“Fosil Yakıt Medeniyeti” kavramından ne anlamalıyız?
Günümüzün modern uygarlığı, yer altında bulunan büyük enerji depolarını, yani bitimli ve yenilenemez fosil yakıtları yer üstüne çıkararak dönüştürme ve kullanma üzerine kurulmuştur. 20. yüzyıla girerken %90 oranında olan bu bağımlılık, 120 yıl sonra sadece %5 azalarak %85’e düştü. Kömür üretimi 800 kat artarak yıllık 8 Gt (Gi- gaton – milyar ton)’a, Petrol, 140 yılda 450 kat artarak yıllık 4.5 Gt’a, doğal gaz ise aynı dönemde 3500 kat artarak 3.5 trilyon metreküpe ulaştı. Bu süreç boyunca, kullanımda artan yaklaşık 3 katlık “dönüşüm verim oranı”nı da hesaba katarsak toplam faydalanılan enerji miktarının devasa niteliği daha iyi anlaşılır. Petrol eşdeğeri olarak dünyanın 19 Gt olan yıllık birincil enerji miktarının %25’i elektriğe dönüşüyor. Elektriğin artış hızı daha da yüksek.
Sanayi öncesi toplumların kullandıkları enerji, dolaylı da olsa, temelde güneş enerjisi ile oluşan biyokütle çeşitlerinden sağlanmıştı büyük ölçüde. Fosil yakıtlarla gelişen medeniyetin kullandığı toplam enerji miktarı özellikle elektriğin yaygın kullanımıyla devasa artış gösterdi. Örnek verirsek, ilkel dönemde 5-7 Gj (Gigajül) arasında olan yıllık ortalama kişi başına enerji tüketimi, kadim medeniyetlerde biraz yükselmiş (10-20 Gj, örneğin Roma’da 18 Gj/kişi), sanayi devrimine kadar en fazla 22 Gj/kişi olmuştur. Bu rakam, 1910 yılının İngiltere’sinde 153, ABD’sinde ise 150’dir. 100 yıl sonra 21. yüzyıl başlarında ABD 300’e ulaşırken Avrupa ortalaması da 150’yi geçmiştir.
Yer altındaki enerji depolarını boşaltıp onları yer üstünde enerjiye dönüştürme ve bu enerjiyle de iş yapma süreçleri sadece fiziki dünyayı değiştirmekle kalmadı, içinde yaşadığımız toplumları, ilişkileri ve yaşam biçimlerini de derinden etkiledi ve dönüştürdü. Enerji kullanımı tarımda, teknolojiyi (hayvandan makina gücüne) dönüştürdü, verimlilik ve hasatta devasa ilerlemeler sağladı. Hızlı sanayileşmeyi, ardından yaygın biçimde kentleşmeyi getirdi. Ulaşımın yaygınlaşması, hızlanması ve kolaylaşmasını sağladı. Bilgiye erişimi ve iletişim kapasitesini muazzam şekilde genişletip kolaylaştırdı. Bütün bu gelişmeler ekonomik büyümenin uzunca bir süre devamına, nüfusun önemli bir bölümünün refah ve zenginliğe kavuşmasına ve yaşam kalitesinin her açıdan yükselmesine imkân sağladı. Bugünün yeni ve yoğun biçimde enerjiye dayalı hizmet ekonomileri böylece oluştu.
Rakamlarla da örneklediğimiz bu muazzam dönüşümün bedeli ise dünyamıza, çevremize ve yaşamımıza yansıyan olumsuz dışsallıklardır. Yüksek enerji ihtiyacı ve kullanımının yol açtığı sonuçların bir kısmı açık ve net olarak hemen görülmüşken bir kısmı nesiller sonra ortaya çıkabilmektedir. Fiziki dünya ve yaşam biçimlerinden başlarsak, modern şehirler fosil enerji akımlarının yarattığı enerji yoğunluklarının eseridir. Şehirleşme büyük ölçüde, tarımın-kırsalın itme (teknoloji) ve şehrin çekme (sanayileşme) güçleri sonucu gerçekleşti. Fosil yakıt uygarlığı hem şehirlerde ve sanayi bölgelerinde hem de kırsal alanlarda yoğun çevre kirliliğine (hava, su, gürültü, toprak, ormansızlaşma, kentlerde sağlıksız yaşam ve kent yoksulluğu, ekonomik eşitsizlikler) yol açtı. Bir tarafta yaşam kalitesi artarken öte tarafta aynı derecede şanslı olamayan milyarlarca insan artan refahtan ve yaşam konforundan pay alamadığı gibi (elektriğe erişimi olmayan yüz milyonları düşünelim) bu medeniyetin getirdiği olumsuzluklardan orantısız bir şekilde etkilendiler.
Fosil yakıta dayalı medeniyetin siyasi alandaki en belirleyici ve görünür olumsuz etkisi, bu kaynaklara erişim için gösterilen çaba, yarış ve rekabetin zaman zaman büyük savaşlar da dâhil, genelde uluslararası gerilimlere yol açmasıdır. Bu konu teorik planda gelişmiş ülkeler arasında enerji güvenliği kavramı çerçevesinde ele alınır. Enerjinin fiyatı ve kaynaklara sahiplik, erişim, ulaşım ve bunun sürdürülebilirliği çok kritik bir konudur. Kontrolsüz bir şekilde hızlanan silahlanma yarışı da bu konuyu daha tehlikeli boyutlara taşımıştır. Siyasi alanda en önemli nihai etkinin, demokrasinin başlangıcındaki vaadine ters olarak, zaman zaman ortaya çıkabilen, karar süreçlerinin ve mekanizmalarının merkezileşmesi, tek elde toplanma eğilimi olduğunu söyleyebiliriz. Kamu yönetimlerinde ve iş dünyasında da izlenebilen bu eğilimin en önemli sebebi, muhtemelen yüksek ve yoğun düzeyli birleşik-bütünleşik yapılar ve kontrol sistemleridir. Bu durumun yansımaları insanlık ve medeniyet adına çok yıkıcı sonuçlara yol açtı geçmişte (Büyük savaşları başlatan saldırganlıklar, her türden diktatörlükler, OPEC oluşumu gibi merkezi-tekil kontrol örneklerinde olduğu gibi).
Bütün alanlardaki çok yönlü etkilerine karşın, fosil yakıt medeniyetinin en çarpıcı ve tehlikeli etkisi, çevre ve iklim alanındadır. Yerel ve fiziki çevre kirlilikleri konusuna ilave olarak günümüzün en önemli meydan okuması ve insanlığın bugün için en önemli varoluş sorunsalı küresel ısınma ve iklim değişikliği meselesi gibi görünüyor.
Kısacası, enerjinin iklim krizini çözmesi gerekiyor. Bu ise ancak yeni bir enerji dönüşümü ile mümkün görünüyor. Hem enerji, çevre ve iklim ilişkisi hem de enerji dönüşümleri konusu bundan sonraki bölümlerde bütün boyutları ile ele alınacak.
Kaya gazı ve petrolüne dair neler söylemek istersiniz? Niçin bu kadar önemli, nerelerde var?
Kaya gazı ve petrolü, ABD’nin enerji bağımsızlığı hedefini gerçekleştirmekle kalmayıp, enerji süper gücü olma yolunda ilerlemesine çok büyük katkı sağladı. Bu nedenle hem teknolojik hem jeopolitik olarak bir enerji devrimi olarak nitelendirilmesi yanlış değildir.
Kaya gazı ve petrolünün konvansiyonel gaz ve petrolden aslında bir farkı yoktur. Yalnızca kayadan çıkarıldığı için adı “kaya gazı”dır! Yani fark, biraz bulunduğu yer ve sondaj ile yer üstüne çıkarılma yöntemleriyle ilgilidir. Konvansiyonel gaz ve petrolden tek farkları, bulundukları yer ve çıkarılma yöntemidir. Kaya gazı ve petrolü, konvansiyonel gaz ve petrole göre daha düşük geçirgenlikli kayalarda ve derindedir. Diğer deyişle, “Konvansiyonel olmayan” enerji kaynakları sınıflamasında yer alan kaya gazı, adını içinde bulunduğu kayaç türünden alan, “shale” adı verilen, kil, kuvars ve kalsit minerallerinden oluşan tortul kayacın küçük gözeneklerinde bulunan gazdır (Sevim, 2014). Kayadan gaz, yerin belli derinliklerinde, geçirimsiz tortulu tabakalar arasında yatay sondaj veya “hidrolik çatlatma” (Hydraulic Fracturing, ya da daha popüler tabiriyle “fracking”) ile çıkarılmaktadır. Yani yerin yüzeyinden, yerin derinliklerinde bulunan geçirimsiz gaz tabakasına sondaj boruları ile ulaşıldığında, bu borulara 90 derece eğim verilerek yatay sondaj ile gözenekler arasında uygulanan basınç yöntemi ile burada bulunan gazın serbest hale getirilerek yüzeye çıkartılması işlemi olarak belirtiliyor. Bu basıncı uygulayabilmek için ise çok yüksek miktarda su, kum ve çeşitli kimyasal maddelerin karışımından yararlanılıyor. (Bozdemir, 2014)
Yatay sondaj ve hidrolik çatlatma yöntemi ilk kez 1998 yılında Teksas’ta denendi. ABD’de bu teknolojinin gelişmesi, uzun yıllar süren çalışmaların ve 200.000’den fazla kuyuda çatlatma simülasyonlarının yapılmasıyla gerçekleşebildi. Kaya gazı ekonomik anlamda ilk olarak, 2003 yılında ABD’de Barnett sahasında çıkarılmıştır. Amerikan Enerji Bilgi Dairesi (Energy Information Administration- EIA)’ne göre, kaya gazı rezervlerinin bulunmasıyla birlikte ABD’de toplam doğal gaz rezervlerinin (konvansiyonel + kaya) 90 yıl boyunca tüketimi karşılamaya yeteceği öngörülmüştür. Türkiye de dâhil olmak üzere toplam 46 ülkede toplam 7,576.6 trilyon metreküp kaya gazı, 418,9 milyar varil kaya petrolü rezervinin olduğu USGS (Amerikan Jeoloji Enstitüsü) tarafından kabaca tahmin edilmektedir. Buna göre, en büyük rezerv Çin’dedir. Kaya gazı üretiminde hem teknoloji hem de miktar açısından açık ara lider konumda olan ABD ise rezerv bakımından dördüncü sırada yer almaktadır. Mevcut durumda ABD büyük miktarda fiilî bir üretici iken, Kanada, Avustralya ve Çin gibi ülkeler de az da olsa farklı miktarlarda kaya gazı üretmektedir. Türkiye ise rezerv açısından 23,6 trilyon metreküp kaya gazı rezervi ile 32. sırada, 4,7 milyar varil kaya petrolü rezervi ile de 20. sırada yer almaktadır. (Melikoğlu, 2014)
Kaya gazı birçok açıdan gerçek bir enerji devrimi niteliğindedir (Yergin, 2020). İlk olarak, uluslararası enerji pazarları ve enerji politikaları açısından bir oyun değiştirici olarak kabul edilmelidir. Rusya 2008 yılında en büyük doğal gaz üreticisi iken, 2009 yılında en büyük doğal gaz üreticisi ABD olmuştur. Kaya gazından önce (1953 yılından 2009 yılına kadar) ABD doğal gaz ithalatçısı bir ülke iken kaya gazı üretimi ile ABD doğal gaz ihracatçısı konumuna gelmiştir. 2040 yılında ABD’nin küresel doğal gaz üretimindeki payının %24, Rusya’nın ise %14 olacağı ve doğal gazda ABD’nin liderliğini pekiştirerek koruyacağı beklenmektedir. Bu nedenle kaya gazı uluslararası enerji piyasalarında gerçek anlamda bir oyun değiştirici olarak kabul görmektedir. Gelecekte de kaya gazının çok önemli bir enerji kaynağı haline geleceği ve ABD’nin mevcut enerji ve ekonomik liderliğine güç katacağı vurgulanmaktadır. Bunun nedeni olarak da kaya gazı üretiminin öncelikle esnek üretim, gelişmiş teknoloji ve hukuk sistemi nedeniyle en çok ABD’de gerçekleştirilebileceği belirtilmektedir.
Kaya gazı üretiminin artması, ABD ekonomisinde şimdiden çok olumlu gelişmeler yaşanmasına yol açmıştır. 2010’dan sonra ticari olarak üretimi hızla artan kaya gazı ile 200.000 yeni iş imkânı oluşmuştur. Kaya gazında arz bolluğu yaşanması nedeniyle ABD’de doğal gaz fiyatlarında düşüş yaşanmıştır. Bunu fırsat bilen petrokimya üreticileri ABD’ye yönelerek 2012-2014 yılları arasında ABD petrokimya endüstrisinde %30-40 arasında bir kapasite artışına yol açmıştır. Doğal gaz ABD’de enerji alanında en ekonomik yakıt haline gelmiş ve kömürü ikame etmeye başlamıştır. Bu kapsamda elektrik üretiminde payı da her geçen yıl artmaktadır. Kısacası, kaya gazı ve petrolü ABD Milli gelirini %1,5 civarında artırmış ve ekonomik canlanma sebeplerinden biri olmuştur. ABD’de kaya gazı üretiminin artması ile ABD’nin doğal gazda ve petrolde Orta Doğu’ya olan bağımlılığı bitmiştir (Uyanık, 2017; Yergin, 2020). Diğer bir etkisi ise ABD’de kömür tüketimini azaltması olmuştur. Kömür tüketiminin azalması ile ABD, kömür ihracatına başlamış ve yıllık ihracatı yaklaşık 50 milyon dolar artmıştır.
Farkının çıkarılma yönteminden kaynaklanması gibi çevreye etkileri de yine bu yöntemden kaynaklı olarak farklılaşmakta ve çok boyutlu hale gelmektedir. Öncelikle kaya gazının ve petrolünün çıkarılması diğer konvansiyonel gaz ve petrol kaynaklarının çıkarılması işleminden daha maliyetlidir. “Fracking” nedeniyle de bu gazın çıkarılmasının çok sayıda öngörülebilen veya öngörülemeyen çevresel ve ekolojik riskleri barındırdığı ifade edilmektedir. Örneğin küçük bir kaya gazı kuyusundan, belirtilen basınçlı yöntem ile gaz çıkarılabilmesi için 11 ile 30 milyon litre arası suya ihtiyaç duyulmaktadır. (Cremonese vd., 2015) Bir araştırmaya göre de bu miktar, Avrupa’da 10 bin kişinin bir yılda tükettiği toplam suya eşdeğerdir (Aitken vd., 2012). Bu durum, 2012 yılında ABD’de yaşanan şiddetli kuraklık ve su kıtlığında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmış ve önlem olarak Teksas ve Kansas eyaletlerinde sahada çalışan firmaların faaliyetlerinin durdurulması yönünde kamuoyu baskısı oluşmuştur. Hatta Pensilvanya eyalet yönetimi, şirketlerin ihtiyaç duyduğu suyun nehirlerden temin edilmesine izin vermemiştir. (Aitken vd., 2012)
Dünyada başka ülkelerde, özellikle Avrupa’da kaya gazı rezervleri mevcuttur. Rezerv açısından oldukça zengin olan Fransa, Hollanda ve Bulgaristan’da kaya gazı üretimi, çevre ve insan sağlığı bakımından sakıncalı bulunarak yasaklanmıştır. (Sevim, 2014) Bunun ardından, Alman kamuoyunda kaya gazına karşı tepkiler yoğunlaşmış ve sonuçta Almanya’da da benzer bir karar alınmıştır. Çalışma izni isteyen şirketler tarafından zararsız olarak nitelense de İngiltere ve diğer bazı ülkelerde yoğun tartışmalar sürmektedir. (Bozdemir, 2014)
Peki, kaya gazı sondaj ve üretim faaliyetlerinin yasaklanmasına kadar giden bu çevre ve insan sağlığı riskleri neler? Belirtilen başlıca zararlara ilişkin kaygıları şöyle özetlemek mümkün:
*Kaya gazı çıkarma işlemlerinde uygulanan yatay sondaj ve hidrolik çatlatmanın yerin altında boşluk ve yarılmalara neden olması. Bu boşluk ve yarılmaların da depremleri tetikleme ihtimali.
*Sondaj ve üretim sırasında basınçlı su ve kimyasal kullanımının çok yüksek olması ve bunun sonucunda yeraltı ve yüzey sularının kirlenmesi.
*Bu yerel ve bölgesel etkilere ilaveten, üçüncü ve belki de çok önemsenmeyen ekolojik risk ise kaya gazı ve kaya petrolü çıkartılırken, konvansiyonel olan petrol ve gaza oranla, (kuyulardan ve boru hatlarından) atmosfere çok daha fazla metan gazının salınması. Metanın karbondioksitten en az 20 kat daha fazla sera etkisi yarattığı dikkate alınırsa iklim değişikliği açısından olumsuz sonuçları ortadadır. (Cremonese vd., 2015) Özellikle bu durum nedeniyle doğal gaz ve kaya gazının görece de olsa çevre dostu imajı sorgulanmaktadır. (Uyanık, 2017)
Ayrıca, ağır vasıta trafiğinin çok artması sonucu yerel hava kirliliği, habitat bozulması ve tarımsal arazilerin amaç dışı kullanımı gibi etkiler de sayılmaktadır. (Krupnick vd., 2014) Kaya gazı ve çevre tartışmaları, Amerika’da üretim artışına paralel olarak yeni davalar açıldıkça ve bilimsel çalışmalar yapıldıkça artarak devam edeceğe benziyor.
Kaya gazı ve petrolündeki gücü ile ABD, uluslararası enerji piyasalarında Rusya’nın gücünü dengelemeye başlamıştır. Önümüzdeki yıllarda kaya gazı ve petrolü ile ilgili en önemli soru ise, ABD’deki bu devrimin diğer ülkelerde ne kadar ve hangi ölçüde tekrar edilebilir olduğudur.
“İklim Adaleti” nedir, nasıl sağlanabilir?
Temel enerji kaynakları olarak özellikle kömür, sonra petrolün ve gazın önce sanayileşme sonra kentleşme ile nasıl zenginlik yarattığını diğer sorularda ele almıştık. Özellikle de enerjiden kaynaklanan bu zenginlik ve medeniyetin bir nevi fosil yakıtlara dayalı bir sistem ve medeniyet olduğunu da belirtmiştik. İşte bu medeniyet (diğer bir deyişle kurulu düzen) birçok temel alanda yarattığı refah ve zenginliğin yanında, aynı zamanda dünya üzerinde birçok alanda da eşitsizliğe, mutsuzluk ve çaresizliklere, yoksulluk ve yoksunluklara, sömürüye ve en önemlisi de adaletsizliklere yol açmıştır. Bunlardan belki de en sonuncusu ve en az bilineni ama gelecek açısından bakıldığında en önemlisi iklim adaletsizliğidir.
İklim adaleti/adaletsizliği kavramını birbirleriyle yakından bağlantılı (biri geçmişten bugünü etkileyen, biri de bugünden geleceği etkileyecek olan) ve aslında tarihsel süreçte devamlılık arz eden iki bağlamda ele alabiliriz. İlk olarak, bugün küresel ısınmaya yol açan sera gazları salımının neredeyse %80’lik bölümü, son 250 yılda fosil yakıt enerjisi üzerine kurulup yükselen Batılı gelişmiş ülkeler (Rusya, Avustralya ve Japonya da dâhil) tarafından gerçekleştirilmiştir ki yalnızca ABD, toplamda %28’lik bölümden sorumludur (Adow, 2020). Bugün itibarıyla da bu ülkeler gelişmekte olan ülkelerle karşılaştırılınca çok daha fazla sera gazı üretmektedirler: ABD yılda 5,3 milyar (kişi başına 16,2) ton (Gt), AB 3,6 (kişi başına 7 ton). Orta ve alt gelir grubundaki ülkelerin tamamının ortalaması ise kişi başına 3,5 ton civarındadır. Toplam sera gazı salımlarının üçte birine yakınından (10 milyar ton) sorumlu olan Çin’in kişi başına miktarı 7,4 ton (ABD’nin yarısı) dur. Mutlak tezatı göstermemiz açısından, bir başka deyişle, karbon eşdeğeri olarak bir Amerikalı 581 Burundili’ye, 51 Mozambikli’ye, 35 Bangladeşli’ye eşittir.
Görüldüğü gibi enerji ve iklim değişikliğinin tarihi, adaletsizliklerle doludur. Fosil yakıt tüketimi ve ekonomisi aslında küresel adaletsizliğin kökenlerinde yatıyor. Bugünden geleceğe baktığımızda ise iklim değişikliğinin sonuçlarından en olumsuz etkilenecek ve orantısız biçimde zarar görecek olan ülke ve bölgeler görece az gelişmiş olanlardır. Bir diğer deyişle, iklim değişikliğinin ortaya çıkmasında en az sorumluluğu olan toplum ve ülkeler, sonuçlarından ilk ve en fazla etkilenmekte ya da etkilenecek olanlar gibi görünmekte. Bu temel adaletsizlik, iklim adaleti konusunun ikinci ve daha önemli boyutunu oluşturuyor. Kuraklık, sel ve diğer felaketler özellikle Afrika ve Güney Asya’daki geleneksel yaşam biçimlerini ve geçim kaynaklarını tehdit etmektedir. Bu felaketlerin sonu “yok olma” ya da “iklim mülteciliği”dir. Çünkü iklim değişikliğine uyum ve sonuçlarla baş etme konusunda bu fakir ülkeler büyük bir eşitsizlikle ve açmazla karşı karşıyadırlar: Felaketlerle başa çıkacak altyapıyı kurma ve geliştirme konusunda kaynak kıtlığı vardır, uyum politikaları ve uygulamaları için gerekli maliyetleri karşılamaları da imkânsızdır.
Doğrudan ekonomik zarara ilaveten, iklim etkilerinin (özellikle sıcaklık artışının) fakir ülkelerin gelecekteki ekonomik gelişmelerini orantısız biçimde olumsuz etkileyeceği net olarak belirlenmiştir. Hatta Sahra Altı Afrika’da %20 kişi başına milli gelir düşüşü öngörülmüştür. Öte yandan yine Sahra Altı Afrika’nın iklim değişikliğine uyum ve adaptasyon ihtiyacı ve talebi had safhadadır. Küresel uyum maliyetlerinin yarıya yakını Afrika’nın omuzlarına düşmektedir. (Adow, 2020) Batı ve gelişmiş ülkeler diğer başka alanlarda olduğu gibi iklim konusunda da dünyanın geri kalanına (gelişmekte olan ülkelere ve Güney’e, özellikle de Afrika ve Güney Asya’ya) çok şey borçludur ve o borcun vadesi çoktan gelmiştir. Peki, bu borcun en azından mali kısmı nasıl ödenir? Bir anda bütün Amerikalılar alışkanlıklarını değiştiremeyeceklerine, 200 yılda kurulmuş sosyo-ekonomik-politik sistemlerin temelini oluşturan enerji sistemleri bir yılda yerini başka sistemlere bırakıp enerji dönüşümleri gerçekleşemeyeceğine göre (ki gerçekleşse bile geçmişin hesabı açık duruyor) iklim adaleti nasıl sağlanacak?
Bunun en doğrudan ve kolay yolu Kuzey’den Güney’e (gelişmiş Batılı ülkelerden gelişmekte olan ülkelere) mali yardımlar ve teknoloji desteği. UNFCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) şemsiyesi altında 1992’den beri yürütülen müzakerelerin ve yıllık konferansların, varılan (varılamayan) anlaşmaların ana konularından biri de bu transferin nasıl gerçekleşeceği üzerinedir. Özellikle de ve en somut olarak, 2010 yılında Durban’da “Yeşil İklim Fonu” oluşturulmuş ve 2020 yılına kadar bu kapsamda 100 milyar USD’lik bir kaynak sağlanması kararlaştırılmıştı. Zengin Kuzey’in oluşturacağı bu fonun ihtiyaç sahibi Güney ülkelerinin;
a) uyum yeteneğini artırması; b) şimdiye kadar ki zarar-ziyanlarının karşılanması; c) düşük-karbonlu ekonomiye geçişlerine destek olması öngörüldü. Önemli bir başlangıç olmasına rağmen bugüne kadar fonlama tam olarak gerçekleşmediği gibi uygulama eksiklikleri de eklendi. Zengin Kuzey daha çok Güney’in artan emisyonlarını frenlemesi için baskı yapıyor yani sadece son madde için bastırıyor.
Oysa daha yolun başında 1992’de Zengin Kuzey “sorumlulukların ortak ama farklı” olduğunu kabul etmişti. Diğer amaçları bir kenara bırakarak sadece bir yıllık uyum ve adaptasyon maliyetinin 180 milyar USD olduğu hesaplandığına göre (Adow, 2020), hem iklim değişikliği ile mücadele hem de iklim adaletsizliğinin giderilmesine katkı anlamında yukarıda anılan 100 milyar USD’lik taahhüdün çok artırılması ve fiilen gerçekleştirilmesi gereği açıktır. Buna karşın mevcut durumda, Paris Anlaşmasının bağlayıcı olmayan statüsü ve Trump gibi liderlerin varlığı dikkate alındığında 2020 sonuna kadar taahhüt edilen transferlerin bile nasıl yapılabileceği konusu oldukça şüphelidir. Üstelik fonun çok büyük bölümü zarar tazmini ve adaptasyondan çok düşük-karbonlu ekonomiye geçiş çabalarının desteklenmesine yöneliktir. Bu durum hem küresel genel eşitsizliği hem de iklim adaletsizliğini giderme yolunda gerçek bir katkı yapılmasını engellemektedir. İklim değişikliğinin yol açtığı zarar-ziyan ve kayıpların giderilmesi ve süren etkilere karşı uyumun artırılması konusu en az ilgilenilen konular olarak kalıyor. Bu arada kaybedilen (ya da tam değerlendirilemeyen) sürede ise iklim değişikliklerinin etkisine olan kırılganlık özellikle Afrika ve Güney Asya’da artarak sürüyor.
Son olarak 2019 Madrid Zirvesinde bile, ABD, Rusya’nın da desteğini ve hatta AB, Japonya-Avusturalya’nın da örtülü rızasını alarak zarar-ziyan tazminine yönelik finansmanı artırma konusunda sunulan bir somut öneriyi de reddetmeyi başarmıştır. Bütün bu gelişmeler, fakir Güney’in, zengin Kuzey’in iklim konusundaki ciddiyet ve samimiyetini sorgulamasına yol açmaktadır.
İklim adaletsizliğini azaltmak için (özellikle Kuzey’in tazminat isteksizliği sürerse) en somut önerilerden birisi, zengin Kuzey’in kendisinin bir an önce düşük karbonlu ekonomiye geçişini sağlaması ve hedeflenen 2 derecelik ısınma için kalan karbon bütçesinin özellikle ekonomilerinin can damarı olan enerji alanında kullanılabilmesi için fakir Güney’e tahsis edilmesi olabilir. Sosyo-ekonomik gelişimlerini makul düzeyde sağlayabilmek adına yeterli ve güvenli enerji tedariki için gelişmekte olan ülkelerin buna ihtiyaçları olduğu gibi iklim adaleti açısından hakları da vardır, demek yanlış olmaz.
Görülen o ki, iklim konusunda uluslararası çabalara ve bütün bir retoriğe rağmen iklim adaletsizliğini giderebilmek için daha samimi, daha yapıcı ve kapsamlı çabalara ve hem güçlü hem de daha vicdanlı liderlere ihtiyaç var. Bir diğer deyişle, sonunda bir şekilde sağlanacağı kesin olmakla birlikte İklim Adaletinin gerçekleşmesi için biraz daha beklememiz gerekecek gibi duruyor.
Küresel enerji trendlerinde verilerle oynamak mümkün müdür?
Enerji sosyo-ekonomik yapılar ve politik sistemler üzerinde o kadar etkilidir ki gelecekte de enerjiye güvenli ve sürdürülebilir şekilde erişim sağlanabilmesi için çalışmalar yapılması gerçek anlamda bir beka meselesidir. Geleceğe hazırlanabilmek için ise “geleceğin doğru okunabilmesi” gerekir. Bu nokta o kadar hassastır ki geleceğin tamamiyle saf ve nötr anlamda tahmini ya da analizi diye bir şey yoktur. Bir başka deyişle, enerji analizleri ve tahminleri yapan birçok kurum, kuruluş, şirket, araştırma merkezi vs. yaptıkları çalışmalarda (ki bunlar çoğunlukla enerji görünümü “energy outlook” olarak adlandırılır) ve kullandıkları modellerde belli tarihsel göstergeler ve verilerden hareketle, teknolojinin gelişimine, piyasaların ve tüketicilerin davranışlarına ve siyasi karar alıcıların tepkilerine ilişkin tahmin ve analizlere dayalı olarak, ekonomik ve sosyal hayata, ulusal ve küresel siyasetin gelişimine ilişkin belirli varsayımlar üretirler. Bu varsayımlar çeşitli değişkenlere göre farklı (olağan, yeni politikalar, alternatif vs. adlarla) senaryolar üretir. İşte bu genel görünümün içinde genellikle bu alternatif senaryolar bulunur. Bu senaryolar genellikle “zamanın ruhu”nu, yani içinde bulunulan şartların gereklerini ve insanlığın geleceğine yönelik hâkim eğilim ve yönelimleri yansıtırlar.
Dolayısıyla ülkeler ve toplumlar için hayati önemde olan bu konularda bu tahmin ve analizleri yapanlar genellikle kendi çevrelerinin görüş ve çıkarlarından tamamen tarafsız ve bağlantısız değillerdir. Tabii ki söylediklerinin çoğu derlenmiş verilere dayanır, doğruluk payları vardır ama öte yandan gösterdiklerinin yanında göstermedikleri ya da işaret etmek istedikleri yanında etmedikleri de vardır. Üstelik olmasını istedikleri yönde yönlendirme de yaparlar sıklıkla. Bu analiz ve tahminlerin bir başka ortak yönü de aşağı yukarı ve genellikle birbirine benzer şeyler söylemeleri, bazen rakamların biraz farklılık göstermesidir. Peki, bu kadar önemli bir işe soyunanlar kimlerdir? Önem ve etki sırasına göre gidersek, isim ve kısaltmalarındaki benzerlikler nedeniyle sıkça birbirine karıştırılan IEA (OECD’ye bağlı, Paris merkezli Uluslararası Enerji Ajansı-UEA) ve EIA (Energy Information Ad- ministration-ABD Enerji Bakanlığına bağlı Enerji Bilgi Dairesi) ile başlayalım. Bu iki kuruluşun bakış açıları birbirine yakın olmakla birlikte, temelde misyonu, 1973 petrol krizi sonrasında, gelişmiş zengin Batı kulübüne üye ülkelerin enerji güvenliğini takip etmek olan UEA’nın perspektifi biraz daha geniştir, sesi daha çok duyulur ve daha çok referans alınır. Özellikle son yıllarda Çin ile Hindistan’a ve YE enerji dönüşümüne ilişkin analizlerle ve profesyonel kadrosundaki çeşitlilikle daha da dikkat çekmektedir. Bunun yanında dev enerji şirketlerinden özellikle BP ve Shell bu konuda oldukça maharetlidirler. Londra ve ABD menşeli bazı araştırma ve danışmanlık şirketleri ile IRENA (Uluslarası Yenilenebilir Enerji Ajansı) ve bir çeşit küresel sektörel birlik olan WEC (Dünya Enerji Konseyi)ni de listeye ekleyebiliriz. Henüz bu alanda Çin veya üçüncü dünya ülkelerinden veya başka çevrelerden öne çıkan herhangi bir kurum veya kuruluş göze çarpmamıştır.
Başa dönersek, peki neden benzerlik gösterir bu “Görünüm”ler? İlk olarak verilerin çoğu benzer kaynaklardan, çoğunlukla da ilgili ülkelerin resmi makamlarından veya dairelerinden derlenir. Bağımsız derleme yapabilmek zor ve zaman alıcıdır. Dolayısıyla ülkeler genel olarak ne kadar güvenli ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir sisteme sahip ise veriler de o kadar güvenilir olacaktır. İkinci olarak, Ülkelerin, kurum ve kuruluşların konu ve kaynaklara ilişkin birimleri ve tanımları değişik olabilir veya bazı bilgiler gizli tutulabilir ya da manipüle edilebilir. Dolayısıyla bu tür yöntemsel sorunlar her zaman mevcuttur. Bu nedenle de enerji verilerini takip tahlil ve tahmin edenlerin zaman zaman rakamların büyüsüyle şapkadan tavşan çıkarmaları ya da küçük mucizeler yaratmaları sürpriz olmamalıdır. Ölçek ve birimlerle ilgili yerleşik yargılar da bir başka sorundur. Örneğin piyasadaki petrol egemenliğinin, gelişmiş ülkeler ve Batılı kaynakların etkisi ile neredeyse bütün kaynakların enerji değeri ile ilgili ortak birim TEP (ton eşdeğeri petrol-”ton- ne of oil equivalent”) ya da termal değer olarak BTU (British thermal unit) kullanılmaktadır. Oysa milyarlarca insanın halen yoğun biçimde yakıt olarak kullandığı geleneksel yakıtlar ile tezeğin esamesi pek okunmaz. (Montgomery, 2011)
Tahminlerle ilgili olarak geçmişte çok büyük ve meşhur yanılgılar ve yanılsamalar vardır. Örneğin 1970’li yıllardan bu yana 50 sene içinde en az üç kez kömürün ölüm fermanı verilmiş ama her seferinde kömür bu öngörülerin sonrasında daha güçlü bir şekilde enerji sahnesindeki yerini büyüterek korumuştur. (Şanlı, 2017) Bir başka örnek ise nükleerle ilgili. 1973 petrol krizinin hemen ardından 1975 yılında yapılan önemli bir tahminde, 2020 yılı için dünyanın elektriğinin %50’sinin nükleerden sağlanacağı, %20’sinin ise fuel-oil bazlı olacağı öngörülmüş. Yine bazı öngörülere bakılacak olursa, şu anki hâkim bir senaryoya göre 2040’larda beklenen hidrojen çağı çoktan başlamış ve hatta yarılanmış olmalıydı.
Bu ve buna benzer sakınca zorluk ve ön yargılara rağmen bu görünümler ve göstergeler önemli ve dikkate değerdir. Göstergeler ve görünümler belki geleceği tam olarak bilemez ya da tahmin edemez ama göreceli ve eksik de olsa bize geçmişte nerede olduğumuzu ve mevcut eğilimlerle ya da değiştirilecek eğilimlerle nereye doğru yönlendiğimizi gösterir. Bu anlamda tarihsel karşılaştırmaların açıklayıcı bir gücü olduğu gibi farazi gelecek öngörülerinin de yapılacak seçim ve tercihleri belirleyici gücü vardır. Neticede kamu ve özel sektörde karar alıcılar ve politika yapıcılar kendilerini, verileri yorumlayıp onlara dayalı olarak belli varsayımları esas almak zorunda hissederler ve gelecek vizyonlarını da buradan hareketle rakamlara ve sembollere dökmek isterler. Bütün bunlar ancak veri analizi ile hem de büyük veri (Big Data) işlenmesi yöntemleriyle mümkün hale gelmektedir. Son tahlilde dünyayı nasıl ölçüp değerlendirdiğimiz, hem onu nasıl algıladığımızı ve hem de onu ne yönde etkilemeye çalıştığımızı belirleyen en önemli faktör olmaktadır.
Son söz: Verilere ve tahminlere pek güvenme ama verisiz ve senaryosuz da kalma!