“Ben Sana Güveniyorum” / Dr. Metin Serimer

47-guvenGüven kalkınca her şey kalkar sözü çok doğrudur. İnsanlar arası ikili ilişkilerde, diyalogda, hatta makro planda toplumsal ilişkilerde güven, anahtar hükmünde bir duygudur. Varlığı pek çok kapıyı açar, yokluğu ise tüm kapıları kapatır. Paranın açamadığı kapılar da dahildir buna. O nedenle, “para her kapıyı açar” sözünü duygusal katılığın, ufkî bozukluğun, yitirilmiş manevi atmosferin ve ölçü bozukluğunun bir göstergesi olarak değerlendiriyoruz. Farklı düşünenler nezdinde de “yaşamayan bilmez” denilecek bir sıcaklığı vardır güvenin ve ancak tadarak anlaşılan bir zevki…

Nice durumlar vardır ki güvensizliğin, bir başkasına güvenememenin verdiği sıkıntı içimizi kemirir, zihnimizi meşgul eder. Oysa karşıdaki insan güvenilir olamasa bile, güvenebilmek, bir duygu olarak yine de güzeldir. Hatta sonrası tedbir ve temkinle pekişse bile… Yani güven, duygusal yoğunluğumuz içinde kendisi gibi sımsıcak bir limandır. Günümüzde ise zaruret halinde ve sadece ihtiyaç boyutunda ama fiilen lüks bulduğumuz bir tavır haline gelmiştir. Mecbur kaldığımızda, zoraki olarak, istemeye istemeye arzularız onu. Bu nedenle itimat duygularımız, samimi bir güvenle tamamlanmaya muhtaçtır hep. Nitekim güven, sadece “çok iyi” dediğimiz insanlara karşı duyduğumuz bir his bugün. Sonuçta, günlük hayatla ilgili gerçeklerin sarsıntıya uğratamadığı “hakikaten iyi” insanın azlığı, kendimiz de dahil olmak üzere toplumsal bir güvensizliğe itmiştir bizleri. Ve artık, güven bir umuttur sadece. Gerçekleşince sevindiğimiz, olmayınca da çok umursamadığımız bir umut ya da açıkçası, umutsuzluk hali…

Güven duygusu yerini güvensizliğe terk ederken, bu duygu, daha doğrusu güvensizlik fiili, tüm toplum halinde, iyiliğe ne kadar susadığımızın çok açık bir göstergesidir. Çünkü iyiliğe aç oluşumuzu, yeterince iyilik görememiş olmamızdan daha açıklayıcı bir şey bulamayız.

Güven ya da güvensizliğimiz, aslında kendi ihlassızlığımızı yansıtıyor da denebilir. Çünkü güvensizlik, başlangıç itibariyle, su-i zan demektir. Temelde ise, kendine karşı su-i zanları olan insan, başkalarına karşı da su-i zanlıdır. (İnsan-ı kâmilin özelliği, kendine karşı su-i zanlı olmamasıdır. O nedenle, su-i zan da yapmaz) Yani su-i zan da temelinde su-i zan yatan güvensizlik de aslında bir projeksiyondur. Yansıtma dediğimiz bu savunma mekanizması bizi ahlaki bakımdan duyarsız kılmaktadır. Bu anlamda güvensizlik de kendini kıymete değer bulmamanın, başkalarına yansıtılma şeklinden başka bir şey değildir denebilir ahlaki anlamda.

“EVLAT, ÇÜRÜKLERDEN DE KOY!”
Nedense hiç kimse, yaklaşık hiçbir konuda, iyi niyetli olmayı fedakârlık olarak değerlendirse bile, ilk önce kendisi fedakârlık yapmayı tercih etmemektedir. Çünkü temel hadise, güvensizlik hadisesidir. Bu da insanları, nasihate kapalı toplum tipine itmektedir. Böyle bir ortamda, emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker (iyiliği emredip kötülükten alıkoyma) cehdimiz ve çabamız da sonuçsuz kalacaktır. Hiç şüphesiz bu, Allah (c.c.) indinde böyle değildir. O nedenledir ki “Yap iyiliği at denize, balık bilmezse Hâlık bilir.” denmiştir. Aksi halde sonuçta, güvenilecek şeylere güvenmeme, güvenilmeyecek durumları da umursamama gibi duygusal kaoslar yaşamakla kalmaz, yanlış kavramları da doğrularının yerine koymuş oluruz. Adeta silsile halinde yanlış düşünmeye kurgulanmıştır beynimiz. İnsanın, neye benzerse ondan olması ya da inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmasıyla sonuçlanır, güven duygularımızın dejenere olması. Bizleri bekleyen en vahim sonuç ve en mühim tehlike de budur aslında. Bunlar, daha henüz, oturduğumuz yerde, düşünürken kaybettiğimiz değerlerdir. Bir manava gittiğinde satıcı delikanlıya “Evlat, çürüklerden de koy!” der bir Kadirî çelebisi… Satıcı “Niçin?” der. Çelebi cevap verir: “Yoksa hepsini satamazsın evlat!” der. Yani aslında mesaj açıktır ama işin sonunu getirmek herkese nasip olmaz. Çelebinin mesajı “Sen bana çürüklerden de koysan ben razıyım ama bu saatten sonra artık aramızda samimiyete, dürüstlüğe dayalı bir hukuk oluştu. Ben biliyorum ki sen bundan sonra hiç kimseye çürük satmayacaksın ama bilesin ki biz senin çürüğü koymandan da razıyız.” Herkesin kendi çıkarları adına pragmatik bir yerde durmayı tercih ettiği bir dünyada “ben çıkarlarımdan senin lehine vazgeçiyorum” demek her babayiğidin harcı değil. Bencile sencillik öğretmek kolay değil. Bu irfan alışverişlerine bugün rastlamak ender rastlanan durumlardan olması her şeyden önce güven ahlakının dumura uğradığını gösteriyor.

Satıcının içinden geçen “Niçin?” sorusunun cevabı aslında Çelebinin gönlünde bir çağlayandır… Çünkü devamında çorak topraklar misali kurumuş kalplere su vermeye hazırlanmaktadır. Bir diyalog yaşanacaktır ve artık güvenli limanlarda duygular şekillenecektir.

Bir de ciddi imtihanlarda halimiz nice olur, ayrıca onun da muhasebesini şimdiden yapmak lazım!.. Tabi bu şartlarda, arkadaşıyla buluşmak üzere randevulaşıp arkadaşı gelmeyince de onu yalancı çıkarmamak kaygısıyla 24 saat daha aynı yerde bekleyen manevi büyüklerimizi ve onların hassasiyetini ne anlayabilir ne de onlardan ders alabiliriz. Biraz önce söylediğim gibi, nasihate, ibrete, tebliğe kapalı toplum tipi… İşte bu, fitne sonucu başımıza gelen bir badire midir, yoksa fitnenin ta kendisi midir şeklinde düşünmek hiç şüphesiz, ahlaki kaygılarımızı daha nezih bir mecraya sokacaktır… Çünkü gıybet, iftira ve dedikodu da güvensizlik ortamının hem işaretleri hem sonuçlarıdır. Güven yitimi, saygı ve sevgi yitimiyle eşittir. Hoşgörü yoksa ufkumuzda, artık hoşgörü gösterecek insan da kalmaz çevremizde. O yüzden Mevlana (k.s.) “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” demiştir. Güvensizlik duygusu, yalnızlığa iter insanları… İyiyse iyiliğiyle, kötüyse kötülüğüyle baş başa bırakır insanı. Postmodernist bir keyfiyetin esiri oluruz sonuçta. Böyle bir ortamda da emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker vasfımız fonksiyonel olamaz asla. Çünkü yok edilen, hem de kendi elimizde yok ettiğimiz şey; İslam’ın cemaat anlayışı olmaktadır. Nitekim böyle ortamlarda hiçkimse kimseyi dinlemez. Niçin dinlesin ki güvenmediği insanı!.. İşte o zaman, objektif doğrulardan nasiplenme şansımız da nasipsizliğe döner.

Aslında temel soru, iyi insan olmayı gerçekten isteyip istemediğimizi sorgulama hadisesidir. Buna karar vermişsek ancak, güzellikler bizim için pek çok şey ifade edecektir. İşte o zaman, karşımızda, talip olduğumuz şeyin güzelliği “İslam” diye kendini gösterecek ve fıtratın çiçekleri rengârenk açacaktır. İşte o zaman kâinattaki her renk, her ses ve her desen, bize de yaratıldığı gibi güzel gelecektir. İç ve dış uyumumuz bir düzen ifade edecektir. Bediüzzaman Said Nursi Hz.’nin “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür.” buyurduğu gibi…

HZ. VAHŞİ (R.A.) MÜSLÜMAN OLURKEN…
Kader ekranında, zahirde henüz Nübüvvet mührü vurulmadan, “bi’set”ten önce dahi, “Muhammedü’l Emin” nezahatiyle namlanan bir Peygamber’in ümmeti olarak, emin olma vasıflarımızın ahlak anlayış ve yaşayışımızda başköşeyi tutması kaçınılmaz görünmektedir. Güven kalkarsa her şey kalkar realitesi, hayatı ahlaki anlamda düzenlemek için alınmış bir tedbir olarak değerlendirilmelidir. Yoksa, güvensizlik izhar etmek için değil… Bugün toplumsal kirlenmenin getirdiği, istismardan uzak temiz toplum arayışları, fertlerin birbirine olan güven ihtiyacını, ruhi açlık boyutunda zaruri kılmaktadır. Aksi halde hiçkimse, bir diğerine kendi derdini anlatamaz hale gelecektir. Komşuluk ilişkilerinden tutun da ana-baba ve evlat hukukuna, ekonomik ilişkilere, evlilik müessesesine, siyasi ve idari sisteme kadar; hayatı şekillendiren tüm konularda tam bir keşmekeş ve sıkıntı kaçınılmaz görünmektedir. Müslümanların derdiyle dertlendikleri tebliğlerinde, muhatap olunan kitlenin bilgilendirilmesi, ikna edilmesi, kalbinin İslam’a ısındırılması ve ona her türlü fiillerimizle güven telkin edilmesi, tebliğcinin canla başla çalışırken, titizlikle dikkat etmesi gereken hususlardır.

En büyük tebliğci olan Resulullah (sav) Efendimiz’in, o muhteşem hayatı boyunca 124 bin kişiyle “Hacc-ı Ekber” yapmasıyla taçlanan ve bir milyondan fazla insanı İslam’a sokmasıyla sonuçlanan muhteşem tebliğ ve irşad hareketinde, kendisine duyulan güvenin çok özel bir anlam ve önemi vardır. Hz. Vahşi’yi (r.a.) İslam’a daveti de bu konunun en güzel örneklerinden biridir.

“Allah Resulü, amcasının katili Vahşi’yi İslam’a davet eder. Birisiyle mektup gönderir ve hak din olan İslam’a girmesi için Vahşi’yi yanına çağırır. Ancak Vahşi, gelen şahsa bir mektup yazar, verir. Mektupta aşağıdaki ayet-i kerime yazılıdır. “Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar.” (Furkan, 25/68) Vahşi, bu ayetin altına şu satırları yazmayı ihmal etmemiştir: “Sen beni Müslüman olmaya davet ediyorsun ama ben bu ayette geçen bütün günahları işledim. Küfür içinde yaşadım. Zina ettim ve bir de senin gözünün nuru amcanı öldürdüm. Benim gibi birisi affolur mu ki ben de Müslüman olayım?” Allah Resulü ikinci bir mektup daha gönderir. Bu mektuba şu ayeti yazar: “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (Nisa 4/48) Vahşi bu defa da ayetin kat’i olmadığını, meşieti ilahi’ye bırakıldığını Resulullah’a intikal ettirir. Bunun üzerine de o şefkat Peygamberi, üçüncü bir mektup daha gönderir. Bu mektupta ise şu ayet yazılıdır: “De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53) Hz. Vahşi, ancak bu üçüncü mektuptan sonra gelir ve Allah Resulü’ne biat eder. O da artık sahabeler arasında sayılacak ve isminin sonuna “r.a.” eklenmeden ismi anılmayacaktır.(1)

Hz. Vahşi’nin, İslam’a davet edilmesi hadisesinde, ayetleri, Hz. Peygamber’e delil olarak getirecek bir hassasiyeti geliştiği halde, hidayetine vesile olan henüz bilmediği ayeti, yine Hz. Peygamber’den öğrenmesi ve onunla amel etmesi, başlı başına Hz. Peygamber’e duyduğu güvenin de bir ifadesidir. Nitekim daha sonraki günlerde Resulullah’ın (sav) Hz. Vahşi’ye, geçmişte Hz. Hamza’yı öldürmüş olması hasebiyle, “Mümkünse bana fazla görünmemeye çalış! Çünkü seni her gördükçe Hamza’yı hatırlar ve sana gereken şefkati gösteremeyebilirim. Böylece sen talihsizliğe itilmiş, ben de vazifemi tam yapmamış olurum.” sözüyle, bir ömür boyu Hz. Peygamber’in gözüne görünmeyecek ve bir ömür boyu, “Artık görünebilirsin.” der mi acaba diye hasretle bekleyecektir…

LİSAN-I HÂL LİSAN-I KÂL’DEN ÜSTÜNDÜR
Evet, Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ uğruna hiçbir fedakârlıktan sakınmaması, bizlerin de insanların birbirine güvenmeme noktasındaki bu asra has zaaflarının aşılması yönünde, en azından kendi payımıza düşen itina, feragat ve fedakârlığı yapmamızı İslam tebliği açısından zaruri kılıyor. Metot tartışmalarının çok yapıldığı günümüzde de, yapmalı etmeliden ziyade, söylediklerimizin yaşanabilir olduğunu gösteren bir teminat olması bakımından “lisan-ı hâlimizin lisan-ı kâlimizden üstün” olduğunu göstermek en güzel tebliğ olacaktır. Unutmayalım ki güven çok zor kazanılır, kolay kaybedilir. Güveni ucuza harcamak da en büyük haksızlıktır. Sevgiye, ilgiye ve güvene aç toplumumuza bir kötülük de biz yapmayalım. Bilindiği üzere kalp kırmak kolay, yapmak zordur. Ne diyelim, Rabbim bizi Resulullah (sav) Efendimiz gibi, insanların güven hislerini yaralamadan tebliğ edenlerden eylesin.
Kaynak:
(1) Hadis Ansiklopedisi, Prof. Dr. İbrahim Canan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir