Osmanlı Tıbbından Aile Hekimliğine: Bütüncül Bakışın Değişmeyen Önemi / Dr. Aksanur Gökçe

Modern tıbbın teknolojik gelişmelerle birlikte giderek “makineleştiği” bir dönemde, Osmanlı klasik dönemindeki hekimlik anlayışına yönelmenizin temel motivasyonu neydi? Özellikle “hekim” sıfatını kullanan tek modern branşın aile hekimliği olması bu araştırma için nasıl bir çıkış noktası oluşturdu?
Tıp tarihinde son 150 yıldır teknolojinin gelişmesiyle birlikte hastalıklara yaklaşımda tanı koyma ve tedaviye ulaşma noktasında çok önemli ilerlemeler olmuştur. Daha kolay ve daha çok tanı, tedavi algoritmaları süreçlerinde bazı noktalarda hekimin insani kimliği maalesef geri planda kalabilmekte, olay yalnız tıbbi uygulama aşamasında takılı kalabilmektedir. İnsan yalnız bedensel organizmadan ibaret değil, çok boyutlu bir varlıktır. Dolayısıyla tıbbi tanısı olan bir hasta tedavi sürecinde sadece hastalığını iyileştirmeye odaklanamayıp birçok sosyal, psikolojik gibi ek faktörlerden de etkilenmektedir. Modern dönemde tıp uzmanlık branşlarından biri olan Aile Hekimliği uzmanlığı aşırı uzmanlaşmanın olduğu bu dönemde hastayı bütüncül olarak değerlendirip, ihtiyaçlarını biyopsikososyal olarak ele alıp uygun çözümler bulmayı hedeflemektedir. Hekim kelimesi, kökenini hikmet kelimesi ile aynı kökten almaktadır. Görünmeyeni bilme, anlama anlamını da barındırması hasebiyle gerçek bir hekim hastanın bilinen hastalığı dışındaki ihtiyaçlarını da dikkate alan kişidir. Osmanlı klasik dönem hekimliğine Fütüvvetname, Darüşşifa vakfiyeleri yazılı kalan kaynaklardan incelediğimizde hekimlerin dünya genelindeki genel pratisyenlikten farklı olarak hikmet motivasyonu ile davrandıklarını görmekteyiz.
Aile hekimliği pratiğinde uygulanan; kişi merkezli bakımın, toplum yönelimli, kapsamlı yaklaşımın, bütüncül bakımın, biyopsikososyal yaklaşımın, hastayı kültürel ve varoluşsal boyutta ele almanın ve koruyucu hekimliğin etkin olabilmesi için hekimin insani özelliklerinin yani hekimlik sanatının ön planda olması gerekmektedir. Empati kurabilen hekim, hastasını daha iyi anlar ve dolayısıyla hastanın tedaviye güvenini pekiştirir. Hekimin kişilik özellikleri ve sevecen olması, güvenirliliği bu kadar etkilerken hekimler gerekiyorsa özel eğitim alarak kendilerini hasta-hekim iletişimi konusunda geliştirmelidirler. En azından bu konuda geçmişin kazanımlarına kulak vermelidirler.
Osmanlı klasik döneminde hekimlik, sadece tıbbi bir uygulama değil, aynı zamanda bir “sanat” olarak görülüyordu. Hıltlar teorisine dayanan bu sistemde hekim, hastayı kâinatın bir numunesi olarak değerlendirirken, aynı zamanda felsefe, matematik, astronomi, hatta müzik bilgisine de sahip olması bekleniyordu. Bu çok boyutlu yaklaşımın, günümüz aile hekimliğinin “biyopsikososyal” ve “holistik” anlayışıyla nasıl bir paralellik kurduğunu düşünüyorsunuz?
Hekimlik bir sanattır, evet. Bir uygulamayı diğerlerinden farklı olarak öne çıkaran durumlardan birisidir sanat. Hekimin bilgisi, görgüsü, tecrübesi itibariyle hastasının tedavisini uygularken kendinden katmış olduklarıdır. Günümüz modern bilimini öğrenirken insanlar, sanki sadece bu bilgiler var ve eskiler hiçbir şey bilmeyen cahilce uygulamalar yapan insanlardı gibi yanlış bir ön yargıya kapılıyorlar. Oysaki dünya tarihinde ve bilim tarihinde ilerlemeler hep tekâmül kanunu ile olmuştur. Bir önceki bilinenlerin üzerine yenileri eklenerek ufak değişimlerle süreç gelişmiştir. Osmanlı dönemi tıp kitaplarına bakınca aslında günümüzden daha kompleks karar verme süreçlerinin de var olduğunu düşünebilmekteyiz. Bir örnek verecek olursak; hekim karşılaştığı hastanın öncelikle mizacını analiz edecek, mizaçtaki hangi sapmadan dolayı hastalık meydana gelmiş, tespit edecek ve ardından normal hale getirecek tedaviyi belirleyecektir. Tedaviler genellikle uygun bitkisel, hayvansal veya kimyasal ürünlerden oluşmaktadır. Hazırladığı ilacın da her bir maddesinin hıltını-mizacını uygun seçmelidir ve günün hangi vaktinde saatinde verileceğini de hekim belirlemektedir. Sadece ilacı tarif edip bırakmaktan ziyade, hasta şifaya ulaşana kadar yakın takip ederek dua ve güzel sözlerle iyileşme yönünde motivasyonunu artırmaktadır. Kaynaklarda geçtiği şekilde “Tedavi bizden, şifa Allah’tan, bizler vesileyiz.” diyerek hastasını tevekküle sevkederek inanç boyutunda Yüce Yaratıcı’yla bağ kurmaya yöneltmektir. Böylelikle hastanın hastalığına takılı kalarak iyileşmesini geciktirecek durumlardan biri olan psikolojik bir engelin önüne geçilmektedir. Sonuç olarak, çok boyutlu bilgilere sahip olan Osmanlı dönemi hekimi, hastasını bireysel anlamda mizacına göre değerlendirdikten sonra bütünsel bir tedavi uygulamaktadır. Günümüz aile hekimliğinin diğer branşlardan en önemli farklarından biri biyopsikososyal olarak hastasını ele alması ve sadece organizmanın hastalığını değil, karşısındaki insanı bütüncül olarak değerlendirmesidir. Aile hekimi hastasını iyilik halinde de takiplerini yaptığı için kişilik olarak tanıyabilmekte ve gerektiğinde ona iyi gelecek motivasyonel yönlendirmeyi uygun şekilde yapabilmektedir.
Klasik Osmanlı döneminde tıbbi bilgiler dört humor teorisine dayandırılıyordu. Anâsır-ı erbaa denilen kâinatın yaratılışında dört temel unsur olan ateş, hava, su ve toprağın özelliklerini taşıyan insan vücudunda dolaşan Ahlât-ı erbaa denilen dört temel sıvı vardı; kan, kara safra, sarı safra, balgam. Dört sıvı, dört unsurla ve bunların sıcak (hâr), soğuk (bârid), yaş (râtıb) ve kuru (yâbis) şeklinde dört özelliğiyle ilişkilendirilmektedir: Kan, yaş-sıcak olan hava ile; sarı safra, kuru-sıcak olan ateş ile; sevdâ (kara safra) soğuk-kuru olan toprak ile ve balgam ise soğuk-yaş olan su ile ilişkilendirilirdi. Mevsimlerin, zaman dilimlerinin ve yaş dönemlerinin de vücuttaki dört sıvı üzerinde tesirleri olduğu düşünülür ve buna göre kişiye, mizaca ve zamana göre özel tedavi yaklaşımları uygulanırdı. Ahlât-ı erbaa’nın insanın biyolojik fonksiyonlarını etkilemesinin yanında ahlaki ve psikolojik fonksiyonlarını da etkilediği, bu sayede insanlarda huy/karakter olarak “dört mizaç” oluştuğu ve psikolojik rahatsızlıkların da bu sıvıların vücuttaki dengesizliğinden ve özellikle sevdanın (kara safra) fazlalığından ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Bu dört mizaç demevî (sıcakkanlı), safravî (öfkeli), sevdavî (karamsar, melankolik) ve balgamî (sakin/tembel) şeklindeki psikolojik tiplemelerdir. Osmanlı tıbbında musikinin de mizaçlar üzerindeki etkisi tecrübe edilmiş, özellikle darüşşifalarda müzik ile tedaviye özen gösterilmiştir. Her mizaca uygun olarak ayrı ayrı makamlarda besteler yapılmış ve tedavi metotları uygulanmıştır.
Ahlât-ı erbaa teorisine göre hayatın devamı için yenilen veya içilen gıdalar da sıcak, soğuk, yaş ve kuru tabiatlılar olarak sınıflandırılmıştır. Hastanın mizacına göre uygun gıdalarla beslenmesi düzenleniyor ve yine mizacına göre uygun bitkilerle tedavisi yapılıyordu. İlaçların verilme zamanı yıldızların, güneşin, ayın durumuna göre değişebiliyordu. O dönemde kişiye göre tedavi düzenlenmesi, günümüzde modern tıbbın da ilgilendiği bir konudur. Gelişen teknoloji ile kişilerin genetiğine uygun olarak özel ilaçlar geliştirilmeye çalışılması buna güzel bir örnektir.
İnsanı kâinatın bir numunesi olarak kabul edip kâinat olayları ile bir bütün halinde değerlendiriyorlardı. Tedavide asıl olan kişinin normal tabiatını korumak ve fıtratı bozulmuşsa normal hale getirmeye çalışmaktı. Asıl olan koruyucu hekimlikti. O dönemde mevcut tıbbi bilgiler dahilinde bilinmeyen ilaçları kullanmak tıp ahlakına aykırıydı. Yanlış veya eksik bilgi ile yapılan tedavinin sonucunda hekim sorumlu tutulurdu ve uygun ceza verilirdi. Günümüzde modern tıp ise yeni olan bilgiyi denemek için kendisiyle yarışmakta, diğer taraftan da acı tecrübeler neticesinde bazı sınırlandırmalar da getirmektedir.
Günümüzde aile hekimliği pratiğinde; hasta ve hastalıklar, dört humor teorisi gibi detaylandırılmasa da ruh ve beden ilişkisinin varlığı göz önünde bulundurularak, hasta varoluşsal süreci dikkate alınarak ve bütüncül olarak ele alınmaktadır. Hastanın, hastalığı nasıl anlamlandırdığı, tedaviye nasıl tepkiler vereceği dikkate alınmaktadır. Hastaya bütüncül (holistik) bir yaklaşımla bakım vererek, hastalığı kabullenmesi ve hastalıkla gerektiği gibi mücadele etmesini sağlamaktadır. Ayrıca, bireylere gerekli hallerde uygun danışmanlık verilerek sağlığın korunması ve geliştirilmesi sağlanmaktadır. Hastalıkları tedavi etmekten ziyade hasta olunmamasını sağlamak önemlidir. Bu bağlamda günümüzde de koruyucu hekimliğin önemi giderek daha da anlaşılmaktadır. Geçmişte de bu şekilde bir bütüncül ana yaklaşım olduğu görülmekte ve ayrıca hastalara hastalığın hikmet boyutu hakkında da olumlu telkinlerde bulunulmaktaydı.
Araştırmanızda dikkat çeken noktalardan biri, Osmanlı hekimlerinin hasta ile iletişiminde göstermeleri gereken ahlaki özellikler: Alçakgönüllülük, merhamet, güler yüzlülük, tatlı sözlülük gibi erdemler. Bu özelliklerin sadece “güzel ahlak” değil, aynı zamanda tedavinin etkinliğini artıran faktörler olarak görülmesi, günümüzde hasta memnuniyeti ve tedaviye uyum konularında yaşadığımız sorunlara nasıl ışık tutuyor?
Osmanlıda hekimin kanaatkâr, alçakgönüllü ve merhametli olması istenirdi. Tatlı ve açık bir üslupla, yumuşak bir şekilde yapılan tedavinin daha etkili olacağı düşünülüyor ve gözlemsel olarak biliniyordu.
Hekimlerin, hastaları ile ilişkilerinde toplumun değerlerine uygun hareket etmeleri gerekirdi. Hekimin şahsiyet, yaşayış tarzı ve görünüşünün de meslek bilgileri ve ustalıklarından ziyade hastalarına olumlu veya olumsuz yönde tesir edeceği düşünülürdü.
Hekimin “neyi nasıl söyleyeceğine” ve eylemlerini “nasıl” yapacağına dikkat edilirdi. Hekim-hasta iletişiminin iyi olması hem tıp ahlakı hem de tedavinin fayda vermesi açısından önemliydi. Hekimler tedavinin yararını arttırmak için hastanın maneviyatını yükseltecek şekilde davranmalıydı.
Modern hekim, profesyonel kimliği ile hekim, bilimsel bilgiyi kullanarak verdiği tedavilerde hastaya karşı nazik, güler yüzlü ve merhametli bir yaklaşım sergilemektedir. Etkili bir iletişim ile empati kurarak hastasını duygusal olarak destekler. Hastasına öncelik vererek tercihlerine saygı duymaktadır. Hastasının sağlığını geliştirmek için gayret eder. Hekim meslek saygınlığının bozmamak adına sözlerine ve hareketlerine dikkat etmektedir. Hekim tüm bunların yanında kendi sağlığını korumaya da özen göstermektedir.
Darüşşifalardaki usta-çırak eğitim sisteminde, hekimin sadece tıbbi bilgiyi değil, aynı zamanda “hekimlik sanatını” da öğrenmesi söz konusuydu. Bu sistemde hocaya duyulan derin saygı ve “hoca talebenin şeref sebebi” anlayışı ile günümüz tıp eğitimindeki mentor-öğrenci ilişkisi arasında nasıl bir karşılaştırma yapabilirsiniz?
Osmanlı Devleti’nde hekim bir meslek erbabından ziyade insana adanmış sanatkâr olarak görülüyordu. Bilgiyi yerli yerinde kullanması, sıradan insanlara göre daha derin ilme sahip olması, hikmet sahibi olması nedeniyle doktor veya tabip kelimelerinden ziyade hekim kelimesini kullanmışlardır. İşinin ehli, usta doktor anlamında “hekim-i hazık” tabiri kullanılmıştır. Tabib-i hazık; eş-Şâfi İsmi Celilesi’nin yeryüzündeki tecellisine mazhar olmuş kişi anlamında da kullanılırdı. Hekimin (Yaratanı ile hiçbir zaman irtibatını kesmeyerek) hastası için yaptığı ilk şey ona dua etmekti. Osmanlı’da ölüm ve hayat iç içeydi, ölümle savaşmak için zaman da harcanmazdı. Hastalık sevap kazanma vesilesi olarak görülür ve sabır tavsiye edilirdi. Hekim, hastasını maddi olarak değerlendirmez; örneğin, yatan bir hastasına şu numaralı hasta diye bakmaz, ölen bir hastasına da exitus oldu tabirini kullanmazdı. Hastasına dokunur, dinler, anlamaya çalışırdı. Modern tıp branşları arasında “hekim” sıfatını kullanan tek branşın aile hekimi olması oldukça manidardır.
Osmanlı’da hekimler darüşşifalarda usta çırak ilişkisi içerisinde yetişiyordu ve bir yandan da teorik bilgileri tıp yazmalarından öğreniyorlardı, hocalarına ise derin bir saygı ile bağlıydılar. Hoca; talebenin şeref sebebi sayılıyordu. Bu durum yanlış uygulama yapmaktan çekince oluşturabilmesi adına da önemli ve anlamlıydı. Ayrıca tıp yazmalarının hemen hepsi giriş bölümlerinde hekimde bulunması gereken ahlak özelliklerini detaylıca anlatan bölümler içermekteydi. Bu da hemen her kitapta hatırlatılması ve ahlaki prensiplerin hayata geçirilmesi açısından önemli olmuştur. Günümüzde de hekimlik profesyonelliğinin gelişmesi, hekim adayının-hekimin kendine rol model ve rehber olacak hocalarla, uygulamalar yapmasıyla ortaya çıkacak bir süreci gerektirmektedir.
Osmanlı döneminde hekimin toplumsal saygınlığını koruması için göstermesi gereken özen -giyiminden yürüyüşüne, arkadaş çevresinden konuşma biçimine kadar- oldukça detaylı bir şekilde belirlenmiş. Bu yaklaşımın, günümüzde “hekim profesyonelliği” kavramıyla nasıl bir örtüşme gösterdiğini ve modern hekimlerin bu anlamda nelerden ders alabileceğini değerlendirir misiniz?
Osmanlı dönemi hekimlik uygulamalarında profesyonellik açısından baktığımızda; hekimin itibarının ve saygınlığının korunmasına özen gösterilirdi. Eğer hasta hekimin vereceği tedaviye uymayacaksa, hekimin o hastanın tedavisini terk etmesinin uygun olacağı kabul görülmüştü. Hasta tedaviye uymadığı takdirde şifaya ulaşamazsa sanki hekim başarısız olmuş ve yanlış tedavi vermiş intibasının önüne geçilirdi. Hekim giyinişine, hal ve hareketlerine, konuşmasının güzelliğine özen göstermeli idi. Yakın arkadaş çevresinin hal ve hareketleri de itibarını etkileyeceği için iyi bir çevre edinmeliydi. Usta çırak ilişkisi ile yetişen hekimler ustalarının adı ile övünürler, derin saygı duyarlardı. Hekimler gerekli durumlarda birbirleri ile istişare ederler, yanlış bir uygulama yapıldı ise çekinmeden açıklayarak düzeltirlerdi. Eğer konsültasyona çağrılan bir hekim, hastaya gerektiği gibi özenmezse bir daha o hekime başvurulmazdı. Hekimler dayanışma içinde hareket ederler ve dostça ilişkiler kurarlardı. Hastanın sırrını saklar ve mahremiyetini korumak için özen gösterirlerdi. Mevcut tıp kanuna uygun tedaviyi uygulayan, tedbirli olan ve hastası üzerinde tecrübeden kaçınan hekim iyi hekim olarak kabul edilirdi. Osmanlı döneminde sanat ehli sayılan hekimler, Ahi teşkilatına mensup olurlardı. Locaya kayıtlı hekimler belli bir töreye tabiydi.
Modern hekim profesyonelliği, hekimlerin saygınlıklarını korumaları için uymaları gerekenlerin bütününü kapsamaktadır. Hastaya öncelik vermek ve saygı duymak, onlarla uygun bir ilişkiyi sürdürmek, bilimsel bilgiyi kullanmak, diğer doktorların saygınlığına zarar vermemek ve mesleki sorumluluk taşımak, profesyonel hekim kimliği gerekleri olarak sayılabilir. Tıp eğitimi sırasında oluşmaya başlayan ve pratik çalışma ortamında uygulama ile gelişecek olan bir olgudur. Bu nedenle doktorun profesyonel kimliğinin oturması bir süreci gerektirmektedir. Bunun için sadece “mesleki eğitim” yeterli değildir, “mesleki örgütlenme” de büyük önem taşımaktadır. Mesleki sorumlulukların, kuralların belirlenmesi, hak kazanımları ve bunların korunması ve meslek kimliğinin geliştirilmesi için sağlık teşkilatları önem taşımaktadır.
Osmanlı döneminde hekimler genellikle hastaları kendi evlerinde ziyaret eder, hastanın mizacına göre özel olarak hazırlanmış ilaçlarla tedavi uygularlardı. Bu “kişiye özel tedavi” anlayışının, günümüzde teknolojinin gelişmesiyle yeniden gündeme gelen “kişiselleştirilmiş tıp” ve aile hekimliğinin “evde sağlık hizmetleri” uygulamalarıyla nasıl bir paralellik kurduğunu düşünüyorsunuz?
Osmanlı döneminde hekimler hastayı daha çok kendi evinde ziyaret ederek tedavi etmişler, ayrıca darüşşifalarda ihtiyaç halinde olan yoksullar, miskinler tedavi edilmiştir. Günümüzde de aile hekimliği uygulamalarından biri olan evde sağlık hizmeti, hastanın bulunduğu sosyal ortamı değiştirmesi gerekmeyen, tedavi sürecinde ailesinin yanında olması, bakım düzeninin bozulmaması ve daha güvenli olması açısından avantajları olan bir uygulamadır. Evde sağlık hizmeti verildiği takdirde sağlık hizmetinin maliyeti de hastaneye göre önemli ölçüde azalmaktadır. Hastanede bir doktor daha fazla hasta ile ilgilenirken, evde ise hasta başında bire bir ilgilenmesi kolaylaşmakta, böylece de daha kaliteli ve hasta memnuniyetini artıran bir uygulamaya zemin oluşturmaktadır. Aile hekimliği pratiğinde imkânlar dâhilinde evde sağlık hizmeti uygulaması Osmanlı dönemi ev ziyaretlerini anımsatmaktadır ve bu konuda tecrübelerin aktarılması daha kaliteli bir evde sağlık hizmetine yol gösterici olacaktır.
Osmanlı döneminde hekimlerin uygulamalarından sorumlu tutulması, hatta ölüme sebep olan hekimlere sürgün cezası verilmesi gibi uygulamalar gösteriyor ki hesap verebilirlik anlayışı çok eskiye dayanıyor. Aynı dönemde “bilmediği ilaçları kullanmaması” şeklindeki etik kuralların, günümüz malpraktis anlayışı ve “kanıta dayalı tıp” yaklaşımıyla bir benzerlik gösterdiğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı dönemi hekimlik uygulamalarında, darüşşifalarda görev yapan tabipler, vakfiye şartlarında yazan görevleri yerine getirmiyorlarsa yevmiyelerinden kesinti uygulanırdı. Serbest çalışan hekimler için yapılan teftişler ve imtihanlar sırasında yetersiz bulunanlar görevlerinden uzaklaştırılır, çalışmaları yasaklanırdı. Israrla çalışmaya devam edenler ise sürgün veya ev hapsi ile cezalandırılırdı. Ölüme sebep olmuş hekimlerin cezası da ağırdı. Öldürmeye yardımcı olmak da öldürmek olarak değerlendirilir, sürgün cezası verilirdi. Mesela, düşük yaptıran ebeler ve kadın hekimler tespit edilirse bu şekilde cezalandırılırdı. Darüşşifa vakfiyelerinde tıbbi uygulama öncesi hastanın rızasının alınması gerektiğini görebiliyoruz. Ve yine mesleğin hakkını yerine getiren hekim, tedavi süresince bazı aksaklıklar yaşamış olsa da kusurlu kabul edilmiyordu. Hastalar hekimlerini seçebiliyorlar, memnun olmadıkları bir durum olduğunda kadıya başvurabiliyorlardı. Darüşşifa ve tıp medresesi tabiplerince atanan bilirkişiler gerekli davaları inceliyorlardı.
Modern dönem hekimliğinde de hastayı yapılacak tedavi hakkında bilgilendirme ve rızasını almaya önem verilmektedir. Ancak hekimlerin günlük uygulamasında aldıkları rıza belgelerinin onları hukuki anlamda koruyabilmesi için gerekli şartları detaylıca bilmeleri gerekmektedir. Hekimler, hastalarına uygulayacakları tedavi planlarını, mümkün olan bütün alternatifleriyle ve detaylı bir şekilde onların anlayabileceği bir dille anlatmalılardır. Kendisine yeterli bilgi verilmiş hasta, tedavi sonrasında yaşanacak bir aksiliği makul karşılayabilecek ve malpraktis açısından hekiminden davacı olmayacaktır.
Osmanlı döneminde uygulanan fitoterapi, kupa uygulaması gibi yöntemlerin bugün GETAT kapsamında yeniden popüler hale gelmesi, aslında bir “geri dönüş” mü, yoksa hiç kaybolmayan bilgilerin yeniden keşfi mi? Özellikle kronik hastalıkların modern tıpla tam çözülemediği durumda, bu eski yöntemlerin aile hekimliği pratiğinde nasıl bir rol oynayabileceğini düşünüyorsunuz?
Günümüzde; ülkemizde ve tüm dünyada geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamalarına olan ilgi giderek artmaktadır. Bu durumun sebebi olarak modern tıbbın kronik hastalıklara karşı çözümsüz kalması, değişen yaşam standartları ile hastalıklara yakalanmanın kolaylaşması, koruyucu hekimliğin geri planda kalması sayılabilir. Hatta bozulan hasta-hekim iletişimi nedeniyle doktorunun verdiği tedaviye güvenmeyen hastaların şifayı bu gibi uygulamalarda arıyor olabileceği de unutulmamalıdır. Sebep her ne olursa olsun, etkin bir aile hekimliği uygulaması ile hastaların beklentisi daha iyi anlaşılabilecek ve eski kadim Osmanlı medeniyetinde de kullanılagelen GETAT uygulamaları ile hastalarının tedavilerine farklı yaklaşımlarla destek olunabilecektir.
Geleneksel ve tamamlayıcı tıbba baktığımızda bu uygulamalarda da koruyucu hekimlik esastır. Hastayı sadece o anki şikâyeti ile değil, tüm sistemleri ile değerlendiren ve bozulan vücut dengesinin yerine getirilmesi esasına dayanan uygulamaları; eğitiminin alınması halinde aile hekimliği pratiğinde de uygulamak mümkündür. Gelen hastaya şikâyetine ve uygunluğuna göre hemen ilaç reçetelemek yerine uygun bir fitoterapi, egzersiz veya beslenme reçetesi verip nasıl kullanılacağını detaylıca tarif etmek ve süreci takip etmek de seçenek olabilir. GETAT uygulamaları öncesi alınan çok detaylı anamnez ile hasta kendisini daha iyi anlaşılmış hissedebilmekte ve bu iyileşme sürecine olumlu katkı yapabilmektedir. Yine insani yaklaşımlarla ve bu uygulamalar sırasında kişinin inancına göre Yaratıcısına yakınlaşmasının sağlanması, tevekküle yönlendirilmesi ile iyileşme süreci hızlandırılabilecek ve hastalığın hikmet boyutunu da anlatarak hastalığına karşı hastanın pozitif yaklaşımı sağlanabilecek ve gereksiz meraktan hasta korunabilecektir.
Osmanlı hekimleri hastalarına “hastalığın Allah’tan geldiğini, şifanın da O’ndan olacağını” anlatarak, hastanın hastalığıyla barış yapmasını sağlıyorlardı. Günümüzde aile hekimleri, hastaların sadece fiziksel şikâyetleriyle değil, hastalığın onlarda oluşturduğu korku, umutsuzluk gibi duygularla da ilgileniyor. Bu durumda, eski dönemdeki “hastalığı kabullenme” yaklaşımının bugünün hastalarına nasıl uyarlanabileceğini düşünüyorsunuz? Özellikle kronik hastalığı olan kişilerin hayat kalitesini artırmak için bu hikmetli bakış açısından nasıl yararlanılabilir?
Günümüzdekine kıyasla tedavi edilebilir hastalıkların çok kısıtlı olmasına karşılık, şifayı verenin Allah olduğu inancıyla, hiçbir zaman tedaviden ümidi kesmemek gerekir düşüncesi hâkimdi. Ayrıca, dönemin tıp felsefesi doğrultusunda hastaların tabiatlarına uygun yaklaşımlarda bulunan hekimlerin, geriye dönük çalışmaların ve istatistiklerin olmadığı dönemde, hasta ve hasta sahiplerine kesin bilgi verebilmeleri de oldukça güç olmalıydı. Hastanın ümidini hiçbir zaman kırmayarak, insani faktörü çok güçlü tutarak tedavide ciddi bir etkinlik sağlanabiliyordu.
Modern tıp, hastalıkları moleküler düzeyde incelemektedir. Asıl olanı; yani bütünü ele almayı ihmal edecek sürece girildiğinde aile hekimliği bakış açısı gelişmiş ve yeniden bütüncül, biyopsikososyal yaklaşım devreye girmiştir. Kapsamlı ve sürekli bakım vermesi yönünden aile hekimliği diğer branşlardan farklı olarak özgün bir yapıdadır. Aile hekimliği merkezlerinin hastaların kendi mahallelerinde, yaşam alanları içinde kolayca ulaşılabilir bir pozisyonda olmasıyla hastalar çekinmeden hekimleriyle görüşebilmektedir. Birinci basamak hekimliği sağlık sorunu olan birey için ilk açılan kapı özelliğindedir.
Hekim sürekli bakım verdiği hastasını daha yakından tanımaktadır. Bu sayede hastayı sadece hastalığı ile değil, içinde bulunduğu ortam, aile yapısı, sosyokültürel-ekonomik düzeyi ve hayata bakış açısı ile değerlendirebilmektedir. Hastanın “hastalık” algısını anlayabilmekte, bununla nasıl başa çıkacağı konusunda daha etkin yönlendirme yapabilmektedir. Aile hekimi sorumluluk ve savunuculuk ilkeleri doğrultusunda, gerektiğinde alanında uzman hekimlerle irtibata geçip hastayı yönlendirmekte, tedavi sürecinde yine takipte olabilmekte, hastasını dört tip koruma yöntemi ile gereksiz ve aşırı tıbbi girişimlerden ve her türlü zararlı maruziyetten koruyabilmekte ve gerekli erken teşhis, taramalar ve aşılar ile hastalarının izlemlerini yapmaktadır.
Bu kapsamlı karşılaştırmanın sonucunda, modern aile hekimliği pratiğinin Osmanlı hekimlik geleneğinden öğrenebileceği en kritik unsurlar neler? Özellikle hasta-hekim ilişkisinin güçlendirilmesi, hekimlik sanatının yeniden canlandırılması ve meslek etiğinin pekiştirilmesi konularında hangi somut adımların atılabileceğini öneriyorsunuz?
Aile hekimliği pratiğinde uygulanan; kişi merkezli bakımın, toplum yönelimli, kapsamlı yaklaşımın, bütüncül bakımın, biyopsikososyal yaklaşımın, hastayı kültürel ve varoluşsal boyutta ele almanın ve koruyucu hekimliğin etkin olabilmesi için hekimin insani özelliklerinin yani hekimlik sanatının ön planda olması gerekmektedir. Empati kurabilen hekim hastasını daha iyi anlar ve dolayısıyla hastanın tedaviye güvenini pekiştirir. Hekimin kişilik özellikleri ve sevecen olması, güvenirliliği bu kadar etkilerken hekimler gerekiyorsa özel eğitim alarak kendilerini hasta-hekim iletişimi konusunda geliştirmelidirler. En azından bu konuda geçmişin kazanımlarına kulak vermelidirler.
Doktorlara etkin iletişim, tıp ahlakı ve profesyonellik yaklaşımları ile ilgili dersler belli aralıklarla verilerek hekimlik sanatının pekiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu konuda da hekimliğin 3 kıta 7 iklimde onlarca kültür ve milleti bağrında barındıran bir coğrafya üzerinde yüzlerce yıllık tecrübeler edinmiş bir Osmanlı Tababeti’ne de göz atılmasına ihtiyaç vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir