Devlet Destekli Soykırım: Keşmir Sorunu / Dr. Syed Murad Ali Shah

Uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında Keşmir sorununun artısıyla eksisiyle nerede durduğunu söyleyebiliriz? Bu konuda belirleyici konsensus ya da şemalar var mı?
Önce, genel kamuoyunun ve uluslararası toplumun bu konunun gerçek anlamıyla farkında olabilmesi için Keşmir sorununu tartışma fırsatı verdiğiniz için size minnettarım. Sorunuzun ilk kısmına gelince, Keşmir meselesi her geçen gün yavaş yavaş ölüyordu ama neyse ki Birleşmiş Milletler platformunda (yani, Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nde) 05 Ağustos 2019’dan kısa bir süre sonra tekrar tartışılmış ve yeniden uluslararası ilgi görmüştür. 5 Ağustos 2019’dan önce direniş en düşük seviyelerine inmiştir. Çünkü yorgun Keşmir halkı hayatlarının, bölgenin ve refahlarının normalleşmesini ve barışı beklemeye başlamışlardır. Ancak Hindistan’ın Cammû-Keşmir’in özel statüsünü (Hindistan Anayasası md. 370 ve 35A) iptal etmesiyle beraber Hindistan karşıtı ayaklanmaya yeni bir can suyu vermiştir.
Keşmir ihtilafının Uluslararası Hukuk açısından statüsü nedir? Bu, genel olarak 1947’den beri ve Cammû ve Keşmir’de ise Hindistan istilasına karşı son ayaklanmanın yaşandığı 1989’dan beri sorulan ortak bir sorudur. Bazı hukuk bilimcileri, uluslararası hukuk rejiminin, uluslararası hukukun yumuşak yapısı nedeniyle bu sorunu çözmekte tamamen başarısız olduğunu savunuyorlarsa da diğerleri bu sorunun barışçıl bir şekilde çözülebilmesi için şu ya da bu şekilde çeşitli öneriler sunmuş olması nedeniyle bu anlaşmazlığı uluslararası hukukun başarısızlığına bağlamanın tamamen haksız bir niteleme olduğunu iddia etmektedirler. Bununla birlikte, bu anlaşmazlığın içinde yer alan her iki ülkenin de kendi lehlerine yaptıkları gerekçelendirmeleri olduğu ve bu tutumlarını uluslararası toplum nezdinde de kanıtladıkları görülmektedir. Önde gelen akademisyenler bile, bu konuyla ilgili olarak kendi literatürlerinde yazarken çatışma içeren durumlar, tarihsel olaylar, kendi ulusal siyasetleri ve meşruiyetlerini gösteren yasaları Cammû ve Keşmir’in Uluslararası hukuk normlarına oldukça aykırı şekilde kurulmasına rağmen bir devlet olarak mevcut olması şeklindeki hususlar bakımından taraf ülkeler olan Hindistan ve Pakistan tarafından manipüle edilebilmişlerdir ve bu uluslararası hukukun yerleşik normlarından tamamen uzaktır. Uluslararası hukukun varlığına ilişkin uluslararası düzeydeki rekabet halindeki çıkarları, bağlayıcı ya da bağlayıcı olmayan doğası da bu konuyu uluslararası toplum nezdinde değerlendirmede başarısız olmuştur. Uluslararası toplumun bu bölünmesi, bu konunun hukuki statüsüne ilişkin farklı bakış açısı oluşturmuştur.
Tarihi olayların ve bu anlaşmazlığın başlangıcından bu yana bu anlaşmazlığın gerçek tarafına, yani Cammû ve Keşmir halkına hiçbir zaman hakkıyla danışılmadığı veya plebisit yoluyla geleceklerine karar verme seçeneği sunulmadığı da açıktır. Bu sorunu, Cammû ve Keşmir halkının ilk ve en önemli taraf olarak heves ve isteklerine uygun hale getirmesine izin vererek çözülmelidir. Çünkü bu anlaşmazlık anavatanları olan devletleriyle ilgilidir. Bu yüzden Hindistan da Pakistan da bu anlaşmazlığı kendi başlarına çözme konusunda başarısız olmuşlardır.
Ne yazık ki Pakistan ve özellikle Azad Keşmir’deki gençler bile bu konuda birçok yanlış anlamalara sahiptir.
Aşağıdaki yasal belgelerin incelenmesi, Keşmir meselesinin uluslararası hukuk perspektifinden hukuki analizi için gereklidir.
1928 Paris Anlaşması işgal yoluyla hiçbir devletin elde edilemeyeceği ve işgale karşı direniş olmasa veya sona ermiş olsa bile işgalci devletin er ya da geç işgal ettiği toprakları boşaltması gerektiği ilkesini yerleştirmiştir. Ayrıca 1945 Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2(4) Maddesi, yalnızca güç kullanımını değil, aynı zamanda tehdidini de yasaklamaktadır. Bunun yanı sıra 1947 tarihli Hindistan Bağımsızlık Yasası, İngilizlerin geri çekilmesinden sonra alt kıtanın çeşitli siyasi birimlerinin geleceği için ilkeleri belirledi. Ayrıca, Keşmir’in Maharaja’sının Pakistan ile durumun sürdürüleceği konusunda anlaşmaya (1947 tarihli Bekleme Anlaşması) vardır. Son olarak, Maharaja’nın Hint Keşmir’i ilhak ettiği iddia edilen 1947 tarihli Katılım Belgesi ve BM Güvenlik Konseyi’nin bu konuda kabul ettiği 1948 kararlarıdır. Dolayısıyla bu yasal belgeleri ve ilgili yasal ilkeleri analiz ettikten sonra katılımın yasal bir statüsü olmadığı sonucuna varılabilir çünkü o zamana kadar Maharaja Keşmir üzerindeki kontrolünü kaybetmiştir ve ayrıca bu belge bir zorlama ve zorlama durumunda yazılmıştır. Üstelik Hindistan konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne götürüp oradan referandumu tanıdığında katılım iddiasını yasal olarak geri çekmiş ve o zamandan beri katılım belgesi statüsünü kaybetmiştir. Sonuç, yasal olarak Cammû ve Keşmir eyaletinin Hindistan tarafından agresif bir şekilde işgal edilmiş ve bir kısmı kurtarılmış (Azad Cammû ve Keşmir ve Gilgit-Baltistan) işgal edilmiş bir bölge olmasıdır. Ne yazık ki bu uzun süreli işgalin en kötü örneğidir. Yukarıda bahsedilen yasal analizden bazı sonuçlar daha var: Eğer bu bir işgal ise ateşkes olsa bile savaş durumu devam eder ve işgal bitene kadar başka direniş olmaz. Eğer bu bir işgalse Hindistan’ın iç meselesi değil uluslararası bir ihtilaftır. Eğer bu bir işgal ise o zaman Hindistan işgal altındaki bölgelerin demografisini değiştirme gücüne sahip olmayan işgalci bir güçtür. Eğer bu bir işgal ise işgal altındaki toprakların halkı zorla veya başka şekilde işgal gücüne bağlılık yemini edemez. İşgal edilirse işgal altındaki toprakların halkı işgalci güce karşı özgürlük için savaşma hakkına sahiptir. Ama yine de üzücü olan durum şu ki bu sorunun çözümü için uluslararası toplum veya rakip taraflar arasında hala bir fikir birliği yoktur.
Keşmir ihtilafının uluslararası hukuktaki durumu bir fikirler savaşı mıdır? Keşmir sorununda uluslararası müeyyideleri işlevsiz kılan temel sorun nedir ve Keşmir halkı için hangi yasal yollar mevcuttur?
Öncelikle temel konseptimizi düzeltmemiz gerekiyor. Bu sorun sadece Pakistan ve Hindistan’ın değil, aynı zamanda Pakistan’ın gaspçı bir devletin işgalinden bağımsızlık kazanmasına yardım ettiği Keşmirlilerin de sorunudur.
Başlangıçta Birleşmiş Milletler, bu uyuşmazlığı BM Şartı’nda ifade edilen amaçlara uygun olarak eşit haklar ve self determinasyon hakkı ilkeleri doğrultusunda çözmeyi amaçlamıştır. Ancak Dixon’un bu uyuşmazlığın çözümüne ilişkin önerilerinden kısa bir süre sonra uluslararası ilişkilerde beklenen hareket tarzı ile beraber farklı düşüncelerin, politikaların ve önceliklerin artması, BM’ye ve BM’nin karar alma süreçlerine egemen olmuştur. 1950’de Kore’de ve 1990’larda Basra Körfezi’nde Birleşmiş Milletler’in rolü, dünyanın büyük güçlerinin BM üzerindeki etkisine başlıca örnekler olarak gösterilebilir. Soğuk Savaş’ın öncesinde ve sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki gerilim, dünyadaki jeopolitik koşulların değişkenliğinin artmasıyla birlikte BM’nin güvenlik fonksiyonunu kötü bir şekilde etkilemiştir. Kolektif güvenlik sisteminde ABD’nin BM’yi küresel meselelerde etkisiz kılan hâkimiyeti ile beraber milliyetçilik de tartışılan bir olgu haline gelmiştir.
Nitekim BM kararlarının alınmasında, uygulanmasında ve takip edilmesinde uluslararası politikanın ve güçlü devletlerin gizli menfaatlerinin etkisi hala oldukça fazladır. BM’nin dünya barışını ve istikrarını tesis etme şartını tüm devletlere yüklemiş olması gerçeğine rağmen askerî olarak veya başka türlü herhangi bir icra mekanizmasından yoksun olması, devletlerin BM’nin gerek bağlayıcı gerekse bağlayıcı olmayan kararlarına aykırı olarak yükümlülüklerini ihlal etmekten çekinmelerine neden olmaktadır. Bu bakımdan insan haklarının uygulanmasında dahi, BM tarihinde güçlü devletlerin uluslararası yargı mekanizmaları, kolektif yaptırımlar veya BM Şartı’na kuvvet kullanımı gibi yollara seçimlik olarak başvurduklarına sıkça tanık olunmuştur. Dünyanın geri kalanı açısından ise BM platformu her yıl bazı konuşmaların ve sadece tartışmaların yapıldığı bir yer haline gelmiştir. ABD’nin 2001’den sonra önce Afganistan’a, sonra Irak’a saldırarak Birleşmiş Milletler’in işlevini ve etkisini zayıflattığında da görülmüştür. Bu, BM’nin rolünün kâğıt üstünde kaldığını düşündürmektedir. Hindistan ve Pakistan gibi iki nükleer güç arasında bir sürekli bir gerilim noktası olsa da, Keşmir sorununda BM Şartı hükümlerinin ve ilgili BM kararlarının bir etkisi olmadığı görülmektedir. Bu konuda bir başka örnek ise Çin’in uluslararası politikalarından verilebilir. Nitekim uluslararası arenada çeşitli siyasi ittifaklar arasındaki rekabete ve birbiriyle çatışan çıkarlar uluslararası gerilimi artırmakta ve uluslararası istikrarı bozmaktadır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Hindistan’a ve Pakistan’a ait askeri kuvvetlerin Cammû ve Keşmir’den çekilmesini ve bölgenin statüsünün orada yaşayan nüfusun bu iki devletten herhangi birinin egemenliği altına girme iradelerine uygun olarak kendi oylarıyla belirleyebilmeleri amacıyla bir plebisit düzenlenmesini tavsiye eden 47 sayılı kararının üzerinden yaklaşık 73 sene geçmiştir. Bu karar, aslında Birleşmiş Milletler’in kendi kaderini tayin hakkını uygulamaya koyma girişimiydi. Fakat bu karar, aynı zamanda Cammû-Keşmir halkının BM Şartı’nın 1. maddesinde belirtilen kendi kaderini tayin hakkını serbestçe kullanmalarını sınırlamıştır. Şöyle ki Birleşmiş Milletler mezkûr kararın aksine pratik gerekçelerle BM Şartı md. 2’de görüleceği gibi, mevcut egemen devlet hakkı normunu zımnen savunmaktadır. Böylece Mihraceliğin Hindistan’la imzaladığı şaibeli İlhak Belgesi’nin ne bölge halkı, ne de Pakistan tarafından kabul edilmesine rağmen bu tartışmalı vakıa göz ardı edilmiştir. Keşmir sorununda iki norm birbiriyle çatışmaktadır: Self-determinasyon ilkesi ve ülkesel bütünlük ilkesi. Zira uyuşmazlık iki devletin hak iddia ettiği ve faaliyetleri ile buradaki durumu daha da karmaşık hale getirdikleri ihtilaflı bir bölgede ortaya çıkmıştır. Böylece Keşmir sorunu Birleşmiş Milletlerin önünde bahsedilen iki norm arasında gidip gelen birçok karmaşık uyuşmazlığın ilki olmuştur. Dahası, BM önceden ve kuramsal olarak self-determinasyon hakkını savunması olmasına rağmen uygulamaya gelince çoğu durumda ülkesel egemenlik normunu savunmaya meyletmiştir.
Bununla beraber, uluslararası hukukun bu iki normu, teori ve uygulama açısından uluslararası düzeyde süregelen bir gerilimin kaynağı olmuştur. Bir yandan felsefi ve politik bir ilke, yani self-determinasyon hakkı halklara kendi kaderlerini bağımsız olarak belirleyebilme hakkı verir. Böylece halkların kendi devletlerini kurmaya ya da başka bir devlete katılmaya yönelik bir durumun oluşmasında rol oynar. Öte yandan ülkesel egemenlik ilkesi, tüm devletlere diğer devletlerin iç işlerine karışmamayı emreder ve her devlete kendi işlevlerini yerine getirebilmesi için ülkesi üzerinde münhasır bir siyasi yetki verir. Bu ikinci norm, yani devlet egemenliği ilkesi, ilgili tarafın rızası dışında, devletin sınırlarını dokunulmaz kılarak iç işlerine karışmama ilkesi ve ülkesel bütünlük (ya da toprak bütünlüğü) gibi iki yardımcı ilkeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla bu da insanların self-determinasyon veya ayrılma hakkını kullanamayacakları ve karışmama ilkesi uyarınca uluslararası aktörlerin ise ilgili devlete müdahale edemeyecekleri veya onu zorlayamayacakları fikrine yol açmaktadır. Herhangi bir ulusa dahil olan veya herhangi bir ülke üzerinde yaşayan insanların, self-determinasyon haklarına ilişkin olarak Birleşmiş Milletlerin oybirliğiyle desteğine ihtiyaç duyduğu durumların çoğunda BM kaçamak bir rol oynamayı sürdürmüştür. Bunun iki istisnası ise BM’nin dekolonizasyon konusunda desteğini gösteren iki Genel Kurul kararıdır. Bunlardan biri, Sömürge İdaresi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri olarak bilinen ve Genel Kurul’un 1514 (XV) sayılı ve 14 Aralık 1960 tarihli kararıdır. Diğer örnek ise BM Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusundaki Bildirge olarak bilinen Ekim 1970 tarihli ve 2625 (XXV) sayılı karardır. Bu bildirgede halkların self-determinasyon haklarını kendi irade ve istekleri doğrultusunda serbestçe kullanabileceği açıkça belirtilmiştir.
Ancak BM’nin odak noktası, sömürgeleştirmenin sona ermesinden kısa bir süre sonra savaşan devletin savaş, saldırı veya başka bir yolla edindiği ülke üzerinde hak iddia etmesine veya bu haklarını muhafaza etmesine imkân tanıyan ve bu durumu destekleyen uti possidetis ilkesini kabul etmek suretiyle halkların hakkından devletin hakkına doğru yön değiştirmiştir. Böylece devletin sınırları onun rızası veya uluslararası bir anlaşma olmadan değiştirilemeyecektir. Yine de bu ilkenin dekolonizasyon sonrasında ortaya çıkan devletler için söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla tek taraflı veya başka türlü özgürlük hareketleri veya bunlara benzeyen başka herhangi bir çaba, BM ve organları tarafından zamanla daha çok reddedilmiştir. BM’nin gerçekçi olmayan bu yaklaşımı, Keşmir örneğinde olduğu gibi halkların geçmişte ve şu anda bile hür iradelerini uygulamaktan mahrum kaldıkları birçok duruma koşut olarak ulus devletin tercih edilmesi suretiyle çözülmeyen uyuşmazlıklar ve halklar için açmazlar meydana getirmiştir. Pek çok yazar, BM’nin dekolonizasyon sonrası bu yaklaşımını uluslararası barış için bir lütuf olarak takdir etmiş ve desteklemiştir. Ancak aynı tutum, genel uygulama açısından self-determinasyon hakkının feda edilmesi bakımından da gösterilmiştir. Öyleyse, Birleşmiş Milletler ilk yıllarında Keşmir halkı için aynı prensibi strictu sensu, yani dar anlamda Keşmir halkı için de benimsemişse bundan ne çıkar?
Dahası, bu ilkenin ruhuna uygun olarak uygulanmasındaki noksanlıklar, BM ve BM organlarının Keşmir uyuşmazlığının çözümündeki girişimlerinden de anlaşılabilir. Bu ilkenin Keşmir halkına uygulanmasını sağlamak için kurulan UNCIP, uyuşmazlığın tarafı olan Keşmirli muhtelif siyasi aktörlere danışmayı ihmal etmiştir. Ayrıca BM Güvenlik Konseyi ve UNCIP, Keşmir uyuşmazlığını sadece Hindistan ve Pakistan arasındaki ülkesel bir mesele olarak telakki ederek, ne verdikleri kararlarda ne de yürütülen müzakerelerde Keşmir halkı için üçüncü bir seçenek olan bağımsızlık seçeneğini değerlendirmişlerdir. Bu, Birleşmiş Milletler açısından sevimsiz bir vakıadır. Böylece BM, BM Güvenlik Konseyi ve UNCIP, Keşmir uyuşmazlığında self-determinasyon hakkının uygulanmasını teşvik etmek yerine zımnen uti possidetis ilkesini uygulamıştır. Ancak plebisit yapılması fikri, söz konusu kararların merkezinde kalmaya devam etmiştir. Öyle ki Keşmir sorununa ilişkin BM kararları, bu sorunu yaptırımlar uygulayarak veya başka önlemler alarak çözmek konusunda daima isteksiz olmuştur. Şimdi Hindistan, Keşmir meselesini tek başına bitirebilmek ve veto yetkisine sahip olan müttefikleri tarafından bu yetkinin kendi lehine kullanılması bağımlılığına son vermek için BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmak amacıyla lobi yapmaktadır.
Mevcut yasal yollara gelince, birçok olasılık vardır. Soru olasılıklar değil, kararlılık ve planlamadır.
BM Güvenlik Konseyi’nde değil, Genel Kurul’da Keşmir konusu şimdiye kadar vetoya engel olmayan tüm gücüyle gündeme getirilebilir ve bu bir kez daha uluslararası baskıya yardımcı olacak ve artıracaktır.
İnsan hakları ihlalleri konusunda konuşulacak çok şey var ve olması gerekiyor ama ayrıntılı olarak bu sadece bir insan hakları ihlalleri meselesi değil, aynı zamanda bu ihlaller işgalci güçler tarafından işgal altındaki topraklarda işleniyor. Bunlar insanlığa karşı suçlar, işgalci devlet tarafından desteklenen bir soykırım komisyonu ve ayrıca savaş suçlarıdır. Bu yönün özellikle dünyanın dikkatine sunulması gerekiyor ve Hindistan’ın uluslararası toplum önünde bunun sadece Hindistan ile Pakistan arasında bir toprak meselesi olduğu ve başka bir şey olmadığı şeklinde tasvir ettiği tablodan uzak durulması gerekiyor.
Bu uluslararası suçlar, Uluslararası Ceza Mahkemesi de dahil olmak üzere bir dizi forumda gündeme getirilebilir. Ancak Pakistan veya Hindistan’da hiç kimsenin bu mahkemenin tüzüğünü onaylamadığı doğrudur ve BM Güvenlik Konseyi’nin, çoğunlukta yalnızca siyasi bir kulüp olarak hareket ettiği için bu konuyu bu mahkemeye havale etmesinin beklenemeyeceği de doğrudur. Ancak mahkemede dava açmanın üçüncü bir yolu vardır. Bu mahkemenin savcısı, tüzüğünde yer alan uluslararası suçlarla ilgili çok sayıda şikâyet alırsa, bunları incelemeli ve tatmin olursa dava açılabilir ve yargılamaya ve nihayetinde mahkemeye devam etmelidir ve harekete geçebilir. Ancak bunun dışında Keşmir halkının şikâyetleri için başka çaresi yoktur. Pakistan hükümeti bu konuda kendi çıkarları dışında hareket etmezse, bu çalışma sıradan insanlar ve özellikle dünyanın farklı ülkelerinde önemli bir rol oynayabilecek Keşmirliler tarafından yapılabilir.
Burada şunu belirtmek isterim ki yakınlarda UCM, İsrail tarafından işgal edilen Filistin topraklarında işlenen savaş suçlarıyla ilgili davaları görme yetkisine haiz olduğuna karar verdi. Buradaki yargı yetkisine ilişkin sorunun çözülmesini, İsrail tarafından Filistin topraklarında iddia edilen savaş suçlarını soruşturmak isteyen Başsavcısı Fatou Bensouda talep etmişti. Filistin 2012’de elde ettiği BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsünü kullanarak 2015 yılında UCM Statüsüne taraf olmasına karşın İsrail, bu statüye taraf değildir. UCM, bu vakıaya ve İsrail’in itirazına rağmen 1967’deki sınırları kapsayacak şekilde bu topraklar üzerinde yargı yetkisine sahip olduğunu oy çokluğuyla kabul etmiştir. Herhangi bir askerî müdahale veya karışma tehdidi olmadan da bu hukuk enstrümanı Keşmir uyuşmazlığı ve masum Keşmirliler için de kullanılabilir. UCM’nin ratione temporis, yani zaman bakımından yargı yetkisi (01 Haziran 2002’den itibaren) hesaba katılabilir. Fakat bu nasıl gerçekleşebilir?
Bu noktada, herhangi bir konuda hüküm verilebilmesi için uluslararası hukukta mündemiç bazı gereklilikler mevcuttur. Birincisi, jus cogens normları ihlal eden eylemler/suçların işlenmesi ve ikincisi ise bu suçların uluslararası ya da uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda işlenmesi gerekmektedir ve ilginç bir şekilde tüm bu gereksinimler yerine getirilir.
Keşmir tarihinde öncesi ve sonrasıyla 1947 yılı çok önem arzetmektedir. Değerlendirmelerinizi alabilir miyiz ve bu şimdi Hindistan’ın bir iç meselesi mi?
Keşmir sorununu anlamak için 1947 öncesi ve sonrası tarih çok önemlidir. 1947 yılı tek başına da çok önemlidir. Bu yıl, kimliklerini kaybeden, BM ve uluslararası toplum tarafından uluslararası hukuk ilkelerinin uygulanması için bir savaş alanı haline gelen Keşmirlilerin hayatları için bir dönüm noktası olmuş. Daha önce çok şey tartışıldı ve bu sorunun cevabını önceki tartışmadan açıkça görüyoruz. Benim değerlendirmeme ve Hindistan’ın iç meselesi olup olmadığına gelince, burada bunların ayrıntılı cevabı vardır.
Eğer bu bir işgalse (ve tabii ki öyledir), o zaman Hindistan’ın iç meselesi değildir. Bu Uluslararası Silahlı Çatışma Yasası veya IHL’nin tamamının uygulandığı uluslararası bir silahlı çatışmadır. Bazıları tarafından Hindistan’ın iç meselesi olarak ilan edilmesi için öne sürülen argümanlar arasında iki önemli argümanı incelemek gerekiyor.
İlk argüman, 1957’de Keşmir’deki (sözde) seçimlerden sonra Meclis’in orada Hindistan’a katılımını ilan etmesidir. Ancak bir yandan bu seçimler ve bunların sonucunda seçilen Meclis’in uluslararası hukukta bir statüsü yoktur. Bu seçimin 1948’de kararlaştırılan referandumun yerine geçmeyeceğine karar veren 122 sayılı karar çıkmış. Böylece mesele olduğu gibi kalmış.
İkinci argüman, 1972 Shimla Anlaşması’nın Keşmir’i ikili bir anlaşmazlığa dönüştürdüğüdür. Bu iddia da kesinlikle asılsızdır. 1972’de anlaşmanın imzalandığı sırada Pakistan’ın durumu son derece zayıftır, ancak yine de anlaşmanın tarafların hukuki yorumunu etkilemeyeceğini ve hiçbir tarafın tek taraflı olarak hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini açıkça belirtmiştir. Bu anlaşmanın, uluslararası sınırların ve Kontrol Hattının ayrı ayrı belirtilmesi gibi birçok önemli yönü daha vardır. Ancak bu anlaşmanın BM kararlarını geçersiz kılması kesinlikle asılsızdır. Bu, uluslararası düzeyde bazı insanların cehalet içinde (ve bazılarının kişisel kazanç için) tanıtmaya çalıştığı Hindistan propagandasıdır. Buna, Keşmir’in işgal edilmiş bir bölge olduğu argümanını ekleyerek, eğer bir devlet Hindistan gibi kendi topraklarında kendi halkına bu tür vahşet yaparsa ve o zaman çağdaş uluslararası hukuka göre Keşmir’e sürekli olarak uygularsa, bu bir iç mesele olarak kalmaz ve devletin meselesi değil uluslararası bir meseledir. Geçen yarım yüzyılda uluslararası insan hakları hukuku, eski devlet egemenliği kavramını değiştirmiştir ve artık “koruma sorumluluğu” olarak adlandırılmaktadır. Bir devletin içişlerinin uluslararası barışı tehdit etmesi durumunda bunun uluslararası bir sorun haline gelmesi de uluslararası hukuka bağlıdır. BM Şartı’nın 2(7) Maddesi ve 39. Maddesi bu konuda çok açıktır. Şimdi Keşmir’in iki ila üç nükleer güç arasında tehlikeli bir savaşa yol açabileceği açıktır ve geçmişte de birçok kez yaşanmış. Bu nedenle, hiçbir şekilde Hindistan’ın iç meselesi olarak adlandırılamaz.
Keşmir sorununda İngiltere’nin başat bir rolü olduğu düşüncesi ve hatta çözümsüzlüğü besleyen temel faktör oluşuna dair olaylar, argümanlar var mıdır? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Tarihten ve gerçeklerden, Hint Alt Kıtası’ndaki hiçbir siyasi partinin, İngilizlerin alt kıtadan ani, tek taraflı ve hızlı bir şekilde çekilmesine hazırlıklı olmadığı açıktır. İngilizler tarafından alınan bu hızlı eylem, nihayetinde Keşmir ihtilafıyla sonuçlanan siyasi ve bölgesel bölünmeyi tamamen rahatsız etmiştir. İngiltere’nin Keşmir sorununda baskın bir role sahip olduğuna dair birçok teori var ve İngilizlerin Gilgit Ajansı’nı (Keşmir’in bir parçası) kontrol etme konusunda aşırı çıkarları olduğunu belirtmek yerinde olur ve bu devletin önemli alanlarından biri olan ve Orta Asya bölgesinin içişlerini kontrol etmek ve bu bölgedeki Rus etkisine karşı koymak için stratejik bir bölgededir. Aynı şey ünlü bir Hintli bilgin Dr. H.L. Saxena tarafından da belirtilmiştir ve ona göre 1846’dan 1947’ye kadar olanların, Keşmir sorununun yaratılmasında hayati bir rol oynayan bu İngiliz stratejisinin bir dalı olduğu kanısındadır ve ben de aynı fikirdeyim. Keşmir topraklarını satarak para kazandılar, ancak Hindistan Alt Kıtası’nı bölmenin eşiğinde yasal ve ahlaki görevlerini yerine getiremediler ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadıkları zaafı ve acıyı gizlemek için belirsiz ve zor bir karar verdiler.

Devamı Gelecek Ay…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir