Egosantrizm mi? Allah Merkezli mi? / Dr. Mehmet Öztürk

İnsanların; olayları, kendini, çevresini ve evreni algılama, okuma, yorumlama ve değerlendirmeleri farklı farklıdır. Bu farklılıkların çok çeşitli nedenleri söz konusudur. Kişinin akıl ve zekâ kapasitesinden ailesine, aldığı eğitimden çevresel faktörlere varıncaya değin çok değişik etmenler bu ayrışmanın temel saikleri olabilir.
İnsanlar kimi zaman olguları değerlendirirken kendilerini daha merkezde konumlandırma eğiliminde olurlar. Bu insanlara göre dünya adeta kendi eksenleri etrafında dönmektedir. Olayların kendi kontrollerinde olduğunu, istedikleri gibi yönlendirebileceklerini, gelişen olayların neden ve sonuçlarının kendilerinden bağımsız olamayacağını düşünürler. Dominant karakter, baş aktör hep kendileridir, gerisi figüran hatta teferruattır. Böyle kişiler her şeyde kendi duygu ve düşüncelerine göre hareket ederler, hatta herkesin kendisiyle hemfikir olduğuna inanırlar, yanılmazlar, hep doğruyu bilirler ve savunurlar.
Böylesi bir kişilik yapısının psikolojik terminolojideki karşılığı “egosantrizm”dir, bir diğer ifadeyle “benmerkezcilik” olarak ifade edilir. Daha çok çocukluk dönemlerinde rastlanılan bu tutum ergenlik öncesi için geçici bir gelişim aşamasını ifade ederken yetişkinlerde çoğu zaman ruhsal ya da davranışsal bozukluk olarak kabul edilir.
Egosantrik kişilerde; egosantrizmin tezahürleri olarak en masum haliyle bencillikten, megalomanlığa, en sapkın haliyle de narsisizme kadar ulaşabilen komplikasyonlar görülebilir.
Narsisizm; en yalın tanımıyla kişinin kendisine karşı duyduğu hayranlık durumudur, insanın kendisine âşık olmasıdır. Öz saygı ve öz güven ile karıştırılmamalıdır. Öz saygı ve öz güven sağlıklı bir psikolojik ve toplumsal yaşam için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Lakin narsisizm makul sınırları aşmışsa akıl ve ruh hastalıklarıyla karşılaşılabilir. Tüm bu nedenlerle egosantrizm kimi zaman illüzyon, narsisizm ise paranoyak kavramlarıyla tanımlanabilmektedir.
Narsisizm bazen öyle tehlikeli bir hal alabilir ki maazallah kişinin tanrılık iddiasında bulunması gibi patolojik bir maraza dönüşebilme riski de söz konusudur. Nitekim nemrut, firavun gibi kimi şahsiyetler tanrılık iddiasında bulunacak kadar azgınlaşabilmişlerdir.
Hitler, Mussolini, Stalin gibi tarihsel şahsiyetler de esas itibari ile egosantrizmin bataklığına saplanarak tüm dünyanın hatta evrenin kendi eksenleri etrafında döndüğü zehabına kapılarak olmadık zulümleri insanlara reva görmüşlerdir.
Hitler’in Yahudilere uyguladığı Holokost’dan tutun da yaşanmış sayısız Jenosit uygulamalarının temelinde de bireysel ve sosyolojik benmerkezci tutum ve davranışlar yatmaktadır. Nitekim Stalin; “Bir insanın ölümü trajiktir, on insanın ölümü dramatiktir, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir.” diyebilmiştir.
Tüm bunları anlatmaktan maksadımız derin psikolojik analizler içeren bir yazı kaleme almak değildir. En masum haliyle bencillikten, en sadist ve şedit haliyle tanrılık iddiasına varıncaya değin geniş bir spektrumda yansımalarıyla karşılaştığımız bir husus olan “ego” irdelenip analiz edilmesi gereken çok önemli bir olgudur.
“Ego” bilinmeden ve anlaşılmadan insanın kendisini, eşyayı, olayları ve evreni sağlıklı değerlendirebilmesi mümkün değildir.
Ego etimolojik olarak “ben” anlamında kullanılır. Egoist; bencil, egosantrik, benmerkezci; egosantrizm ise benmerkezcilik olarak tanımlanır ve kabul edilir.
“Ben” kavramını kullandığımızda esas itibari ile bedensel ve ruhsal somut bütünlüğümüzü kast ederiz. Ama işin aslı hiç de öyle gözüktüğü gibi değildir. Detaylara indiğinizde “ben” kelimesinin mücerret soyut bir kavram olduğunu fark edersiniz. Örneğin benim elim, benim ayağım, benim kalbim, benim gözüm, benim bedenim dediğinizde “ben”in unsurlarıyla karşılaşırsınız. Saydığınız ya da sıraladığınız unsurlar somut karşılığı olan maddesel varlıklardır.
“Benim bedenim” dediğinizde beden anlaşılmaktadır lakin “benim” ifadesindeki “ben” neyin karşılığı olmaktadır? Bu haliyle bakıldığında “ben” ifadesi daha gizemli, daha derin, daha mücerret bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu perspektiften bakıldığında “ben” ifadesini kullanırken “ruh” olgusuyla karşılaşıldığı görülecektir.
İnsan esas itibari ile ruh ve bedenden müteşekkil ve mürekkep çok kompleks ve sofistike bir yapıdır. Bedeni ruhtan ayırırsanız cesetle karşılaşırsınız. O nedenledir ki sosyal hayatta da ölü bedenler için “ceset” ifadesi kullanılır. Fizyolojik anlamda ruhsuz beden için ceset ifadesi kullanılıyor olsa da bu tanımlama hakikatte yaşayan insanlar için de geçerlidir.
Ruhu inkâr eden bir anlayışın insan tanımı, hakikatte insanı hayvan derekesine indirmekten farksızdır. Ruhu insandan çekip alırsanız geriye ne kalır ki? İnsan gerçekte ruhu ile değerlidir.
Materyalist ve pozitivist felsefe insanın ruhunu inkâr edip insanı sadece beden ve madde olarak kabul ettiği için insanlık bugün mutsuzluk girdabında debelenip durmaktadır. Pozitivizm ve materyalizm doğası gereği metafiziği, madde ötesini, dolayısıyla ruhu inkâr eder. ‘Ruh bilimi’ diye adlandırılan pozitivist psikoloji de ruhu inkâr ederek işe başlar ve insanı tanıma iddiası güder. Şuradaki paradoksa, ironik zavallılığa bakar mısınız; hem ruhu inkâr edeceksiniz hem de insanı çözümleme, anlayabilme iddiasında bulunacaksınız! Bu gerçek nedeniyledir ki maddeci psikoloji; insanı belli motor hareketleri ve belli bazı kalıp davranışları ile değerlendirmeye çalışır. Esas itibari ile psikanalizm de bundan ibarettir. Ama şu bir hakikattir ki ruh inkâr edilerek insan muamması asla çözülemez, derununa vakıf olunamaz. O nedenle insanı en iyi tanıyanlar ancak Allah dostlarıdır. Çünkü onlar insanın ruhunu, derununu çok iyi bilirler.
İnsanda var olan akıl, duygu, düşünce, mutluluk, merhamet, sevgi, aşk gibi olgular ruhun fonksiyonlarıdır. Bu saydığımız değerlerdir ki insanı insan yapan temel erdemlerdir. Bu ulvi değerleri ortadan kaldırdığınızda geriye kalan insanın sadece hayvansal boyutudur.
Ruhu inkâr maazallah Allah’ın inkârı demektir. Ruhun varlığı ise Allah’ın varlığının kabulüdür. Çünkü ruh; ilahi “nefha”dır. Nitekim Secde Suresi dokuzuncu ayette; “Sonra onu tamamlayıp ona kendi ruhundan üflemiştir ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” buyurulmaktadır.
Nasıl ki bedenin göz, kulak, el, ayak kalp, böbrek vs. organları var ise teşbihte hata olmasın insan ruhunun da çeşitli fonksiyonlarının yansımasına kaynaklık teşkil eden çeşitli “Letaif” adı verilen metafizik hassaları vardır. Kalp, ruh, sır, hafa, ahfa, nefs denilen bu hususiyetler insanın manevi boyutunu ifade ederler. Vicdan, gönül, akl-ı selim vs. hususiyetler de esas itibari ile insanın ruhsal boyutunun tezahürleridir. Her birinin ayrı ayrı görevleri vardır.
İnsan bedeni ve organlarının sağlıklı çalışması ve yaşaması için nasıl iki temel ihtiyaçlarının karşılanması ve çeşitli gıdalarla beslenmesi gerekiyorsa aynen onun gibi insanın da ruhsal ve metafizik boyutunun sağlıklı çalışabilmesi ve insanın mutlu olabilmesi için yukarıda saydığımız manevi letaiflerinin de aynı şekilde beslenmeye ihtiyacı vardır.
İnsanın manevi hayatını besleyen en temel gıda “Allah inancı” yani imandır. Allah inancı olmayan bir insanın mutlu olabilmesi mümkün değildir.
Allah inancı ahiret inancını getirecektir, bu ise ancak ruhun ölümsüzlüğü ile mümkündür. İman etmek, inanmak, aslında çok kolaydır. Komplike, bilimsel deliller sonucunda ancak ulaşılabilen bir keyfiyet değildir. Öyle bir durumda iman, yalnızca bilim adamlarının inhisarında bir şey olurdu ki bu da Allah’ın merhametine uygun düşmezdi. Oysa şöyle gözünüzü çevirip baktığınızda gördüğünüz her zerre Allah’ın varlığına bir delildir. Resim ressamın, nizam nâzımın, eser müessirin delili olması gibi, her varlık da var edenin delilidir. Bunu görmek ve bilmek için filozof olmak gerekmez. Vicdanlar, bütün duruluk ve saflığıyla bunu sezer ve hisseder. Bu mazhariyet, bir yanılsama değil, hakikatin ta kendisidir.
Kendisinin tüm yaşamının sadece bu dünyadan ibaret olduğunu zanneden materyalist insanın ölüm sonrasını inkâr etmesinin temel nedeni ruhu inkâr etmesi dolayısıyladır.
Ruhun varlığının sayısız delilleri vardır. Bu konuyla ilgili çok sayıda yazı kaleme aldık. Şu an için konumuz bu olmadığı için detaylara girmiyoruz. Aynı şekilde Allah’ın varlığı ve birliği, ahiretin varlık delilleri ile de ilgili çok sayıda yazı kaleme aldık. (Bu konularla ilgili Feyz ve Gönül dergilerimize müracaat edilebilir.)
Allah’ın, ahiretin, cennet ve cehennemin ayrıca ruhun varlığına yönelik sayısız ontolojik, bilimsel, rasyonel ve epistemolojik deliller vardır. İnternette yapılacak araştırmalarla bu delillere çok kolaylıkla ulaşmak mümkündür.
Allah’ın varlığı kesin ve bedihi iken insanın adeta Allah yokmuşçasına bir hayat sürmesi en büyük aldanış ve savruluştur. Allah’a inanan insan Allah yok gibi yaşayamaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) buyruluyor. Demek ki bizlerin bu dünyaya geliş nedeni esas itibari ile Allah’ı tanımak, bilmek ve O’na kulluk etmektir.
Bir insan Allah’ın varlığı ile buluşunca Allah’ı dışlayan egosantrik bir hayat yaşayamaz. Çünkü insan nakıs bir varlıktır, acizdir, zayıftır. Nefes alındığında gücünüz yetiyorsa haydi vermeyin, verildiğinde de haydi almayın, bakalım ne olacak? Görülüyor ki bir nefes alıp vermede dahi iki defa hayat bahşedilmektedir. Bu bilgiler ışığında hâlâ bedenim benimdir ve istediğim gibi tasarruf edebilirim, diyebilir mi insan? Bir de insanın ruhu var ki orası daha da muamma, tam bir labirent. İlahi nefha olan ruhu kavramak, anlamak gerçekten çok zordur. Ruhu anlamadan da insanı tanımak mümkün değildir.
Psikolojide ego olarak ifade edilen kavramın tasavvuf terminolojisindeki karşılığı tam olarak karşılamasa da “nefs” olarak ifade edilir. Madem Yaratıcımız var, o halde bizi Yaratan, bizi en iyi bilen demektir. Bizi en iyi bilen Allah, Kur’an’da ego diğer anlamda nefs ile ilgili olarak Yusuf Suresi 53. ayette; “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” buyurmaktadır. Demek ki ıslah edilmediği haliyle ego ya da nefs esas itibarıyla insana kötülükleri emretmekte ve kötüye yönlendirmektedir. Buradan da anlıyoruz ki egosantrizm ya da egosantriklik insanı yanıltan bir illüzyon, insanı şaşırtan bir paranoya olabilmektedir. Ego ya da nefs çok girift bir varlıktır. Kibir, riya, ucup, hased, cimrilik, korkaklık, yalancılık, gazap, merhametsizlik, sevgisizlik gibi hastalıkları vardır ve bunlar birbiriyle ilgilidir, birbirlerini etkiler ve birbirini tetiklerler; aynen bir domino etkisinde olduğu gibi. Bu girdaptan kurtulmak çok zordur. Ancak ibadetler ve tezkiye ile bu hastalıklardan kurtulunabilir. İbadetlere Allahu Teala’nın ihtiyacı yoktur, bizim ihtiyacımız vardır. Çünkü ibadetler sayesinde insan, nefsin kırk çeşit hilesini hurdasını, hastalığını görebilir. Bizler ihlasla ibadet yapar, nefsimizle, egomuzla mücadele ve mücâhede yaparsak ilahî sigortalar ancak o zaman devreye girecektir. “Siz bildiklerinizle amel ederseniz ben size bilmediklerinizi öğretirim.” buyuruyor Rabbimiz. Onun için kulluğa ihtiyacımız söz konusudur.
İnsanı en iyi bilen yüce Allah insan egosunun yani nefsinin ıslah olabileceğini yani egonun damıtılıp arıtılabileceğini de haber veriyor. O halde insan egosu nasıl frenlenir, nasıl temizlenir onun yollarını arayıp bulmak ve o doğrultuda bir hayat sürmek en isabetli ve doğru yol olacaktır. Nefs-i emmare içimizdeki düşmandır, dış iş birlikçisi ise şeytandır. Şeytanın insan vücudunda iş birliği yaptığı mekanizma nefs’tir. Eğer siz o nefsi ıslah eder, öldürürseniz, ki nefsi öldürmekten kasıt nefsi yok etmek değildir, “Ölmeden önce ölünüz” sırrı gereği nefsin sıfat değiştirmesidir. Tabir-i diğerle nefsin üst mertebelere doğru yolculuk yapmasıdır. Güzel ahlaklarla donanmasıdır. Allah dostu dediğimiz insanlar işte bu mutmainneliği yakalamış kişilerdir.
Egosantrik insan ben merkezli yaşayan insandır. Egosunu besleyen negatif etmenler; onun kendisine, dünyaya, olaylara, hatta ölüm ve sonrasına bakışını belirleyen temel bir kabul yani “paradigma” oluşumuna zemin hazırlar. Eğer siz Allah’ı dışlayan egosantrizm esaslı bir yaşam felsefesi benimserseniz bu sizin helakiniz ve yok oluşunuz anlamı taşıyacaktır.
Günümüzde kaydedilen bilimsel çalışmalar, kuantum mekaniği türü gelişmeler tüm delilleri ile insanlığı Allah’ın varlığına götürmektedir. O halde insan egosantrizmin boyunduruğunda egosantrik bir hayat sürmek değil, “Allah merkezli” bir anlayışı benimseyerek bu bilinç doğrultusunda bir hayatı ikame etmek zorunluluğundadır.
Allah’a inanan bir insanın başka bir hayat tarzını tercih etmek gibi bir lüksü söz konusu olamaz. İnsanın; kendini, olayları, eşyayı, evreni, ölümü ve ölüm sonrasını değerlendirirken oluşturacağı, yaşam tarzına esas teşkil edecek paradigması Allah merkezli olmak zorundadır. Aksi bir tercih dipsiz bir kuyuya yuvarlanmak, sonsuz bir aldanış ve savruluş anlamı taşıyacaktır.
İnsanı yukarıda ifade ettiğimiz durumlara düşmekten alıkoyacak, kurtuluş reçetesinin, parolasının, paradigmasının ya da yaşam tarzının nasıl olması gerektiğini en çarpıcı şekilde ortaya koyan; En’âm Suresi 162’inci ayette ifade buyurulan şu Allah kelâmı ile yazımızı sonlandıralım:
“De ki: Benim namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.