiş seksen adamı doyurdu. “O küçük ekmeği parça parça ediniz!” buyurduktan sonra bereketle dua etti. O kişiler, oda küçük olduğu için onar kişilik gruplar halinde gelerek karınlarını doyurdular. Herkes doydu!
Hazreti Câbir anlatıyor: Bir zat, Peygamber Efendimize gelerek ailesi için yiyecek istedi. O da kendisine yarım çuval kadar arpa verdi. Adamın hem ailesi hem de misafirleri o arpayı uzun bir süre kullandılar. Aylardır arpanın hiç eksilmediğini görerek hayrete düştüler. Sonunda dayanamayarak kaç kilo geldiğini ölçmeye kalktılar. Bunun üzerine bereket kalktı ve çuvaldaki arpa eksilmeye başladı. Adam, Peygamberimiz’e gelerek durumu anlatınca, Efendimiz: “Eğer tartmamış olsaydınız, o yiyecek size hayatınız boyunca yetecekti!” buyurdu.
Hazreti Semûre anlatıyor: Efendimiz’e bir kâse et gönderilmişti. O’nun daveti üzerine sabahtan akşama kadar akın akın insanlar geldiler ve o yemekten yediler! Peygamber Efendimiz, Hazreti Ömer’e: “Ahmes Kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için yiyecek ver!” diye emretti: Hazreti Ömer: “Ya Rasûlallah! Elimizdeki bütün yiyeceğimiz sadece sekiz kilodur, bu da onların ihtiyacını karşılamaz!” dedi. Peygamberimiz tekrarladı: “Git ver!..” Hazreti Ömer, Efendimiz’in emrine itaat ederek atlıların yanına gitti ve sekiz kilo hurmadan, o dört yüz kişinin hepsinin ihtiyacını karşıladı. Sonra şu itirafta bulundu: “Vallahi atlılar gittiğinde o hurmalar, sanki hiç verilmemiş gibi eski hâlinde kaldı.”
Hazreti Câbir’in Yahudilere çok borcu vardı. Bu borca karşılık babasının tarlalarını onlara vermeyi teklif etti. Fakat Yahudiler, bu teklifi kabul etmediler. Borcunu, o tarlalardan çıkacak olan meyvelerle ödemesini istediler. Hazreti Câbir, bu işe çok üzüldü. Çünkü senelerce Yahudiler için çalışması gerekecekti. Peygamberimiz durumu öğrenince şöyle buyurdu: “Bağın meyvelerini koparınız ve bir araya toplayınız!” Hemen öyle yaptılar. Efendimiz, toplanan meyvelerin arasında gezip dua etti ve Hazreti Câbir’e, Yahudilere olan borcunu ödemesini emretti. Meyveler toplandıkça herkes hayretler içinde kalıyordu. Çünkü senelerce beklenerek ve toplanarak ödenmesi gereken miktardan çok daha fazlası vardı. Yahudiler, büyük bir şaşkınlık içinde alacaklarını aldılar. Geriye de aldıkları kadar meyve kaldı.
Selman-ı Farisî, Müslüman olmadan önce Yahudilerin kölesiydi. Yahudiler, onu azat etmek için adeta imkânsız bir şey isteyerek: “Üç yüz hurma fidanı dikecek ve onlar meyve verdikten sonra bize 50 altın ödeyeceksin!” dediler. Bu durumu öğrenen Efendimiz üç yüz hurma fidanı alarak Medine dışına çıktı ve bunlardan bir tanesi hariç hepsini kendi elleriyle dikti. O sene içinde Peygamberimiz’in diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Ama başkası tarafından dikilen o tek fidanda meyve yoktu. Efendimiz, daha sonra bir avuç altına dua okuyarak Selman-ı Farisî’ye uzattı: “Git Yahudilere ver!” dedi. Selman-ı Fârisî, Yahudilere o altından vermeye başlayınca, hiç azalmadığını gördü. Onların hayret dolu bakışları arasında verdikçe verdi ve 50 altın olan borcunu ödedi. Üstelik elindeki altın olduğu gibi duruyordu.
Ebu Hureyre anlatıyor: Tebük Harbinde ordu aç kaldı. Efendimiz: “Yenecek bir şey var mı?” dedi. Ben: “Ya Rasulallah, on on beş tane hurma var.” dedim. “Getir.” dediler, getirdim. Mübarek elini hurmaların bulunduğu torbaya soktu, bir avuç kadarını çıkardı, bir kaba koydu ve bereketle dua ettikten sonra bütün askerleri onar onar çağırdı. Hepsi doyuncaya kadar yediler. Sonra bana “Getirdiğin kadarını al, sakla, fakat sakın ölçme!” dediler. Ben, hurmaların bulunduğu heybeyi aldım, elimi içine soktum, ilk önce getirdiğim kadarı elime geçti. O hurmaları, Peygamber Efendimiz hayatta iken yediğimiz gibi, O’nun vefatından sonraki Ebu Bekir zamanında ve daha sonra da Ömer ve Osman döneminde sürekli olarak yedik. Yedik ama yine bitiremedik! Hatta o hurmalardan, Allah rızası için çuvallar dolusu dağıttık. Fakat Hazreti Osman şehit edildiği gün, o hurmalar heybesiyle birlikte yağma edildi.”
Endülüs ve Avrupa’nın Medeniyetle Tanışması
Bugünkü Avrupa medeniyetinin temelleri Rönesans ile atılmıştır. Rönesans’ı Reform, onu da Fransa İhtilali izlemiştir. Bütün bu gelişmelerin arka planında ise Endülüs medeniyeti vardır. Endülüs’te bilim, teknoloji, mimari, felsefe, sanat ve zenaat zenginliği doruk noktasındaydı. Bu bilimsel veriler Toledo şehrinden Avrupa’ya servis ediliyordu; hem de cömertçe! İşte bu İslam medeniyeti, sosyal ve siyasal ufuk genişliği ve olağanüstü perspektifi ile Rönesans’a ilham kaynağı olmuştur. Mesela “Convivencia” denilen “insanî değerlere bağlı kalarak bir arada yaşama sanatı” sloganıyla özetleyebileceğimiz harika bir düstur vardır ki “hümanizma” adıyla Rönesans’ın temel söylemi olmuştur; bu sloganın menşei Endülüs’tür. Nihayet Endülüs topraklarının Avrupalılarca istila edilmesi neticesinde kütüphaneler yakılmış, muhteşem eserler tahrip edilmiş, senelerce süren korkunç cinayetler işlenmiştir. Yakılan kitap sayısı bir milyondan fazladır. Bilahare ortaya çıkarılan veya kurtarılan otuz kitabı gözleri gibi korudular. Fizikçi Curie’nin itirafı çok manidardır; O diyor ki: “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk!” Egosu çok yüksek olan Nietzche bile, Avrupalıların medeni varlığını İslam’a borçlu olduklarını söyler. Vahşi Avrupa’nın, İspanya’daki muhteşem Endülüs İslam kültürünü nankörce ayaklar altına aldığını ve bu nedenle İslam kültürünü tam manasıyla hasad etmek nasibinden de mahrum kaldığını, elde edilmiş ve elde kalan tüm müspet değerlerin de İslam’ın malı olduğunu söyler. Görüldüğü gibi Batı’daki refah ve konforun temelinde de “Berekâtü Muhammed” vardır. Bu bereketin bizimle de yakından alakası var; O, bir gün Batı’nın ufuklarına doğru bakmış; güzel bir komutandan ve onun güzel askerlerinden bahsetmişti. O bereketli nazar Konstantiniyye’yi İstanbul yaptı da “Berekâtü Muhammed” ile vatan sahibi olduk; nankörlüğün lüzumu yoktur! Bugün azımız çoğalmıyorsa, çoğumuz hiçbir ihtiyacımızı karşılamıyorsa, binlerce bitki ve hayvan türü yok oluyorsa, çevre ve dünya bir zehir fıçısına dönmüşse, lezzet ve koku, tat ve iştah kalmamışsa, huzur ve mutluluğun zerresinden söz edilmiyorsa bunun sebebini yaklaşık 150 yıldır “Berekâtü Muhammed”in hayat sahnesinden çekilmiş olmasında aramak gerekir.
Yazımızı ilk paragraftaki olaya dönerek tamamlayalım: İan, Fas’ın Meknes kentinde Şazeli şeyhi Habib-i Darkavi’ye intisap eder. Samimi gayretlerine ve istek dolu heyecanına binaen şeyhi kendisini “Es Sûfi” unvanıyla taltif eder. Adını da kendisi Abdulkadir olarak değiştirmiştir zaten! Kısa bir süre sonra intisap ettiği Şazelî yolunun halifesi olur. ABD, tüm Avrupa, Nijerya, Malezya, Güney Afrika, Endonezya başta olmak üzere hemen hemen tüm Arap ülkelerinde seminer ve toplantılar düzenler. İngiltere, İskoçya, İspanya ve Güney Afrika’da İslamî yerleşim bölgeleri; köyler ve kasabalar oluşturur. Eserler kaleme alır; kitaplar yazar. İngiltere ve İspanya/Granada’da dergâhlar açar. Halen Güney Afrika’daki büyük dergâhında hizmetlerine devam etmektedir. 1966 yılında bir müzeyi gezerken “Berekâtü Muhammed” levhasından etkilenerek merak sâikiyle hayat güzergâhını değiştiren Abdulkadir Es Sufi’nin vesilesiyle hidayete eren Müslümanların sayısı yaklaşık bir milyondur! Bir tek insan; bir kişi! Demek ki hiçkimse kendisini küçük, önemsiz ve değersiz görmeyecek. Allah (cc) biri bin yapar, önemsizi önemli, değersizi değerli, güçsüzü kudretli yapar. Yeter ki “Berekâtü Muhammed” levhasının karşısında şöyle bir durup düşünsün!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.