Aklın ve Ruhun Düşmanı “Amaçlanmış Şüphe” / Dr. Metin Serimer

Eşsiz Çaba: Mutmain Olmak İçin Delil İsteyen Kalp
Kendisiyle karşılaştığımız 35 yıl öncesinden başlayan diyaloglarımızda bize insanlığımızı hatırlatma, kendimizi tanıma, her bakımdan rehberlik yapma özelliğiyle Şenel İlhan Beyefendi’nin ilmi, irfanı, ahlakı ile yüzleşme, kendisiyle tanışma imkân ve bahtiyarlığına kavuştum. Büyük bir lütuftu doğrusu, bu vesileyle insanlık yolunda mesafe katetmek, yollar almak ve daha nice bilinmeyen hikmet… İnsan kendini tanımadan ne çevresindeki insanları ne mabudunu tanıyor. Hepsinin de kökeninde ahlaki yüzleşmeler yatıyor. Ortaya bir yürek koymak, yani niyet ve irade beyanı ve hatta muhabbetle sarılmak bir yana, ahlaki yüzleşmelerin insana zor gelen aklî ve zihnî boyutları da var. İnsan olmaktan kaynaklanan düşünme durumları, yetişme dönemlerimizde karşılaştığımız durumlar, çevreyi algılama ve değerlendirme şeklimiz vb. durumlardan kaynaklanan bir tür paradigma dünyası diyebiliriz. Bunların bir kısmı insan zihninin çalışma prensiplerinden kaynaklanırken, bir kısmı da yetişme bozukluklarından kaynaklanan ve üzerimize yapışıveren, sonradan olan “kirler” gibi… İşte tüm bu durumları doğru değerlendirebilmek için insana insanı anlatan bir rehberliğe, danışmaya, uzmanlığa gereksinim duyuluyor. Zihnimize yapışıveren ve kiriyle pasıyla orada duran, düşünce ve davranışlarımızı etkileyen bu durumlar, bazen yaşanmışlıklara dayalı sevgisizlik ve nefret, çevremizde insana insan gibi davranmayı başaramayan ahlaksızca etkiler, kendi doğamız ve kişilik özelliklerimizde var olan özgürlük duygumuz, kuşatılmaya karşı bir reddiye, güvensizlik ve sevgisizlik nedeniyle iç dünyamızı etkilemeye devam ediyor. Sonuç olarak farklı seviyelerde ama benzer tutumlara yol açan türdeş profiller olarak hayatımıza devam edip gidiyoruz. İşte hakikatle yüzleşmek, günümüzde, tüm bunları bilerek yola çıkmak demek… Yani içimizdeki direnç noktalarını keşfetmek… Her şeyin sadece günah sevap bağlamında ele alınıp, kırmızı çizgilerin ve sınırların bilindiği bir denklemler dünyası maalesef insana insanı anlatmaya yetmiyor. Hele hele her şeye “nefistendir, nefsine uyma, şeytandandır, şeytana uyma” deme kolaylığı, insanı layıkıyla kuşatabilecek bir anlatım şekli değil… Doğru karşısında verdiğimiz ilk tepkiler, özümüzün doğrulayıp görünürde reddettiğimiz fikirlerde hep bu etkilenmişliklerin kalın izleri var. Ama asla aşılamayacak, silinemeyecek izler değil bunlar. Çünkü en büyük delil, insanın ta kendisi…
Söylediklerimizin İçini Doldurmak Adına…
Şenel İlhan Beyefendi’nin o maruf halkadaki güzide sohbetlerinde “İnanma Özelliğimizi Doğru Kullanmak”, “İmanı Korumak Her Şeyden Önemlidir”, “İman Vesveseyle Gitmez”, “Allah’ın Varlığı Dinin Varlığını Kaçınılmaz Kılar”, “İmanı Amel ve Zikir Güçlendirir.” başlıklı sohbetleri kendisinin “Ben yürüyen imanım.” haklı özgüveni, hakikati sonuna kadar teslim eden yapısı, çevresindekilere olan örnekliği, hep İslam’ın ne denli muhteşem, Allah’ın ne güzel bir yaratıcı, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ne güzel bir örnek olduğunu anlatmaya yönelik, tam da bir müminde olması gereken duruşunu açıklayan sohbetlerdir.
Bunun yanı sıra majik zihniyet, olgusal zihniyet ve kritik zihniyet gibi konular, menfi ve müspet dogmatiklik, taklidi iman, tahkiki iman, diyalektik iman, nefs-i emmarenin inkâra meyilli oluşu ve kalp tezkiye olmadan sorulardan vazgeçmeyeceği ve istidlali ispat konuları anlatıldıkça insanı gerçekten tanımak isteyenler için geniş bir alan açılıyor. Her biri psikolojinin, felsefenin, mantığın, sosyolojinin ve tasavvufun, irfan kültürünün birer parçası olan bu konu başlıkları “İman etmek için bir delil yeter” düşüncesiyle, sonuçta, iman etmenin hiç de zor olmadığını anlatıyor. İmanın gaybi oluşu, bu konuda insan zihnine gelen soruların, cevapları itibarıyla “bir ucu açık” bir mahiyet arz etmesini kaçınılmaz kılarken, “istidlali ispat” yaklaşımı büyük bir düşünce alanının kapılarını aralıyor. Kambriyen patlamasıyla dahi rahatlıkla çürütülen evrim düşüncesinden tutun da deistlerin ve ateistlerin temelsiz ve çürük pek çok düşüncesine kadar pek çok düşünce çarpıklığı karşısında İslam inancının tek hakikat olduğunu haykırıyor.
Şenel İlhan Beyefendi’nin şahsında “Gerçek İslam’ı ortaya koymak da bugün Müslümanlar üzerinde önemli bir sorumluluktur. Yaşadığımız bu çağda insanların gerçek İslam konusunda ciddi olarak aydınlatılmaya ihtiyaçları olduğu gibi, iman konusunda, şüphe ve vesveselerin ne olduğu, güvenilir bilginin ne olduğu konusunda da aydınlatılmaya çok ihtiyaçları var…” tespitinin içini, insana insanı anlatan bilgilerle dolduran güçlü yaklaşımları, öğrencilerinin hepsini bu bilgilerle, ihtiyaca binaen donatmış olması insan yetiştirmeye verdiği önemi ortaya koyuyor. Bazı başlıkları bizzat onun sohbetinden aktarabildiğimiz kadarıyla aktaralım:
Müspet Dogmatiklik Nedir?
“Menfi dogma olarak kabul edilen inançlar; hakkında hiçbir fikir teatisi, doğruluğunu deneyleme, hatta en küçük bir mantıklı delil getirme imkânı olmayan dogmalardır. Ama müspet dogmatiklik böyle değildir. Aklın, bilimin işin içine girdiği, her türlü sorgulamaya müsaade edildiği ve her türlü analizin, araştırmanın serbest olduğu ve eldeki delillerin, neredeyse dogma olarak kabul edilen inanç veya görüşleri laboratuvarda elde edilen bulgular gibi doğrulayabildiği dogma örnekleridir ki hayatın içinde bunlar çok fazladır. Öyle ki bu dogmatik inanışlar olmasa insanlar hayatlarında içinden çıkılmaz zorluklarla karşılaşır, güvensizlik toplumun her kesimini sarar, toplum paranoya derecesinde ruh hastası insanlarla dolu olurdu. Bu nedenle müspet dogmatiklik aslında Allah’ın insanlara bahşettiği inanma özelliğinin kendisinden başka bir şey değildir ve huzurlu bir yaşam için çok gereklidir. Müspet dogmatiklikte, dogmaların doğruluğunu ispat görerek, laboratuvarda deneyleyerek olmaz ama ona yakın delillerle olur. Veya delilleri destekleyen çok güçlü sezgi duygusuyla olur. Mesela anne ve babanızın sizin anne babanız olduğuna niçin bu kadar eminsiniz? Bunu ispat mı ettiniz, test mi yaptırdınız? Eğer test sonucu buna inanmadınızsa aslında bu inanış bir dogma örneğidir. Sizi küçükken bir yuvadan almış olamazlar mı? İşte burada müspet dogmatiklik devreye girer, sezgileriniz devreye girer, delilleriniz devreye girer ve siz asla böyle bir şey için ömrünüzde bir kere kuşku bile yaşamazsınız. Siz kuşku duymazsınız ama inanma özelliği problemli bir sürü insan vardır ki toplumda, aklına böyle bir kuşku atsanız hayatı kararır ve uykularını yitirebilir. Dolayısıyla her bilginin doğruluğuna inanmak, görerek ve deneyerek olmaz. Annenize ve babanıza güven duygusu, yani bu konudaki delilleriniz ve sezgileriniz de görmek kadar inandırıcıdır ve sizi yanıltmaz, buna eminsinizdir. İşte bu misaldeki gibi müspet dogma örnekleri hayatımızın her alanını kuşatmıştır, hem de onlarsız yapamayacak kadar. Maddeyi meydana getiren en küçük parçacık denilen atomların bizatihi kendisini kim görmüştür veya suyun moleküllerini? Ama her şeyin atomların bir araya gelmesinden meydana geldiğini kim inkâr eder? Dolayısıyla deliller yoluyla ulaşılan bilgilerin hepsine, ki biz bu tür bilgilere ucu açık bilgiler diyoruz, işte böyle bir bilgiye inanabilmek ve o bilgiyle amel edebilmek için dogmatik yanımızın devreye girmesi kaçınılmazdır.
Mesela, suç delillerini toplayarak bir caniyi ölüme mahkûm eden bir hâkimin verdiği karar ne kadar isabetli olursa olsun aslında müspet dogmatikliğe çok güzel bir örnektir. Çünkü bizatihi görerek cinayete şahit olmamıştır… Yine bir uçak seyahati yapabilmek için müspet dogmatik yanınızın devreye girmesi gerekir. Zira uçağın düşmeyeceğine ilişkin elinizde yüzde yüz güvenebileceğiniz kanıtlarınız yoktur. Eğer inanma özelliğiniz devreye girmese, trafiğe çıkarken kaza ihtimalini nasıl bu kadar rahat göz ardı edebilirsiniz? Tarih denen ilmin bizatihi tamamı inanma özelliğimizin bize ikramıdır. Yani müspet dogmatik yanımızın. Dolayısıyla illa gözle görmek, elle tutmak, bir şeyin varlığını ve doğruluğunu ispat için gerekli bir yöntem değildir. Hayatımız içinde gözle görmediğimiz, deneylerle deneyemediğimiz bilgilere imanımız, kesinlikle gördüklerimizden fazladır. Her eser, sahibi gayp olsa, görülmese ve ölmüş olsa bile onu yapanın varlığını ispat için hem aklî hem ilmî hem sezgisel anlamda kesin bir delil olurken, iş Yüce Yaratıcı’ya geldiğinde birilerinin ispat için “İlla Yüce Yaratıcı’yı görmem lazım.” diyerek bilimsellik arzuları depreşiyorsa hatta “Ben görmediğim Yaratıcı’ya inanmam.” diyecek kadar fanatikleşiyorsa kusura bakmasın, bu bilimsel yobazlığın ta kendisidir. Daha açıkçası şeytanî bir kurnazlığın ve düşmanlığın çok açık göstergesidir.”
İslam Dini Dogmatik Bir Din Midir?
“Şimdi yukarıda verdiğimiz bilgiler doğrultusunda İslamiyet’in konumunu değerlendirelim. Baştan bir gerçeğin altını çizmek gerekir ki deliller yoluyla ulaşılan bilgiler sadece dinler için değil, tüm inanışlar için geçerli bir kuraldır ki bu bilgiler dogmatik olmak zorundadırlar. Bu anlamda tüm dinler, yapısı ve özü gereği dogmatiklikten kaçamazlar. Ama kalın bir zırha bürünüp aklı, araştırmayı, sorgulamayı asla kabul etmeyen dogmalarla, araştırmayı, sorgulamayı, aklı kullanmayı, düşünmeyi bizzat öneren, tavsiye eden dogmatik yapıları birbirinden ayırmak gerekir. O sebeple biz, kavram karmaşasından kurtarmak için iki dogmatikliği birbirinden ayırarak menfi ve müspet dogmatiklik dedik… Ve dedik ki menfi dogmatiklik akılsızlıktır, mantıksızlıktır, bir sürü saçmalıkları peşinen kabul edip hiçbir mantıklı delil ortaya koymadan, böylesi hurafelere inanmak ve hatta şu kıymetli hayatı o saçmalıklara göre tanzim etmektir. Uzak Doğu dinlerinin hepsi bu kategorinin içindedir. Falcıların, kâhinlerin sözlerine ayet gibi itibar etmek, uğursuzluklara inanmak vs. bu kapsamda inanışlardır. Maalesef Müslümanlar arasında da bu tür menfi dogmatiklik örnekleri yaygındır ve hayatımızın her alanını neredeyse kuşatmıştır. Ama yukarıda da açıkladığımız gibi bu inanışları doğrulamak için, hiçbir aklî, ilmî, mantıklı delil getirmek mümkün değildir. Sadece bunlara sorgusuz inanarak, koşulsuz teslim olarak bu dinlerin bağlısı olabilir, bu inanışları yaşayabilirsiniz. Bu nedenle menfi dogma ile bilim, akıl, mantık, sorgulama gibi düşünsel eylemler asla bir araya gelemez. Açıkçası akletmek ve düşünmekten bahsederseniz menfi dogmatik olamazsınız. Bu tespitimize göre bakarsak “Kur’ân-ı Kerîm bir ‘menfi dogmalar kitabı’ olarak yargılanabilir mi? İslam, menfi dogmalar dini midir? Nass’ın menfi dogma olarak kabul edilmesi söz konusu olabilir mi?” gibi sorulara cevap vermek kolaylaşır. O zaman, yukarıdaki tespitimize göre nass’a negatif anlamda dogma demek doğru değildir. Çünkü bir defa nass kendi kendisini tartışır. Kur’ân bu tartışmayı kendisi açar ve hatta bunu açıkça teklif ve teşvik eder. Bununla ilgili sayısız ayet var. Mesela,
“Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/163) “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. Diridir, kayyumdur.” (Âl-i İmrân, 3/2) gibi ayetlerde varlığını ve birliğini açıkça ortaya koyduktan sonra: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin’in her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) ayeti ile de bu gerçeği sorgusuz teslimiyet şeklinde değil, aklen ikna olacağınız deliller ortaya koyarak yapacağız diyor ki açıkça Kur’ân, ayetlerini akıl sahiplerine düşünmeye ve tartışmaya açıyor. Oysa “menfi dogma” tartışmaya müsaade etmez. Demek ki bunu İslam’ın nass’ına tatbik edemezsiniz. Ayrıca bizim felsefemiz, kelâmımız var. Bunun anlamı şu ki: Bizim dinimiz, kitabımız tartışılıyor, üzerlerinde aklî ve ilmî çalışmalar yapılıyor. Muhakeme yapılıyor. Hristiyanlıktaki teslise benzemiyor. O zaman bu sınıfa Kur’ân giriyor mu? Hayır! Çünkü sadece Allah’ın birliği ile ilgili tartışmalara ve bu konuda yazılan kitaplara bakın, ciltlerle olduğunu görürsünüz… Eğer İslam âlimleri “Kur’ân böyle söylüyor, artık biz bunu tartışmayız.” deselerdi bugün kelâm ilmi olmazdı, İslam felsefesi olmazdı. Bu ilimler nereden çıkıyor? Açıkçası, Kur’ân’ın tartışılmasından çıkıyor. O zaman “İslam’da nass’lar var.” ifadesini “İslam’da menfi anlamda dogmalar var.” şeklinde çevirir ve anlarsak bu yanlış olur. Kur’ân’ın Allah’ın sözlerinden ibaret olduğu, akıl ile kabul edilebilen bir gerçekliktir. Menfi dogmalarda ise aklın az veya çok hiçbir dahli yoktur. Nitekim Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu gerçeği, akletmekle görülebildiği için Kur’ân bizi pek çok ayette bizatihi aklı kullanmaya çağırır:
“…Umulur ki düşünüp anlarsınız.” (En’âm, 6/151)
“…Bunları düşünemiyor musunuz?” (Bakara, 2/76)
“Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklamaktadır.” (Bakara, 2/242)
“…Siz hiç düşünmüyor musunuz?” (Hûd, 11/30) (Âl-i İmrân, 3/65)
“…Bu, idrâki olanlara bir öğüttür.” (Hûd, 11/114)
“…Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.” (Ra’d, 13/3)
“…Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık.” (Âl-i İmrân, 3/118)
“…Hâlâ aklınızı kullanarak bu hakikati kavramayacak mısınız?” (En’âm, 6/32)
“…Elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde, ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara, 2/170)
Görüldüğü gibi bütün bu ayetler ve daha nicesi İslam’ın düşünceye dayalı bir din olduğunu, düşünerek anlamanın ve gerçeği görmenin mümkün bulunduğunu, akletmeden gerçeğe varmanın kabil olmadığını açıkça belirtmektedir. O zaman Allah, kullarına akıl vererek onları hayvanlardan şerefli bir konuma yükseltmişse adaleti gereği de akletmeyi onlardan beklemektedir. Ayrıca yine adaleti gereği, peygamberler, elçiler göndermeden de sorumlu tutmamaktadır. Çünkü Allah’tan gelen elçiler akıl sahibi her insanı ikna edecek bilgi, beceriye sahip, yerinde mucizelerle desteklenen üstün akıllı, üstün ahlaklı, her konuda güvenilebilecek üstün şahsiyetlerdir. Bunlara rağmen inanmayanlar ise ancak aklını doğru kullanmayanlar, heva ve heveslerine uyanlardır.
İslam fıkhında herkesin bildiği bir mesele vardır ki, bir kişinin İslam’dan mesul olması, ibadetlerden sorumlu olması için belli şartlara haiz olması gerekir. Yani öncelikle akıllı olması, akıl baliğ (yetişkin) olması, baskı altında olmaması, özgür irade sahibi olması… Yani Kur’ân’ı okuyacak, evrene bakıp yaratılmışlar üzerinde tefekkür edecek, nefsine bakacak, her şeyi akıl terazisinde ölçecek, tartacak ve aklına yatıyorsa buna inanacak. Böylece Müslüman olacak. Dolayısıyla Müslüman aklını kullanan ve ona göre yaşayan kişidir.
Sonuç olarak söylediklerimizi özetlersek, dogmaların varlığı insanları fanatik bağnaz yapmaz. İnsanları fanatik yapan delilsiz dogmalardır. Mesela her fırsatta cahilce, dindarları dogmatiklikle suçlayan ateistler, delilsiz dogmatik insanlardır. Delilli dogmatikler ise muhafazakârlar, dindarlardır. İnsanların huzurlu yaşaması için, yukarıda ispat ettiğimiz gibi yerinde dogmatik olmaya ihtiyaçları vardır. Bunu reddetmek önce akla, sonra fıtrata, sonra insan psikolojine terstir. İslam dini, aklı kenara koyan bir din değil; aklı kullanmayı özellikle isteyen, tavsiye eden bir dindir. Zira İslam’da, aklın doğruları ile imanın doğruları birbiriyle çatışmaz, aksine uyum içindedir. Şu var ki gözleme ve deneye dayalı ispatlarda olduğu gibi İslam ispat edilemez. Çünkü neticede o, gayba iman etmeye bizi çağırır. Fakat gayba iman ederken aklı, mantığı, sağduyuyu, ilmî müspet her bilgiyi kullanmamızı öğütler. İslam, dogmatik ve fanatik olmaya zorlamaz. Çok güçlü deliller yoluyla ulaşılabilecek bir hakikate iman etmeye ve teslim olmaya bizi çağırır. Şu gerçek de istidlali bilginin yapısı gereği bilinmelidir ki deliller yoluyla yapılan tüm ispatlarda akıl bizi belli bir sınıra kadar götürür, sonra kalan boşluğu iman ile tamamlamak gerekir. Bu boşluğun doldurulması müspet anlamda bir dogmatiklik olup aklın yine akla müsaade etmesi şeklinde yorumlayabileceğimiz bir sıçramadır. Bu anlamda semavî dinlerin hiçbirisi asıl haliyle menfi anlamda dogmatik değildiler. Onları tarih içinde dogmatik hale getiren, dindarları ve din adamları olmuştur. Skolastik dönem kilisenin durumu buna çok güzel örnektir… İslam içinde de dinin özünde olmasa da, yaşadıkları İslam’ı menfi anlamda dogmatik bir hüviyete büründüren mezhepsel yaklaşımlar olmuştur, hâlâ da vardır. Ama İslam’ın özü buna müsaade etmez, bilmek gerekir.”
“Kelâm âlimleri imana ulaşmanın üç yolu vardır demişler. İnsanlar üzerinde bu iman kabiliyeti üç şekilde tezahür edebiliyor.
1- Taklidî iman: Aklı devreye sokmadan dogmatik bir yaklaşım tarzıyla yapılan iman.
2- Diyalektikle, cedelle iman: Salt akıl kullanılarak varılan sonuca göre imandır.
3- Tahkikî iman: Eleştirel akılla, yani akla akıl kadar değer vererek elde edilen imandır. İçinde hem akıl hem bilim, araştırma hem de yerine göre sezgi, taklit ve dogma bulunan imandır. Ama buradaki dogma müspet bir dogmadır. Zira burada yapılan akıl ve araştırma neticesinde, güçlü delillerle o dinin gerçekliği ortaya konduktan sonra yapılan akıl sıçramasıdır. Hiçbir sorgulama ve araştırma yapmadan, objektif olarak akli argümanlar ortaya koymadan bir şeye iman ise menfi dogmadır, bu ikisinin ayrımı çok iyi yapılmalıdır.
İmanın bu üç şeklinden başka bir de tecrübî deliller vasıtasıyla elde edilen ve özel olarak bu tecrübeyi yaşayan kişileri bağlayan iman vardır. Bu tecrübî deliller kelam âlimlerince kesin delillerden kabul edilir. Allah’tan gelen feyzler, yaşanan olağanüstülükler, kerametler, mucizeler, manevi haller, Rahmanî rüyalar, tecrübî delillerdendir. Tasavvuf yolu da aslında tecrübî deliller yoludur. Tasavvufla iştigal eden, bunun hakkını veren insanlar tecrübî delillerle, aklen ve kalben tam bir itminan haline ulaşır, bütün şüphe ve şirk kirlerinden arınır ve şu ayete muhatap hale gelebilirler:
“Ey nefs-i mutmainne (kâmil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefs)! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbin’e dön!” (Fecr, 89/27-28)”
Taklidî İman, Hiç Delilsiz İnanmaktır
“Taklidî iman, hiç delilsiz inanmaktır. Yani aklı devreye sokmadan dogmatik bir yaklaşım tarzıyla yapılan imandır. Gelenek ve kültür olarak gelen dinî inanışlara dededen, babadan gördüğü ile iman eden ve bu kabul ettiği dinin doğruluğunu hiç araştırmaya ihtiyaç hissetmeyen kişilerin imanı buna örnektir. Böyle hiç delil getirmesen, ecdadını taklit etsen de bu imanın geçerlidir. Ama bu kişiler İslam’ın dışında bir dine mensup bulunsalardı ne yaparlardı, bu ciddi bir sorudur. Araştırmadan, tahkik ve tetkik etmeden, varlıklar ve yaratıklar üzerinde Allah’ın sanatını müşahede etmeden, bu kâinat Allah’ındır diye iman eden kişiler felsefe ve inkârcı fikir karşısında imanını muhafaza edemeyip kolayca şüpheye düşebilirler. Çünkü taklidî imanda; insanın en önemli yetileri olan akıl, kalp, ruh, vicdan gibi melekelerinde iman perçinlenip kökleşemez. Bu yüzden, az bir şüphe ve inkâr karşısında dayanamayıp çabuk sönebilirler. Bu nedenle kelâm âlimlerinin hemen hepsi itikadî konularda akıl yürütmenin vacip olduğunu söylerler. Ancak Eşarîlere ve Maturidîlere göre, taklit yoluyla iman eden kimse, istidlali terk ettiği için günahkâr olmakla birlikte, mü’mindir. İslam’ın tasvip ettiği, önerdiği imanda biraz araştırma, biraz tahkik olmalıdır. Küçücük bir delil de olsa onunla iman eden, tahkikî iman sahibi olur ki bu hiç zor bir şey değildir.”
Diyalektikle İman, İslam Âlimlerinin Reddettiği, Hoşlanmadığı İmandır
“Diyalektikle iman, İslam âlimlerinin reddettiği, hoşlanmadığı imandır ki her şeyi araştırarak imandır. Bu hoş olmayıp sapıklığa kadar götürür. Burada, istidlalî konuları, gaybî konuları, objektifmiş gibi ele aldığın için işi baştan kaybediyorsun. Subjektif konuların belki varlığından söz edilebilir, mahiyetlerinden asla söz edilemez. Onun için bütün gaybiyat ya da bütün metafizik konular fizikileştirilemeyeceğine göre, yani imanî konular bilgi konusuna getirilemeyeceğine göre, bu ispat duyularla yapılan deney ve gözleme dayalı ampirik ispat gibi objektif ispat değildir.
İman kalpte olur, akılda değil. Yani iman meselesi kalp ağırlıklıdır, bilgi meselesi akıl ağırlıklıdır. Eğer imanla bilginin farklı olduğunu anlayabilirsek, bilgi ağırlıklı değil de sezgi ağırlıklı iman ederiz. Ancak bu, imanda bilgi yok demek değildir. İmanda da bilgi vardır ve epistemolojik değer açısından da objektif bilgi olmasa da istidlali bilgi olduğu için kesin bilgi sayılır. Bu bilginin ampirik bilgiden tek farkı ucu açık, soruya açık bilgi türü olmasıdır. Buradaki ucu açıklık, istidlali bilginin kesinliğine asla zarar vermez. Tabiatı gereği ucu açıktır, zayıflığından değil. Öyleyse aklı yok saymayalım ama ona altından kalkamayacağı işi yüklemeyelim. Zira aklını istediğin büyüklükte bilgiyle donatsan bile yine de imanî mevzuları 2+2=4 gibi ispat edemezsin. Zira iman mevzuları yapısı gereği akıl ile tam olarak ispat edilip soru kalmayacak şekilde kapatılamaz, bu sebeple inanç, bilgiden ayrıdır. Bilgi başka, inanç başkadır. Bilgi şudur: Ben şu kumandayı bilirim, karşımda duran kişiyi bilirim. Ama mutfakta kim var bilemem, ancak inanabilirim, bilmem söz konusu değildir. Bilmem için oraya gitmem lazım. Bundan dolayı inanç ile iman farklıdır. İnanç, test edilebilen imandır; iman ise test edilemeyen inançtır. Dolayısıyla İslam’ın imanı test edilemez. Ancak ahirette onun doğruluğunu objektif olarak görebiliriz. İmanın test edilememesi onun yanlış olduğunu göstermez. Bilakis İslam imanında istidlali bilgiyle beraber subjektif kesinlik vardır.”
Nefs-i Emmare İnkâra Meyillidir, Tezkiye Olmadan Sorulardan Vazgeçmez
“Şekerin tadını alamayan bir hastayı düşünün. Ona şekerin tadını anlatsanız da anlamaz, anlaması için tatması lazım. Şekeri tatmadığı için, içinden şekeri inkâr eder. Terbiye ve tezkiye görmemiş haliyle ham nefs, şekeri tatmayan adama benzer. Bu kişilerin nefsine “nefs-i emmare” denir. Bu Kur’ânî bir tabirdir ve ham haliyle bu nefs inkâra meyillidir. Nefs, tezkiye olup da Kur’ân’da bahsi geçen “mutmain nefs” haline gelene kadar da kâfirliğini devam ettirir. Peygamberlerin ve velilerin dışında tüm insanların nefsi, emmare karakterlidir. Böyle olunca istediğin kadar uğraşsan da delille nefsi tam ikna edemez, imanî hakikatleri ona daha soru soramayacak şekilde ispat edemezsin. Bu durumda kelâm âlimleri; o zaman boşuna salt delil yoluna girme, sana yetecek kadar delil bul yeter, diyorlar. İmam-ı Rabbani’nin görüşü de böyledir, ben de bu görüşteyim. Ayrıca bu konuda bütün görüşleri, delilleri ile bilirim.”
“İstidlalî İspat” Ne Demek?
“İmam-ı Rabbani “istidlalî ispat” diyor, ampirik (deneysel) ispat değil. “İstidlalî ispat” ne demek? Delillerin götürdüğü yere kadar gidip sonra küçük bir sıçrama yapmak. Bu yaklaşım asla menfi dogmatiklik değil. Mesela pencereden giren güneşin ışığını görüyor, ısısını hissediyorsun. Ama pozisyonun gereği havadaki güneşi göremiyorsun. Bu durumda “Dışarıda hava güneşli, gökyüzünde güneş var.” demek dogmatiklik midir? Hayır, güneşin ışığı ve ısısı gibi iki güçlü delille “güneş var” demek katı bir dogma olmaz. Veya bu dogma, hiç araştırma yapmadan inanılan menfi dogma gibi olmaz, bu yüzden buna müspet dogma diyoruz. Tam tersi, bu örnekteki gibi bir durumda “dışarıda güneş var” diyen değil, bu güçlü delilleri görmezden gelerek güneşi inkâr eden veya agnostik (bilinemezci) yaklaşan kişi katı dogmatiktir. Tıpkı ateistlerin veya agnostik ateistlerin yaptığı gibi… Evet, güneşi bu durumda kim inkâr eder? Herhalde hastalıklı beyinler ve bir de aklı değil, önyargıları devrede olan art niyetliler. İşte bu şekilde deliller ve araştırma ile yaklaşıma “istidlalî ispat” denir ve bu anlamda “istidlalî ispat” “ampirik (deneye dayalı) ispat” gücündedir. Kur’ân’da bu ispat şekline bazen “burhan” bazen de “sultan” deniyor. Dolayısıyla en yüksek düzeyde ispattır.
“Ey insanlar! Size Rabbiniz’den burhan (kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur (Kur’ân) indirdik.” (Nisâ, 4/174)
“Celâlim hakkı için Musa’yı da ayetlerimizle ve bir sultan-ı mübîn (delil) ile gönderdik.” (Hud, 11/96)
Burhan ve sultan kelimeleri görüldüğü gibi hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran bütün şüpheleri gideren kesin delil, kanıt, hüccet anlamlarında Kur’ân’da kullanılmıştır.
Güneş örneğinde olduğu gibi iman mevzuu şeylerin bir tarafı perdeli olup o ucu soruya açıktır. Yani yapısı gereği istidlalî ispatın bir ucu soruya açıktır. Bütün gaybî hakikatlerin bir ucunun soruya açık olması bundandır. Dolayısıyla boşuna uğraşma; kendi içinden gelen soruları da susturamazsın, karşıdaki kişinin sorularını da susturamazsın. Ancak delili ortaya koyar, sonra aklına gelen sorulara “Kesin sesinizi!” dersin. “Kesin sesinizi!” demen fanatiklik ve katı dogmatiklik değildir. Katı dogmatiklik, delilsiz inanmaktır. Sen istidlalî bilgiyle, delil ortaya koyduktan sonra, bu bilgi türünün yapısından kaynaklanan ucu açıklıktan meydana gelen tüm sorular, artık epistemolojik değeri olmayan vehimler ve vesveseler hükmündedir. Vesveseye aldırmamak da menfi dogmatiklik değildir. Karşı delilleri reddetmen, gerçek deliller olmadığı için gayet normaldir. Neden? Çünkü sen delil ortaya koydun ve inandın. İnanmak sana “subjektif kesinlik” duygusu verdi. “Subjektif kesinlik” duygusunda sen delille hareket ettiğin ve inancına zıt her şeyi saçmalık olarak gördüğün için başka şeyleri dinlememen menfi dogmatiklik değildir. İnandığın şeylere delilsiz inanırsan duymazlıktan gelirsen bu menfi dogmatikliktir.”
Kur’ân Menfi Dogmatikliği Değil, Tahkikî İmanı Tavsiye Eder
“Kur’ân baştan aşağı, aklı kullanarak gerçeğe ulaşmaktan yani ispattan bahseder. Dogma, aklın ve araştırmanın karşısındadır. Bundan dolayı Müslümanlarda; “Bu konular nasıl olsa araştırılmış ve ispat edilmiştir.” diye bir inanç hâkimdir. Yani Müslümanlıkta güçlü bir şekilde “delilli bir din” duygusu vardır. Batılılarda böyle şey yok, “İnanıyoruz, çünkü saçmadır.” mantığı vardır, gerisini siz hesap edin… Batılıların da Allah’ın varlığı ile ilgili çok sağlam delilleri var. Allah’ın varlığını ispat, diğer semavî dinlerin mensuplarında da aynıdır. Allah’ın varlığının delilleri kâinatta çoktur. Ancak Hristiyanlar bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın varlığına olan güçlü delilleri sanki Hristiyanlığın varlığına delilmiş gibi algılayarak Hristiyanlık ve Yahudiliğe inanma konusunda menfi dogmatiklikten kurtulamamış, araştırmadan körü körüne inanmayı sürdürmektedirler. Bu yüzden diğer dinleri araştırmazlar, direkt geçerler. Elbette Allah varsa din de açık olarak vardır. Ahlâk kuralları dinsiz olmaz. Ahlâk ise hukuksuz, hukuk da ahlâksız olmaz. Buradan çıkan sonuca göre din şarttır. Din şart olduğuna göre; çok kolay bir şekilde, Allah’ın varlığını herkes ispat edebilir. İmâm-ı Âzam da böyle yaklaşıyor. Hanefiler bu yolla, nübüvvetin ve peygamberin gerekliliği çok kolay ispat edilebilir, bu açık diyorlar. Ancak İmâm-ı Âzam’ın dediği ispat herkesin anladığı ispat değil, ‘istidlalî ispat’tır.”
Küçücük Bir Delil De Olsa Onunla İman Eden “Tahkikî İman” Sahibi Olur
“Tahkikî iman her şeyi ispat etmek demek değildir, bir delil yeter. Küçücük bir delil de olsa onunla iman eden “tahkikî iman” sahibi olur. Mesela gözleri ele alalım; gözlerin tesadüfen oluşması imkânsızdır. Bir gözün görebilmesi için 30-40 tane tesadüfî katkının bir anda olması gerekiyor. Sırayı beklersen göremezsin. Göz organının, böyle 30-40 tane tesadüfî katkının aynı anda olmasıyla oluşabilecek milyonlarca kompleks yapısı var; bunlara göre göz organı tesadüfen asla oluşamaz. Bunun gibi kâinatta binlerce delil var. Bunlardan biriyle inanan kimse “tahkikî iman” sahibidir, diyalektik imana ihtiyaç yoktur. Eski dilde dünyevî şeyleri ispat etmek için kullanılan yöntemlerle Allah’ın varlığını ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ispat etmek saçmalıktır. Ben insanlara merhametimden, onlara yardım için bilerek bu cedel yoluna girdim. Ama asla benim imanî kaybım olmadı. Çünkü Allah’ın yardımıyla benim çok özel önemli tecrübî delillerim vardı. Neticede hem çok güçlü bir mutasavvıf hem de çok güçlü bir kelâmcı olarak bu işin altından kalktım. Yemin ederim vallahi, billahi, tallahi; bırak insanları, bir stadyum dolusu şeytanla tartışır ve onları mat ederim. O kadar bilgime güveniyorum, yeter ki adaletli olsunlar. Rabbim’in yardımıyla ben yürüyen bir imanım. Bir şeye inanıyorsam etrafımdakiler o şeye inanmazlarsa acırım onlara. İşte açıkça söylüyorum: Benim inandığım bir şeye, sırf aklıma ve araştırmalarıma güvendiği için inanan bir Müslüman, taklidî iman sahibi değil, tahkikî iman sahibidir. Çünkü aklını kullanmıştır. Aklını delillerle uğraşarak değil de ömrünü delillerle uğraşarak heder eden benim gibi bir insana inanarak en büyük akıllılığı yapmış ve tahkikî imanı elde etmiştir. O yüzden, Müslümanların taklidî imanının caiz olup olmaması taklit ettiği kişiye göre değişir. Buna rağmen İslam tarihi, taklit etmeye değer iman ve ahlak kahramanlarıyla dopdoludur. Hristiyan ve Yahudilerde ise fanatik, katı dogmatik, körü körüne iman kahramanları vardır. İşte İmam-ı Rabbani diyor ki: “İslam dünyasında taklidî iman olmaz.” Nedeni ise Müslümanların arasında böyle adamların olmasıdır. Müslümanlar da bunun farkında, bunu biliyorlar. Kelâm âlimleri diyor ki: Hz. Muhammed (s.a.v.) mucizelerle gelmiş. Mucizelerle geldiğine göre getirdiği Kur’ân’ın varlığı, Allah’ın da delilidir. Aynı onun gibi aklına, ahlâkına, ilmine şahit olduğun yakınlarından bir âlimi taklit et. Böyle düşünerek taklit etmek ise asla taklidî iman değildir, bu tahkikî imandır. O zaman Şenel İlhan Beyefendi inanıyorsa ben de inanıyorum demek tahkikî iman sayılır, taklidî iman değil… İnsanın kendinden akıllı birine tâbi olması gayet normaldir, hatta akıllılık ve gerekliliktir.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.