Genelde insanların topluluk önünde konuşma korkuları var. İnsanlar toplum önüne çıkınca heyecanlanıyorlar, heyecanlanınca ne diyeceklerini şaşırıyorlar; doğal bir şekilde, rahat oldukları ortamdaki gibi konuşamıyorlar. Bu sefer sıkıntılı bir konuşma oluyor, meramını anlatamıyor. Toplum önünde konuşma korkusunu yenmek için ne tavsiye ediyorsunuz?
Heyecan öyle bir şey ki siz ne kadar çalışırsanız çalışın, o an o heyecan, sizin bildiklerinizin tamamını unutturabilir. Ne söyleyeceğinizi, nasıl söyleyeceğinizi, nasıl hitap edeceğinizi bilemeyebilirsiniz. Heyecanı baskı altına alabilmenin yolları var. Nusret Şenbay’ın çok hoşuma giden bir sözü var, diyor ki: “İyi bir konuşmacı olmanın, iyi bir hatip olmanın ilk şartı, nefesi doğru almayı bilmektir.” Eğer nefesi doğru alabilirsek o heyecanı da baskı altına alabiliriz.
Çok klasiktir: “Diyaframdan nefes alacaksınız, şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız…” denir. Bir defa, dünyaya geldiğimiz andan itibaren nefesi doğru alarak selamlarız. Hayat bir nefesle başlar, bir nefesle son bulur. Fakat yetişkin insanlar olmaya başladığımızda, maalesef nefes almayı unuturuz. Bunda alışkanlıkların rolü vardır, bunda fiziki yapının rolü vardır, birçok etken var ama doğru nefes almayı maalesef unuturuz. Nefesi doğru almaya başladığımız andan itibaren kalp atışları, kan dolaşımı düzenli olarak gerçekleşir. Kalbin atışı, kanın dolaşımı düzenli olunca, heyecanı da baskı altına almış oluruz.
Tabi mesele sadece heyecanı baskı altına almakla da bitmiyor. Bunun yanında bir de bilginin olması gerekiyor, tecrübenin olması gerekiyor, ne söyleyeceğinizi ve nasıl söyleyeceğinizi bilmeniz gerekiyor. Dinleyici kitlesinin önemi çok fazla, yapacağınız konuşmanın içeriğinin önemi çok fazla. Tarihi bir konuşma mı, siyasi bir konuşma mı, dini bir konuşma mı, bunların hepsinin ayrı ayrı önemi var. Korkulardan kurtulmanın, heyecanı baskı altına almanın elbette yolu, tekniği var; ama çok emek harcamak gerekiyor. Öyle bir çırpıda, “Ben heyecanımı yendim, kalabalık karşısında çok rahat konuşma yapabilirim.” demek zor. Bir defa o şartların oluşması lazım. O şartları oluşturduktan sonra zaten devamı gelecektir. Korkunun üzerine gitmek gerekiyor. Korkunun üzerine gitmediğinizde, korku bu defa sizin üzerinize gelmeye başlıyor ve sizin başarınızı gölgeliyor.
Konuşmacının bıraktığı ilk intibanın öneminden bahseder misiniz?
İlk intiba 30 saniye. 30 saniyede biz, karşımızdaki insanla ilgili olumlu, olumsuz bir fikre kavuşuruz. “Çok sevdim, çok hoşuma gitti, çok sıcak…” veya “Hiç sevmedim, çok itici…” diyebiliriz. İlk intibada, en başta elbette görüntünün önemi var; ondan sonra konuşmaya başladığınızda sesin ve sözün önemi var. Hazreti Mevlânâ buyuruyor ya: “Kişi kıyafetiyle karşılanır, konuşmalarıyla uğurlanır.” Kıyafetin de konuşmanın da çok büyük önemi var. “Nice insanlar gördüm, üzerinde libas yok; nice libaslar gördüm, içinde insan yok.” diyor. O bakımdan ilk intiba çok önemli. Yani karşımızdaki insanda bir şey oluşturma telaşıyla, “Bana güvensin, bana itimat etsin, beni dikkate alsın…” düşüncesinden ziyade, tabii olmak, yapay olmamak, insanlar üzerinde zaten olumlu bir intiba bırakacaktır. Ancak, son zamanlarda bunlar çok dikkate alınmıyor tabi, kişi sadece kıyafetiyle karşılanıyor. Oysa Hazreti Mevlânâ’nın da dediği gibi, kıyafetiyle karşılanmalı, konuşmalarıyla da uğurlanmalı ve konuşma da ancak bilgiyle mümkün, dağarcıkla mümkün.
Yahya Kemal diyor ya: “Aklı kullanabilmenin yolu kelime dağarcığından geçer.” Kelime dağarcığınız ne kadar genişse aklınızı da o oranda kullanırsınız. İlk intibada bunların tamamının önemi var. Yoksa sadece “Sözsüz iletişimde beden dilinin önemi vardır.” deyip kestirip atmak çok da doğru değildir. Hem sözün hem bedenin ve ikisinin de eşit olması gerekiyor. Beden başka bir şey anlatırken, sözlerinizle başka bir şey ifade ediyorsanız insanlar üzerinde bir güven oluşturmak, o insanların size itimadını sağlamak zaten mümkün değildir. Özü ve sözü bir defa dosdoğru olmalı.
Topluluk önünde konuşurken beden dilini nasıl kullanmalıyız, nelere dikkat etmeliyiz?
Abartılı olmaktan kaçınmak gerekir; ifrat, tefrit. Kamera karşısında beden dilini kullanmak başkadır, topluluk önünde beden dilini kullanmak başkadır. Kamera, bizim her hareketimizi büyütür, büyüteçtir. Mikrofon her kelimeyi, her heceyi, her cümleyi büyütür, abartır. Büyüteçten kastım, ayıbı ortaya koyar, kusuru ortaya koyar. Dolayısıyla topluluk önünde yaptığımız konuşmayla kamera karşısında yaptığımız konuşma arasında çok büyük fark vardır. Bir defa, abartılı davranmaktan mümkün mertebe uzak durmak gerekiyor.
Beden dilinde bizim dikkat edeceğimiz iki husus var. Bunlardan biri göz, bir diğeri el. Bu ikisine çok dikkat etmek gerekiyor. Konuşurken, salondaki insanların tamamının gözüne bakmayı ihmal etmemek gerekir ve elleri mümkün mertebe abartmadan, ses ve beden dili uyumu içerisinde kullanmak gerekiyor. Öteki türlü, işin içine abartı kattığımızda, karşımızdaki insanların bakış açısı farklılaşabilir. Yani özet olarak, beden dilinde dikkat etmemiz gereken şey, göz ve ellerimizdir. Bunları abartılı kullanmamak gerekiyor. Ayaktaysak dik durmak, oturuyorsak koltuğa sırtımızı yaslamak, karşımızdaki topluluğun durumuna göre hareket etmek… Beden bizi ele verir. Beden, beyinden gelen komutlara çoğu zaman riayet etmez. Onun için beden dili okuyucuları vardır. Beden dili okuyucuları, bizim davranışlarımızdan ruh hâlimizi ortaya koyar. Mesela, hastaneye gittiğimizde, ortak dildir, elini dudağına götürmüş bir hemşire fotoğrafı görürüz. Bu bize, susmamız gerektiğini söyleyen, ikaz eden bir fotoğraftır. Dolayısıyla beyinden gelen komutlara riayet etmediği için, beden bizi ele verir. Bunun için beden diline bizim azami ölçüde dikkat etmemiz gerekir.
Bir konuşmanın verimini artırmak için, dinleyiciyi diri tutmak için, sesin önemi kadar, konuşmanın muhtevası kadar, beden dilinin de orantılı olması gerekir. Eğer bunlara dikkat edilirse bu, bizim dinleyiciyi daha diri tutmamıza yardımcı olur. Bunlar da önemlidir.
Konuyu sunmadan önce nasıl bir planlama yapmalıyız?
Yapacağımız konuşmada, bir meseleyi anlatırken, naklederken, teşbihle anlatmayı maalesef yapmıyoruz. Bir kıssayla, bir mütefekkirin, bir düşünürün sözüyle anlattığımızda, akılda daha da kalıcı olur.
Dinleyiciyi mümkün mertebe sıkmadan konuşmak gerekir, anlatmak gerekir. Çok fazla söze boğmadan, dinleyiciye düşünme payı vererek, çok süratli konuşmadan konuyu toparlayıp nakletmek en doğru olanı. Yapacağımız konuşma için bir plan yapmak zorundayız. Metne bağlı yapılan konuşmalar farklıdır, irticalen yapılan konuşmalar, metne bağlı kalmaksızın yapılan konuşmalar farklıdır. Bir defa bu ikisini birbirinden ayırt etmek gerekir. Önce bunun kararını vermek gerekiyor. Metne bağlı olarak mı konuşmayı yapacağım, yoksa irticalen mi yapacağım, metne bağlı kalmaksızın mı yapacağım? Mesela, bununla ilgili ayna karşısında yapılan provalar vardır, ezberler vardır, tabii olmak için yapılan çalışmalar vardır. Bunların hepsi zaman alan şeylerdir.
İşin kolayına kaçıp metne bağlı olarak bir konuşmayı tesis etmek de mümkün. Fakat kalıcı olan; kendinize güveniniz varsa itimadınız varsa konuşmayı irticalen yapmak, bir teşbihle anlatmak, bir düşünürün sözüyle anlatmaktır ki bu daha doğru, daha kalıcı, daha etkilidir. Mesela dikkat edin, özel günlerde yapılan konuşmalar hep metne bağlı yapılır ve tekdüzedir. Tekdüze olunca da karşı taraf üzerinde bir etki uyandırmak mümkün değildir.
Dinleyicilerle göz teması kurmanın kuralları nelerdir?
Bazı insanlar göz teması kurmaktan kaçınır, göz teması kurduğunda söyleyeceklerini unutma endişesi taşır, “Karşımdaki insanla göz teması kurduğumda heyecanlanabilirim ve söyleyeceklerimi unutabilirim.” endişesi taşır. Mesela bizde, sahne sanatlarında bir kural vardır. Bir tiyatro düzeni düşünün, bir sinema düzeni düşünün. Karşımızdaki insanın gözüne bakmak veya başının üzerine bakmak, arkasındaki insanı, onun arkasındaki insanı, onun arkasındaki insanı etkileyecektir. Bir de eğer “Göz teması kurmaktan korkuyorum, endişe duyuyorum.” diye bir şeye sahipsek, bu defa kör noktaya bakmak. Bir salonu üçe bölüyoruz; sağ taraf köşe, orta taraf ve sol taraf köşe, yani kör nokta. Bu kör noktalara baktığımızda, sağa baktığımızda, salonda oturan insanlar kendilerine baktığımızı zannedecektir. Orta tarafta yine kör noktaya baktığımızda, orta kısımda oturan insanlar da onlara baktığımızı zannedecektir. Aynı şekilde, sol taraftaki köşeye, kör noktaya baktığımızda, orada oturan insanlar da onlara baktığımızı zannedecektir. Dolayısıyla konuşma yapmış olduğumuz salondaki insanların tamamıyla göz teması kurmuş olacağız. Biz gerçeği bilmiş olsak da en azından salonda oturan insanlar bunu bu şekilde düşünecekler. Bir yere odaklandığınızda, zaten sahnedeyken, salonda oturan insanlar; yanındaki, diğer yanındaki arkasındaki, onun arkasındaki, onun sağındaki, diğerinin solundaki ona baktığını zannedecektir. Bu, işin pratiği. Ama gerçek göz teması kurmak evla olandır, makbul olandır. Ama “Ben çekiniyorum, bakamam, söyleyeceklerimi unuturum, endişelerim var…” gibi bir düşünce içindeysek bu tekniği uygulamanın hiçbir sakıncası da yoktur.
Hazırlıksız konuşmalar için tavsiyeleriniz nelerdir?
Tabi hazırlıksız konuşma bilgi gerektirir. Öyle bir an gelir ki bir yerde, misal, arkadaşınızın doğum gününde bir konuşma yapmanız icap edebilir veya bir toplulukta, bir mesele hakkında sizin de görüşünüz istenebilir. Burada; okumak, kişinin kendini geliştirmesi, birçok mesele hakkında bilgi sahibi olması…
Biz konuşmalarımızı ne kadar süslersek yani teşbihle anlatırsak, bir atasözüyle, bir düşünürün sözüyle ne kadar desteklersek, anlatım gücü, kabiliyeti o kadar artar.
Mesela, bir konuşmacıda olması gereken dört haslet vardır. Bunlardan birisi sestir, bir diğeri sözdür, bir diğeri histir, bir diğeri de süstür; sesimizi, sözümüzü, duygularımızı süsleyerek karşı tarafa nakletmektir.
Hitabet sanatı aslında bizim düşündüğümüz kadar kolay bir sanat değildir. Konuşmacı, bir aktör gibidir. Ağzınızdan çıkan sözü geri almanız mümkün değildir. Dolayısıyla söyleyeceğimiz sözü tartarak söylemek zorundayız. “Ben bunu kastetmemiştim. Türkçe çok elastiki bir dildir, ne yana çekersen oraya gelir…” gibi birtakım savunmalara meydan vermeksiniz, ne söyleyeceğimizi ve nasıl söyleyeceğimizi iyi bilmemiz gerekir.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın bir sözü var: “Sonunda özür dileyeceğiniz bir sözü ve davranışı söylemekten, sergilemekten uzak durun.” O bakımdan, söyleyeceğimiz her sözün karşımızdaki insanlar üzerinde bir etki oluşturacağını, onların bilincinde farklı bir şekle bürüneceğini unutmamak gerekiyor. Dinleyici için de aynı şekilde. Konuşmacıyla dinleyici arasında bir bağın oluşması gerekiyor. “İki dinle, bir söyle. Konuşmak sanattır, dinlemek ve anlamak ayrı bir sanattır.” Epiktetos’un çok bilinen meşhur bir sözü. Onun için, konuşmacı ve dinleyici arasında o bağın oluşturulması çok önemlidir.
Mesela ben, sunum yapacağım vakitlerde muhakkak sunumu yapacağım salona birkaç saat önceden gider, sahnede tur atarım, sahneyi baştanbaşa dolaşırım, âdeta sahnede basılmadık yer bırakmam. Ortaya geçerim, sağa geçerim, sola geçerim, geriye geçerim, ileriye geçerim, en uca kadar yürürüm. Sebebi, aidiyet oluşturmaktır. Bir saat boyunca, bir buçuk saat boyunca bu sahnede olacağım. Sahneyle aramda bir bağın oluşması gerekir, bir ünsiyetin oluşması gerekir. Bir defa, benim mekânı yadırgamamam lazım. Prova yaparım, mikrofonu denerim, kendi kendime konuşurum. Sanki dinleyiciler gelmiş, sunum yapıyormuş gibi, o sandalyeleri dinleyici olarak görür, orada anlatırım, başa dönerim, tekrar okurum. Şiirse, tanıtımsa, neyse, yapacağım sunumun içeriğine göre, orada 45 dakika, bir saat konuşurum.
Dolayısıyla hatibin en başta konuşma yapacağı salona erken gitmesi gerekir ve ne konuşacağını günler öncesinden kurgulaması gerekir. Metne bağlı olarak konuşmayı yaptığını varsayalım. Arada irticalen konuşabilecek cümleleri de ikame etmesi gerekir. Yani elimize metni alıp da oradan tekdüze okumak bir şey ifade etmiyor, onun bir etkisi de yok. Eğer kendimizi geliştirmek istiyorsak, iyi bir konuşmacı olma yolunda emin adımlarla ilerlemek istiyorsak, muhakkak bunları yapmak gerekiyor. O iki seçeneği, metne bağlı olarak konuşmak, irticalen konuşmak… Yeri gelir, metne bağlı olarak konuşursunuz; ama metne bağlı olarak konuşmak demek, metinden okumak demek değildir. Orada da doğaçlama yapmak gerekir. Yani elimize aldık, mektup okur gibi metni okuyoruz. Bunun hiçbir inandırıcılığı yok, bunun karşı taraf üzerinde bırakabileceği hiçbir etki yok. Bunlara dikkat etmek kişinin önünü açacaktır.
Dinleyenlerde daha iyi bir etki bırakmak, dinleyicileri daha canlı tutabilmek, dinleyiciyle konuşmacı arasındaki iletişimi kopartmamak için ne yapılmalı?
Sesin ve sözün orantılı olması gerekir, ama muhakkak -örnekleriyle ben bunu çok yaşadım- aralara küçük küçük hikâyelerin serpiştirilmesi lazım. Bu, dinleyiciyi daha diri tutar. Eğer siz tekdüze bir anlatımla sahneye çıkarsanız bu anlattığınız her neyse, tarih olabilir, ekonomi olabilir, siyaset olabilir, aklımıza gelen her şeyde tekdüzelikten kurtulmanın yolu, dinleyicinin çok fazla dikkatini dağıtmadan, aralara kısa kısa hikâyeler serpiştirmektir. Mesela bir konuyu bağlarken, bir konuya giriş yaparken, muhakkak bir sözle başlamak gerekir. “Falanca diyor ki… Filanca da böyle diyor…” Bunlar kalıcılığı artırır, dinleyicilerin dikkatinin dağılmasına engel olur. Eğer bunları yapamazsak dinleyici bir anda dağılabilir. Dinleyici dağıldığında konuşmacı hepten dağılır. Eğer konuşmacı, dinlenmediğinin, dikkate alınmadığının farkına varırsa, onu görürse, o his uyanırsa onda, inanın, o konuşmanın içeriği allak bullak olur, konuşmacının ruh hâli allak bullak olur. Dolayısıyla konuşmacı salonda bir hâkimiyet oluşturmalı. Eğer o hâkimiyeti oluşturamazsa konuşmasına adapte olması mümkün değildir. Konuşmasına adapte olabilmesi için de konuya ve salona hâkim olması gerekir. Konuya ve salona hâkim olabilmesinin yolu da araya muhakkak, ama muhakkak kısa kısa hikâyeleri serpiştirmesinden geçer.
Bir düşünürün sözü olabilir, bir mütefekkirin sözü olabilir, dünle bugün arasında bir bağ oluşturabilir. Tek bir söz bize çok şey anlatabilir. Onun için de konuşmacının, hatibin çok okuması gerekir, çok araştırması gerekir ki çıktığında insanlar üzerinde bir etki bırakabilsin. “Efendim, ne gereği var, ben zaten konuşuyorum, insanların huzurunda devamlı konuşan biriyim.” deyip de işi kesinlikle hafife almaması gerekiyor. Hafife aldığı an, bu, onun bocalamasına, sahnede sıkıntı yaşamasına sebep olabilir. Çok kıvrak olması gerekir.
Hatırlayacaksınız, Amerikan başkanlarının sahnede düştükleri durum, topluluk içinde düştükleri durum. Birisi cincırdan düştü. Bir diğeri sahnede kürsüye yaslanmıştı, kürsü devrildi, düştü; fakat hemen toparlandı ve alaycı bir üslupla konuşmaya başladı, kendisiyle alay etti. Konuşmacı öyle bir kıvraklığa da sahip olmalı, yaşanan olumsuzluğu hemen kendine mâl etmeyi de başarabilmeli, becerebilmeli. Bu ayrı bir yetenektir tabi, meleke kazanmakla ilgili bir şey.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

