İnsan ömrünün doğum ile ölüm arasındaki süresi bir film şeridi gibi akıyor. Bu akışın farkına varmak, bu psikoloji ve duyguda olmak, hastanede son günlerini yaşayan bir hastanın büyük bir acıyla ve ruhi bir ızdırapla ömrünün son demlerini yaşıyor olduğunu bilmesi ve hayatının gözlerinin önünden akması kadar yakıcı olamaz. Çünkü artık o hasta için her şeyin sonudur. Hayata dair yapmak istediği ne varsa zamanı kalmamıştır. Yarım kalan, başlanılmamış tüm işler askıda kalmıştır. Sonra yaparım, daha zaman var dediği her şey için çok geç kalınmıştır. Belki başlasaydı, yoğunlaşsaydı yapacağı işlere, sonunu tamamlamaya vakti olmasa da bu başlangıç ona yeterdi. Hayallerinin, ideallerinin, amaçlarının yolunda ölmek vardı. Bu yolda olmak kalbini rahatlatan bir avuntu olurdu… Ölümü kabulleniş ve dünyadan kopamama iştiyakının insani boyutu, tükenen ömrünün farkında olarak yaşamaktır. Aksi takdirde ömrünün son günlerini yaşayan hasta gibi nedamet dolu bir hayata gözlerini kaparsın. Oysaki hayat oturduğun yerden kalkmak ve tekrar kalkmak ve her gün yeniden dirilmektir. Beklediğin, durduğun yerden kapılar açılmıyor, kilitler kırılmıyor. Etrafında ve dünyada yaşananlara kayıtsız kalmadan varlığını sürdürebilmek, doğruluk ve adil olabilme ahlakını edinmeye çalışmak ve inandığın değerlerin hakkını verip samimiyetle yaşamaktır hayatın anlamı… Ne olduysan olduğun şeyin hakkını vererek şahsiyetli yaşamak, kendini adamak ve adanmaktır…
Bu dünyada kendini tanımaya çalışan insan için, tüm eksi ve artı yönlerini tespit etmek bir başlangıçtır. Fakat bu başlangıç bir kabullenişe doğru sürüklüyorsa ani bir fren yapmak, sarsılmak ve bir bedel ödemek gerekir. Aksi takdirde senin yol zannettiğin derin bir çukurun içinde bocalayıp durmak olur da bir gram yol kat edemezsin o çukurun içinde… Bu çukurları dünya ömrünün yol haritası olarak tasavvur ettiğimizde, insanların yaşanmışlık çukurlarında hapsolup debelendiği bir tablo oluşuyor… Adam asıyor, kesiyor, adalet yok, hukuk yok, her şeyden önce temelinde olması gereken Allah korkusu ve iman yok. Günahından vazgeçirecek, pişman olacağı, tevbe edeceği bir zemin yok. Çünkü o çukurun içinde… Örnekler dünyaya dair her kötülüğün ve kötü ahlakların varlığı kadar çoğaltılabilir. Her birinin ayrı bir çukur olduğunu varsayarsak derinleşmeden ve imkânsıza dönüşmeden çıkmak gerekir bu günah çukurlarından ve düşmemek için de temkinli olmak gerekir bu tuzaklardan…
Yoğun bir duygu sarmalı içinde kaleme aldığım her kelimenin artık insanlığa küsmüş olduğu hissine kapılmak istemiyorum. Çünkü kelimeler yol katettirmiyor. İstersen altını çizerek yaz, üstüne basa basa defaatle söyle, insanlığa olan etkisi nerede demekten kendimi alıkoyamıyorum. Ve diyorum ki yolda olanlar; dürüst, vicdanlı, adaletli, haksızlıkları sorgulayan bir avuç insan ve gerisi kendi çukurlarının kaosundan çıkamadılar ki yol alsınlar… Yolda olanlar, farkında olanlardır fakat en zoru da farkında olarak yaşamaya tahammül göstermek değil midir?
Dünyanın başlangıcından itibaren yaşanan ve bitmek bilmeyen bir zulüm var. Dünyanın dört bir yanında acı üzerine kurgulanmış bir düzen var. Çok uzaklara gitmemize de gerek yok. Yanı başımızda, bizim göremediğimiz, üstü örtülmüş acılar, haksızlıklar, korkular yaşanıyor. Halbuki Marshall Mcluhan’a ait olan “global köy” kavramı iletişimin yaygınlaşması ile dünyanın küçük bir köy olacağını savunmuştu. Haksız mıydı, değildi fakat İslam’ın özüne aykırı ne varsa tüm içeriklere maruz kalmak, sapık, yoldan çıkarıcı akımların etkisinde kalmak yönüyle haklıydı. Çünkü dünya, deccaliyet faaliyetlerinin yaygınlaşmasını sağlayan bir köy haline geldi. Ve diğer insani tüm yönleriyle de karanlığa büründü. O kadar güçlüydü ki deccaliyet, siyahını daha da artırdı. Zulümden besleniyordu ve gücünü de ondan alıyordu. “Güçlü bir kimsenin yasaya ve vicdana aykırı olarak başkasına yaptığı kötü, acımasız, kıyıcı davranış ve işkence” olarak tanımlanan zulüm, adaletin zıttı olarak düzeni bozulmuş bu dünyayı ateşi ile sarıp kavuruyor. Kur’an-ı Kerim’de en çok kullanılan kavramlardan biri olan zulüm, Allah’ın sevmediği bir eylem olarak en ağır cezayla karşılık bulmaktadır ki toplumların da yok edilme sebeplerinin başında gelmektedir… Kur’an’a göre zulüm kavramı çok geniş anlamda ele alınarak “Allah’ın uluhiyet hakkına haksızlık etmek anlamında şirk(Araf 148, Lokman 13), bir işe hakkını vermeme, olması gerektiği yerden başka yere koyma anlamında amel (Bakara 59, Kehf 57), birisine haksızlık, adaletsizlik etme anlamında ahlak (Bakara 231) mefhumlarını içermektedir.
Sadece eylem değil, inanç ve ahlak konularını da ilgilendiren bir anlam alanına da sahip olan zulüm, Allah’ın men ettiği bir davranıştır. Her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermek değil midir adalet?.. “Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır.” (Şura 39) ayetiyle haksızlıkların en büyüğü olarak tanrılık niteliklerini başkasına yükleyen insan için Allah’a ortak koşmanın bütün kötülüklerin başında geldiği ve diğer bütün kötülüklerin de sebebi olduğu anlatılmaktadır. Kalplerdeki gizli firavunların tespiti, nefsi temizleme mücadelesi, güzel ahlakı yaşama gayreti ve şuuru zedelenmiş insanlık… Şeytanın vesvese sinyalleri ve nefsin azgın ve tatmin olmama haliyle kendi adaletini yitiren insan için bu hayat nereye kadar sürecek! Adaleti yitirmek zulme yol vermektir. İzlediğin zulüm senaryoları ve bu zulmü yapanlarla kendini ayrı kefeye koyan insanlık… Körelmiş duygularıyla hiçbir şey yapmamakla zulme destek olduğu gerçeğini ne zaman anlayacak?
Filistin kayıtta, kayda geçmeyen zulümler nerde? Doğu Türkistan, Çeçenistan, Arakan, Afganistan… Bilinmezliklerle dolu bir dünyada göremediğimiz binlercesi daha var. Zulüm tüm hızıyla devam ediyor ve her yerde. Zulmün karanlığı, siyahını her geçen gün artırırken eritilen manevi dinamikler yüzünden kalpler işlevselliğini yitirdi, taşlaştı adeta… En şiddetli zulmün reva görüldüğü insanlar ve bu zulmü sadece izleyerek kendilerine zulmeden insanlar… Bu utanç bize çok fazla. Alıştık mı? Benim gündemim Filistin zulmü diyen kaç kişiyiz?
Filistinli bir annenin sözleriyle yazımı sonlandırmak istiyorum. Zalime karşı imanın gücünü nasıl da temsil ediyor. Teslimiyetin, kanaatin, tevekkülün somutlaşmış örneği… Bu sözler yürek burkuyor ama daha çok kendi halimize… Böyle bir iman ve teslimiyet karşısında kendi halimize acımayalım mı? Dert, sıkıntı dediğimiz basit şeylere, bencilce kendi isteklerimizi dayattığımız şu hayatlarımıza tevbe etmeyelim mi? Teslimiyet ve rıza kapısı kolay değil… Hodri meydan… Bu sözler dört kızından üçünü şehit veren annenin sözleri: “Her halimizden dolayı Allah’a hamd olsun, Allah bana yeter, O ne güzel bir vekildir. Allah’ım, Senin hükmüne itirazım yok. Allah’ım, Senin bana verdiğine razıyım. Bu Allah’ın takdiridir, buna itirazım yok. Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir. Her halimizden dolayı Allah’a hamd olsun. Allah’ım kalbimi güçlendir. Hamd olsun… Allah bana yeter, O ne güzel vekildir…”
Teslimiyet ve tevekkül neydi, hatırlayanınız var mı?