Bulanlar Arayanlardır / Dr. Alper Yücel Zorlu

50-bulanlar-arayanlardirArayış, aslında hikmetin izlerini sürmektir. Böyle bir sorgulama eğer içimizdeki “büyük boşluk”tan ya da arayıştan kaynaklanmıyorsa böyle bir soruya arkasını dönüp gidecek insanları yadırgamamak gerek. Ama eğer samimi bir arayışın eseri ise düşünen hiçbir kimse, kalp taşıyan ve nefes alıp veren hiçbir canlı, insanlık iddiasında ve insan görüntüsünde ise böyle bir soruya arkasını dönüp gidemez, gitmemeli… Çünkü bu can alıcı soru, “birimizin derdi hepimizin derdi” türünden, eğer çözümlenirse herkese yarayacak bir mahiyet taşıyor. Hikmete, her şeyi yerli yerine koymak gibi bir anlam yüklenir. Hikmetten kasıt doğruyu aramaksa, günümüzdeki teorik ve spekülasyona varan tartışmaların kimseye faydası yok. Geriye bir şey kalıyor; o da insanın yeniden inşası…

Bireyin problemlerini düşünen, bulduğu sonuçları pratize eden, insanlara direkt faydalı olan, sonuç itibarıyla insanda “inşai” yapılanmalar sağlayan, insanı ayağa kaldıran, yani aslında her şeyi yerli yerine koyan bir pratik kurgu ya da konsept var mı?

İslam dünyası, bütün problemlerine, mağduriyetlerine, değerlerinin ayaklar altına alınmasına rağmen arayışları devam etmektedir. Sözlerle kurulan sahte dünyalar artık kimseyi tatmin etmemektedir. Bu anlamda artık kişilik ve duruş sorunları, neyi nasıl yapacağını bilememek, iş bilir insanların sadece Allah (cc) rızası için bir araya gelememeleri temel sorunlar olarak masada durmaktadır.

Öyleyse biz de önce arayalım; “Her insanın kendi gerçeğine, ontolojik hikâyesine, maddi manevi serüvenine, kader bağlamında ilahi olanla kaçınılmaz bağına baktığımızda, bir de günümüze gelip insan unsurunu gözlemlediğimizde bugün irfani pencereden bir şeyler söyleyecek birileri var mı?” Evet, ilim çöplükte satılmadığı gibi çöplükte de aranmaz. Elbette irfani pencereden konuşacak ariflere bilginlere ihtiyaç var.

Okurun şahsında insan tekiline dair sorulacak yararlı sorulardan biri; “Ölçü dünyamızı geliştirmek için neler yapmalıyız? İlmî, amelî, ahlakî, tasavvufî konuların anlaşımında sizce problem var mı? Güncel boyutta ne tür fikrî mesailer gerektiğini düşünüyorsunuz?”

Yine konunun devamında sorulacak önemli soru; “Temel doğruların kabulünde problem yok, ama bunların algı düzeyine aktarımında günümüz insanının ihtiyaç duyduğu açıklama ve anlatımlar sizce bugün yeterli midir? Bireysel ve toplumsal fayda nasıl sağlanabilir? Mesela bazı düşünürler din dilinin ‘vaaz dili’ oluşundan ve bunun da günümüz insanında karşılık bulmamasından bahsediyor… Bir adım ilerde aslolan “insanın inşasına” dair hakiki manada, işe yarar neler söylenebilir?”

Acaba “Ahlak-kişilik bağlamında eğitim metotlarının yeterince doğru kurgulanamaması, tatminkâr örnek modellerin yokluğu, azlığı ya da tanınmıyor oluşu bir sebep olabilir mi? Bu işlerin öznesi bulunsa dahi Akademik/kavramsal öz ile pratik/irfan alanını nasıl meczedecek ya da harmanlayacağız?” Ve bunu kim ya da kimler, nasıl yapacak?

En önemli problemlerden biri; “Geleneği nasıl ele almalıyız? Geleneğin sorgulanmasına dair konularda sahih alanı nasıl koruyabiliriz? Sahih olanı ayırt etmek bugün kelamî ya da düşünceye dayalı bir problem midir; bu konunun ana başlıklarına neler girer? Ya da ana kaynaklara yöneldiğinizde bu bir tercih sorunu mudur? Kendi kültürümüzü entelektüel anlamda hazmetmek, sahih olanın hayat bulmasına yeter mi?”

Evet, bu konularda kafa patlatırken, bireye inmek, yitirilmiş ahlak, şahsiyet eksikliği, lider boşluğu daha ilk etapta göze çarpan problemler olarak karşımıza çıkıyor.

İnsan ilişkilerinde adaletsizlik ve zulmün olmadığı, insanların birbirine güvendiği ve saygı duyduğu, birbirini dinlediği ve çözüm aradığı, sakin ve dikkatli bir şekilde yürütülen bir hayat, bugün herkesin arzu ettiği bir cemiyet hayatıdır. Kimsenin niyet okumaya kalkmadığı, gizli ajandası olmayan, samimi, sıcak, içten ve duygulu insanların birbirine yardımcı olduğu bir ortam… Neşeli ve vakarlı, problemleri birlikte çözme eğiliminde, birbirine üst düzeyde güven telkin eden, insanların birbirine iyilik yapmakla Allah’ın rızasını gözettiği ve bu duyguyu baş tacı ettiği bir ortam… Ne güzel olurdu… Ve biz o zaman hikmeti, felsefe yapma eğilimimizi tatmin için değil, bu güzel ortamı tesis ya da koruma için hayata geçirmiş insanlar olurduk. Günümüz adına, insan üzerinde bu kadar proje üretip hiçbir şey yapılamayan bir pozisyonda olmak ne acı…

Hayata Bir Anlam Yüklemek

Ne tür bir anlam yükledik hayata? Ya da asıl soru, biz mi yükledik o anlamı? Doğrusu, yüklenen anlamı “öğrettiler bize.” Öğrenilen şey, temelde, asılda bizim “tamamıyla” bildiğimiz şey olamaz. Ancak bize hissettirilir ya da söylenir. Öğretilen şeyin ise içimizde ya da dışımızda iz ya da emareleri olur. Bizler de o izleri takip ederek, yolda “yolcu”, evde “misafir”, sofrada “aç”, çölde “susuz”, zamanda bir “an”, mekânda bir “varlık” olduğumuzu görürüz. Görmekle “gösterilmek” arasındaki fark, bunu kaçınılmaz kılar. Hani derler ya, “nazar, manzarayı gösterir ama bir de nokta-i nazar lazım…” Yani manzarayı yorumlayacak bir delil, bir bakış açısı, bir ölçü, bir tutamak.

Ölenlerin hayata yüklediği anlamla, yaşayanların hayata yüklediği anlam arasındaki fark, hayatın muhasebesinin “mutlak değeri” diyebiliriz. John Hick ne güzel söylemiş; Allah’ın varlığı, ahirette zaten matematiksel olarak anlaşılacak… Bize düşen, ölümle yaşamın bir süreklilik arzettiğini bilmek. Şu an ise yoldaki işaretlere bakmak fazlasıyla yeter. Kadim geleneğin kadim ustaları hayatı sorgularken, masaya varlığı ve kendilerini koyarlar. Biz de muhasebeyi Allah (cc) ile yapar, ama insanı ve varlığı konuşur, güzel sonuçlar almak için yardımı da Allah’tan (cc) isteriz.

Ölenlerin son sözlerini hiç incelediniz mi? Ya da öldükten sonra rüyası görülen insanların sözlerini hiç duydunuz mu? Son nefeste birileriyle yüz yüze görüştünüz mü? Hiç kendi ölümünüz üzerinde düşündünüz mü? Yoksa sadece ölüm korkusuyla mı yaşıyorsunuz? Ölümden sonrasına dair daha dünyadayken sizi motive eden konularda ciddi ya da samimi misiniz? Ne yazık ki, ya da ne güzel ki, ölümden sonra dünyaya ait retrospektif (geriye dönük) araştırma yapılmıyor… Çünkü o araştırmanın sonuçları “gaybe iman” başlığı altında zaten şifresiz, apaçık, net tekrarlarla insanoğluna verilmiş… Üstelik zaten, gözünü kapatmış ve her yer karanlık diyen birisine gökyüzünde parlayan bir güneşin varlığını gösterme imkanı da yok… Dolayısıyla söylenen doğru söze güven sorunu olan güvensizler, maliyeti yüksek bu faturayı çok yüksek bir maliyetle ödemek durumunda olan insanlar… “Faturayı öde; elektrik/su/doğalgazı kesecekler, ya da çalışmazsan aç kalırsın.” türünden dünyevî gerçeklerin insanlarda karşılık bulması ama hayata, hayatın anlamına dair gerçeklerde gayr-i ciddi ve “yılışık” durmaları ancak insanın “hasta” olması ya da gerçeği değerlendirme yetisinin bozuk olmasıyla açıklanabilir.

Nesnel ama insanın kendisi açısından çok öznel bir durum bu. Çözüm: Hayatı başkaları üzerinden değil, kendisi üzerinden anlamlandırmak. Hayatın merkezine kendini koymak ve öylece düşünmek. Demezler mi adama; “Önce kendine bak… Başkalarına yaşam donu biçme, kendi giydiğin giysiye bak…”

Bireye İnmek

Zekâ ve merhamet… Her ikisi de ancak insanda zirve yapan, kemal bulan ama en önemlisi ruhun fonksiyonu olan değerler. Ruhun, yani Allah ile bağı olan en mükemmel özelliğin… Meleklerden üstün olabilme yeteneği ve hayvandan da aşağı kalma garipliği, insanın varlığını sergilediği ahlakî durumlar, düzeyler. İnsan bu anlamda zıt ahlakların bileşkesi olan ilginç bir canlı. İnsan, kendinden menkul bir canlı olsaydı “iyilik” ile “kötülük” ekseninde değerlerden sadece bir türünü kendi isteğine bağlı olarak bünyesinde barındırır, diğerine hayat ya da geçiş hakkı tanımaz ve öylece hayatına devam edebilirdi. Bu, insan için gerçekten de çok hayatî bir tercih olurdu. Ama öyle değil. İnsan için her ikisi de bütün boyutlarıyla kullanıma açık ve tabir yerindeyse insanın kullanımına alabildiğine müsait… Hangisinin açlığı, arzusu, iştihası, şevki varsa, hangi gayeye yönelmişse…

Günümüzün en büyük dertlerinden biri “narsistik kişilik yapılanması.” Bütün kötü ahlakların kesiştiği bir kavşak; kibir kavşağı. İnsanın hayatî yolculuğunda en kötü duraklardan biri. Tabi, hakkıyla değerlendiren için “U” dönüşü yapmaya müsait keskin bir viraj aynı zamanda. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünü bilmeyenimiz yoktur. Kibrin de yol arkadaşları gerçekten çok kötü arkadaşlar. Hased, ucb, riya, gaddarlık, hepsi de kibirle yoldaş… Birbirlerine çok benziyorlar, kolay anlaşıyorlar, kısa sürede çabucak bir araya geliyor ve iyi “dümen” kuruyorlar. Kötülük âleminde kredileri iyi, prestijleri yüksek, piyasalarda iyi iş çıkartıyorlar. Yeryüzündeki kaosta çok büyük payları var. Kâinatın hukukuna tecavüz eden tacizciler durumundalar aslında. Çünkü hak, hukuk, adalet, değerleri yerli yerine koymak, onlar için gündem dışı… Ama onların kötülüğünü katmerli hale getiren bir şey var ki, geride bıraktıklarına öyle kazıklar atıyorlar ki, demeyin gitsin…

Bazıları, görmediğini bahane ederek şeytanı inkâra kalkışır. Şeytanın en önemli vasfının ise kibir olduğu çok iyi bilinir. Mevlâna, böylelerine şöyle der: “Şeytanı görmedinse kendini gör!” Bu istiare, kötülük aynasında insana “kendini” gösterme çabasıdır aslında ve çok manidardır. Hastalık derinlerde ama akla hitap etmekten başka çare yok… Çünkü akıl da ruhun bir fonksiyonu ve ola ki bir gün ayağa kalkar, adalet ister, haykırır, “yeter!” der, kendini bulmak ve bilmek ister.

Günümüzde ehil bir el, insanın kendinden menkul sahte kimliklerine darbe vurmak istese herhalde önce kibirden başlardı. Aksi halde aklen ve dinen meşruiyeti olmayan her ekol ya da duruş, kendisinin dahi inanmadığı sözler söyleyip “milleti” kandırmaya çalışırdı. Milleti, yani insanlık camiasını… Kibrin riya ile olan yol arkadaşlığı bunu kaçınılmaz kılardı. Riya, yani olmayan değerinin arkasına saklanmak… Kibrin iç ve dış unsurları olduğu gibi riyanın da iç ve dış unsurları var. Kendi kendine riya yapan insanların duruşuna da riya deniyor, yaptığı her role inanıp biraz daha cesaretle dışarıdakileri kandırmaya çalışanın yaptığına da… Hem içini hem dışını kibrin ve riyanın kasıp kavurduğu insan ise çorap söküğü gibi aslından, özünden ve değerlerinden uzaklaşıyor da farkında bile olmuyor ve daha da ilerde şeytana tabi robotlar haline geliyor. Her bir vasfıyla tam teslim ve itaat de kusursuz… Biz buna icmalen “kötülük” adını veriyoruz. İnsan “aslı” gibi olmazsa nefsin binbir türlü yüzlerinden bir maskeyle yaşaması kaçınılmaz. En iyi tiyatrocuların dahi ulaşamayacağı bir rolle kötülüğü taklit… Acaba taklit ve rol aynı şey midir? Taklitle rol arasındaki fark, ne yaptığını düşünen bir insan için iyiliğe bir kapı aralayabilir mi acaba? Çünkü insan ruhunun kötülüğe olan isyanı, karşı duruşu, kendi olma ihtiyacı, kötü taklitlerin, benimsenmiş roller haline dönüşmesini engelleyebilir. Çünkü taklit, insanın kendinde olmayanı üretirken, roller benimsenebiliyor. Oysa iyiliğin tekrarına taklit ya da rol diyemeyiz… Hele sağlam bir ölçü dâhilinde olanına… İlim süzgecinden geçenine… Bu arada kibrin insanın işine gelmesi de ayrı bir boyut. Evet, yaşamak da güzel ölmek de.

Öyle görünüyor ki gerçeği görmek için “Olmak lazım.” Olmakla olamamak arasındaki fark; ölmekle yaşamın devam etmesi ve dünyadayken bunun şuurunda olarak yaşamak, ele geçen sermayenin ya da meyvenin hem kaliteli yaşanabilir dünya hem de ebedi ahiret yurdunda ebedi mutluluk olduğunu unutmamak…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir