“Türkiye” Seçilirken… / Dr. Alper Yücel Zorlu

24 Haziran 2018 itibarıyla Başkanlık ve Milletvekilliği seçimlerine sahne olacak Türkiye… Tecelli eden sonuç, önümüzdeki yılların huzur kaynağı olacak… Ekonomimizi, stratejik duruşumuzu, savunma hatlarımızı, hareket kabiliyetimizi, tüm potansiyelimizi değerlendirme biçimimizi belirleyecek… Yeni sistem nedeniyle de bir icra organı olmanın ötesinde devlet olmayı üst düzeyde bizzat temsil edecek.

Yakın zamana kadar her defasında dış güçlerin müdahil olduğu iç çalkantılara sahne olan bir Türkiye gerçeği vardı. Bu gerçek hâlâ değişmedi. Şekil değişikliklerine uğrasa da “uylayan karga” hep aynı idi. Her defasında bu topraklarda yaşayan insanlar bu gerçekle istemeye istemeye yüzleşmek zorunda kaldı. Bu yüzleşme, toplumda yatay ve dikey tüm katmanlardaki arayışların önünü de kesti zaman zaman. Aslında toplum, bu kadar tetikleyici sinsi uğraşlardan sonra yeterince uyarılmış ve gerilmiş, milletin ekseriyetinde “tavşana bak!” tiyatrosuna ciddi bir farkındalıkla bakan bir teyakkuz hali de oluşmuştu.

Daha 100 yıl önce bir imparatorluk olan ve geniş bir siyasi hinterlandı olan bir ülkede geçmişini bilen bir toplumun belli bir tekâmül içinde varoluş mücadelesi vermesi yabana atılamazdı. Ne var ki, her defasında militer çomaklar sokularak provoke edilen bu çaba, henüz tamamlanmamış bir süreçti. “Hakkın” her zaman muarızları vardı ve olmalıydı da… Bu anlamda tarihsel roller kaçınılmazdı. Tabii ki tarihsel rol, kimin neye talip olduğuyla çok yakından alakalı. Eskiden “fütüvvet” denilen şey, bugün en azından “görev adamı” olmakla alakalı…

Aslında bütün tarihsel hafızaya da sokulmuş bu çomaklar, hem ülkemizdeki kimlik arayışlarını tetikledi hem de popüler kültüre teşne alanları da besledi. Çarpışmadan etkilenmemek mümkün değil… Ön safta savaşanlar ise sürekli değişmek zorunda… Modernizmin ve teknolojinin hızla yayıldığı bir ortamda kimin ne olmak istediğini halkın temel tercihleri belirleyecekti ama şu ana kadar masaya gerçek manada yatırılmamış o kadar çok konu vardı ki… Bu anlamda da hâlâ her işin ehlini beklediğini görmemek ise çok büyük bir muhasebe eksikliği olur…

1950’lerden itibaren “müesses nizam” diye ifade edilen sistem içinde topluluklara bölüştürülmüş siyasi kimlikler vardı ve etiketlenmiş kimlikler üzerinden toplumsal yapılar oluşturulurdu. Bilinen klikler… Şimdi de durumun farklı olduğunu söylemek çok mümkün görünmese de o zamanki insan unsuru ile şimdiki insan unsurunun aynı olduğunu söylemek de bir o kadar güç… Artık insanlar herhangi bir siyasi harekete ya da sivil toplum kuruluşuna kurumsal ya da resmi bir aidiyet içinde olmasa dahi sosyal medya üzerinden de herhangi bir konuda ortalama aynı fikirlere sahip insanlar olarak kamuoyu oluşturabiliyor. Kitleler bu yolla süratle siyasi bir angajmanın içinde kendilerini bulabiliyor. Bunun da örnekleri çok… Tek sorun çoktan beri “at izinin it izine karışmış olması…” Ülkenin geleceği ile ilgili hassasiyetler ise her şeyin üstünde… Hiç şüphesiz burada da “İslam’ı öylesine yaşayın ki aranızda münafıklar barınmasın” düsturu tamamıyla geçerli… Aslında İslam’ın ve Müslümanların “ötekileştirmeyle” çok alakası yok. Yeter ki net bir biçimde tevhid’in ne olduğu ortaya konsun, doğru anlaşılsın… Bireysel kavgalar, bölünme sancılarına dönüşmesin…

Yine yakın yıllara kadar kuvvetler ayrılığı, askeri vesayet gibi siyasi bürokratik süreçler tüm sisteme damgasını vurabiliyordu ve vurdu da… Geçen zaman gösterdi ki “güç” her zaman en belirleyici unsurdu… Geçmişin, bahsedilen tüm toplumsal tecrübelerine bugün en belirleyici unsur olarak bu topraklarda yaşayan insanların artık ne olmak/nasıl olmak istediklerine dair samimi duygu ve düşünceleri de eklenince günümüzün insan profili biraz daha net bir biçimde ortaya çıkıyor. Gerek beklentiler gerek fiilî durumlar açısından bu profil bugün siyasete nasıl bakar? Ekonomiye nasıl bakar? İnançlara nasıl bakar? Pek çok konuda toplumsal konsensusa nasıl bakar? Tarihe, kültüre, milliliğe nasıl bakar? soruları hep siyasi demogojilerin gölgesinde kalsa da asla tek başına kısa metrajlı anketlerin konusu olamazdı, olmamalıydı. Sonuç; tüm dünyada bütün toplumlarda ekonomik ve siyasi bir dağınıklık dikkati çekerken, kendi kültürünü ve inanç temellerini koruyan toplumlar bu kavgadan galip çıkacak… Tabi küresel sistemin baskılarından başını kaldırıp amacına ulaşacak kadar nefes alabilirse… Demek ki dünyada her işe burnunu sokan küresel ölçekte bazı güçler var…

Tüm bunlara rağmen kendi kültür ve inanç temellerini korumak hiç kolay değil. Hele hele kafalar karışık, yürekler ayrık ise yeniden ayağa kalkmak, öncelikle “Rabbim, kalbimi dinin üzere sabit kıl!” noktasından başlayarak, tüm narsist tavırları bırakıp, karşılaşacağımız herhangi bir zorluk karşısında dizlerimizin bağı çözülmeden ayakta ve dimdik durma cehdinde olmayı gerektiriyor. Elimizdeki nimetin başlı başına ilahi bir yardım olduğunu, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” Âl-i İmran suresinin 103. ayetinden rahatlıkla anlayabildiğimiz halde, bunun getirdiği sorumluluğu unutmuş insanlar durumuna düşmek ne denli tehlikeli olduğu, izahı gerektirmeyecek kadar açıktır. Bu durum tevhid eksenli tüm inanç toplumları için geçerlidir.

İslam’ın tüm insanlığa gönderildiği mutlak gerçeği hakkıyla göz önünde bulundurulursa, teferruatta birbirini yiyen toplulukların birbirlerini ve gerçekte kendilerini kandırmadan, aynı inanç dünyasına mensup olduklarını ise asla unutmadan yani verilecek bir hesabın olduğunu ve hesap merciinin de Allah (c.c.) olduğunu unutmadan, herkesin gelip geçtiği şu dünyada büyük bir titizlikle yüksek akıl ve kalp (akl-ı selim) neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etmeleri kaçınılmaz olduğu açıkça görülmektedir. Kalpleri Allah (c.c.) birleştiriyorsa, bugünkü halimizin ne kadarının bizden kaynaklandığının muhasebesi her akıl ve iman sahibinin üzerinde durması gereken bir gerçektir. İnsanları kamplara bölüp sonra da onları kavga ettiren bir kurnazlığa teşne olmak bu topraklarda yaşayan insanların tarihsel macerasına, irfanî birikimine ve hayat tecrübesine taban tabana zıt olduğu gibi, “kurt dumanlı havayı sever” misali, mevcut durumun istismarına abanmak, işin başında bir niyet bozukluğu, amaçlanmış bir fitne değildir de nedir!.. Bizler aynı renkte küçük oklarla birbirine saldırırken, bir arada kavga etmemizi fırsat bilen düşmanın, hazır bir arada iken bunları topluca yok edelim gülleleriyle yok olmak, içinde güya iyi niyet olsa bile, çok büyük bir merhametsizlik, adı konmamış bir ferasetsizlik ve herkesi ateşe atmak değildir de nedir?.. Artık bu saçmalıklarla kaybedecek ne zamanımız ne canımız ne de toprağımız var… Oysa tüm bunları birbirimizi kaybetmemek için imar eylemiş değil miydik?

Yıllarca “Fitne uykudadır.” demedik mi? Yıllarca “Su uyur, düşman uyumaz.” demedik mi? Yıllarca “İnananlar kardeştir.” demedik mi? Bu hakikatleri bize bizzat son nebî Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) söylemedi mi? Ziya Paşa’nın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.” sözü ve toplumsal tecrübesi de bizim için bir şey ifade etmiyorsa, “el insaf” demekten başka bir yol görünmüyor. “Yarın düşman kapıya dayandığında…” diye başlayan her cümle, bu topraklarda yaşayan herkesi oldukça rahatsız eder. Ne var ki, Türkiye’deki seçimlerle sadece biz değil, tüm dünya ilgilenmektedir. Herkesin birbirini yediği bir dünyada “derimizden pösteki çıkarma” derdinde olanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Irak’ın, Suriye’nin, Afganistan’ın, Kudüs’ün, Filistin’in, Arakan’ın, Myanmar’ın durumu ortada… Konuşulacak dert çok… Yapılacak iş çok… Bu şartlarda birbirini yiyenin samimiyetine kim inanır!.. Çok açık bir şey var ki; görmemek mümkün değil… Tüm dünyaya örnek, inanç toplumlarına ümit olmak, tarihe anlamlı bir not düşmek için tam bir kırılma noktasındayız. Tabir yerindeyse ya olacağız ya öleceğiz… O denli zor bir zamandayız…

Ne kötü örnekleri öne çıkartalım ne de milletimizin hayatî meselelerinde telafisi mümkün olmayan hatalara imza atalım. Hiçbirisi olmasın… Hakikate yüklediğimiz anlam sadece felsefi ve bireysel bir duruş değil, aynı zamanda yönetim, hikmet, adalet ve makûliyet… Lütfen, bir müddet, çuvaldızı kendimize, iğneyi başkalarına batırarak dengelenelim. Unutmayalım ki, çağlara damgasını vuran ses, son nebî Peygamberimiz (s.a.v.); “Sizler layık olduğunuz gibi idare olunursunuz.” buyuruyor.

Yaptığımız tercihler millet olarak inancımıza, kültürümüze, devlet tecrübemize, millet ve ümmet olarak varoluş mücadelemize yaramayacaksa, başkalarının bizi yok etmesine gerek yok, biz zaten varlığımızı başkalarına bağlı kılmışız demektir. “Millet”, “ümmet”, “devlet”, “inanç”, “kültür”… Kim bu kavramları samimiyetle ön plana çıkartıyorsa, tercihimiz o olmalı… Sahi, ne diyorlardı buna; hürriyet mi, iman mı? Sizce hangisi… Bence her ikisi de… Lütfen, hâlâ milli ve manevi değerlerimizden bağımsız bir tercih yapılamayacağını unutmayalım… Ki alnımız ak, yüzümüz ak olsun…

Allah’a (c.c.) emanet olunuz… Şimdiden hayırlı seçimler…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.