Tevhid ve Güzellik Medeniyeti / Leyla İpekçi

47-tevhid-medeniyetiMedeniyeti oluşturan değerlerin ihyası dediğimizde, yol yapımı, mabetlerin yenilenmesi, tarihi eserler, onların restore edilmesi gibi daha somut, hayatımızı birebir etkileyen, bizi daha “Medeni” yapacak faaliyetlerde bulunmak ilk aklımıza gelenlerdir. Bizim anladığımız anlamda medeniyetin içinde sadece Batılılardan aldığımız uygarlık yok, sadece çağdaşlık yok; bizim medeniyet anlayışımızda evrensellik de var. Evrensel anlamda çoğulcu, büyük bir medeniyetten bahsettiğimizde, yol yapmak, mabetlerin yenilenmesi vs. yetmiyor. Bunun yanında duyguların restorasyonu da gerekiyor. Duyguların restorasyonu dediğimiz şeyde de hayatın daha az görünür, ama daha manevî yanları var. Bunların yapımı, tadil edilmesi, hatta onu tadil etmek, biraz yıkmakla mümkün. Yani önce yıkım gerekiyor.

Son 100 senede birçok açıdan, Türkiye’de yaşayan çeşitli kültürler ve halklar olarak epey acılardan geçtik. Ondan önceki döneme bakıyorsunuz, Osmanlı’nın son dönemi, hep savaşlarla, göçlerle, sürgünlerle dolu. Bir yıkılış yaşadık yeniden kuruluş dedik, o kuruluşu bir türlü kuramadık. Zor bir toprak parçasındayız ama buna rağmen bir yol aldık. Aldığımız yolda, şu anda kültür ve sanata yani medeniyetin ruhuna değmek üzereyiz.

“Yeniden büyük ve çoğulcu bir medeniyet olmamızın kıstasları nedir?” diye baktığımızda görüyoruz ki bu, maneviyatla mümkün. Yani hakla bâtılı birbirinden ayırmaya hepimizin çok ihtiyacı var ve biz çok uzun zaman bâtıl içinde yaşadık. Bâtılın içinde büyüdük, yetiştik. Nihayetinde, Hakk’a manevî olarak çok ihtiyaç duyulan bir dönemdeyiz ve insanların neye inanç duyduklarını dahi bilmedikleri bir çevreden geliyorum.

Nihayetinde, eğer yeniden büyük bir medeniyete başlayacaksak sahih bir maneviyata hepimizin çok ihtiyacı var; çünkü bunun içinde ruh var. Bugün hepimiz yükselişten, dirilişten bahsediyoruz. Bu diriliş için, önce bu anlamda hak olan sahih bir maneviyata ihtiyacımız vardı, bu yolda ilerlemeye başladık. Tabi, bu kolay değil. Ben çeşitli yerlere gidiyorum ve özellikle hanımların, insanların, herkesin çocukları için, torunları için, evlatları için daha iyi bir gelecek kurabilmek adına çalıştıklarını görüyorum. Benim gençliğimde hiç olmayan bir şeydi bu; herkes kendini düşünürdü, kendi çocuğu için bir şeyler yapmaya çalışırdı. Ben üniversiteye 80’lerde gittim. Bize o yıllarda empoze edilen medeniyet tasavvuru diye bir şey yoktu. Olan tek şey, “kendi adına nasıl daha iyi olursun, yani bencillik” idi. Hani bu, nefsin ben meselesi var ya, herkes nefsim derken ümmetim denmesi gereken mesele, bunu bugüne getirelim. Geçmişte ya da gelecekte değil, biz kendimizde arayalım. Gerçekten bir medeniyet tasavvurundan bahsediyorsak bir tevhid medeniyeti kurabilmekten bahsediyorsak bunun içinde nefes alabilmekten bahsediyorsak öncelikle nefsimizin neye hizmet ettiğinde karar kılmamız gerekiyor.

Son zamanlarda hızla dünyevileştik. Bu dünyevileşmenin içinde sahih maneviyatı korumakla yükümlüyüz; bu bizim sınavımız. Dolayısıyla, dünyevileştik diye ikiye ayırmamak lazım. Biz bir tevhid medeniyetini; bu dünyevi, bu seküler çağın içinde, bu kapitalist dönemin içinde kuramayacağız diye bir şey yok; bunun içinde kuracağız. Dolayısıyla bunun ölçüleri ile çerçevesini sağlam çizmek gerekiyor. O zaman şöyle diyebiliriz: Bir tanesi halis niyet. Yani benim gördüğüm, herkes için, insanlık için, kâinatın tekâmülü için bir şeyler yapmak isteyen senin benim gibi vatandaşların halis niyeti. Özellikle hanımlar hafta sonu evinde oturup kahvaltı hazırlayıp ayağını uzatıp oturmuyor. Dernek faaliyetlerine gidiyor. Bu çok önemli ve iki yönlü bir durum. Bir yanıyla bazı kavramların içi boşalıyor olabilir, ama bir yanıyla da yeniden doluyor. Bazen bir kâinat kurmak, bir kâinatı yıkmakla başlıyor. Kendi içimizde de yıkmayı bilmemiz gerekiyor. Evet, daha çok yorularak; bir şekilde idealist, dayanışmacı, sadece kendi ailene, kendi çevrene, kendi yakınına, bir ahbabına bir şey söyleyen değil; insanlığa bir şey söylemeye çalışan, sahih niyetli, halis niyetli insanların sayısı arttıkça, biz sessiz olarak o medeniyetin evrensel değerlerini yeniden ihya etmeye başladık demektir.

Yapamadıklarımıza gelince, fetih duygusundan bahsedelim, bir nevi duyguların restorasyonu diyelim. Çünkü bir medeniyet, bir tevhid medeniyeti, bir güzellik medeniyeti öncelikle fetihle kurulur. Fetihle işgal arasında nasıl bir fark vardır ve biz neye fetih diyoruz? Bunun zâhiri nedir ve medeniyet kuruluşunda fethin bize ne söylediğini nasıl bulacağız? Amerika Irak’ı fethetmedi, işgal etti. “Bizi çiçeklerle karşılayacaklar.” dediler. 2 milyondan fazla insan öldü, Ortadoğu karıştı, kaos hâlâ devam ediyor. Evet, işgaller bitmiyor dünyada; tebliğ olmadığı sürece, gönülden gönüle yollar açılmadığı sürece bunun adı fetih değil, işgal oluyor. Demek ki “Konstantiniye’yi fethedecek komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” diye bir hadis-i şerifimiz varsa Eyüp el-Ensâri nasıl fiili bir faaliyette bulunup buralara gelip kanını, canını veriyorsa bizler de her şeyi bir yana bırakıp şu anda yapmamız gereken zihinsel faaliyetlerde bulunmak, toplanıp medeniyeti konuşmak zorundayız. Bir yerin Medine olabilmesi, bir medeniyet coğrafyası olabilmesi kendi kanını, canını feda etmekle çok yakından ilgilidir. Yani başkalarının kanını dökmenin amacı Amerikalıların Irak’a gelip acımasızca, haksızlıkla saldırmaları gibi asla olmaz; “Canım sana feda yâ Resulallah!” diyerek kendi canını, kanını feda etme pahasına yapılan bir şey. Dolayısıyla zafer ve yenilgi dediğimiz şey de burada. Siz eğer bir yeri fethediyorsanız eğer fetih amacıyla geliyorsanız isterse çok fazla kişiyi şehit verin, siz bir zafer kazanırsınız. Gönülleri fethetmeden zaten fetih olmuyor, işgal oluyor. Peki, gönüller nasıl fethediliyor? Biz bugünümüzde bir gönlü fethetmenin neresindeyiz? O zaman da fetih niye hiçbir zaman bitmiyor? Bir medeniyetin büyük, çoğulcu ve âdil olarak bir tevhid medeniyeti hâline gelebilmesi için, hiçbir zaman bitmeyen bir fetihten bahsediyor olmanız gerekir. Fetih bitmez, çünkü gönüllerin fethi hiçbir zaman bitmez. Bizim hayatımızda bir karşılığının olması gerekiyor. Nedir o karşılık? “Gönül genişliği”. Gönlün genişlemesi, içine her şeyi alabilecek hâle gelmesidir. Aslında tevhid, bir bütün olarak görebilmektir.

Fetih gerçekten bitmez; Hazreti Ali (r.a.), Eyüp el-Ensâri (r.a.) çok büyük örneklerdir. Hangi niyetle medeniyet kurmaya gidiyoruz? Hicret nasıl oluyor? Kendisi, ölümü pahasına, Hz. Muhammed’in (s.a.v) yatağına yatıyor. Katledilmesi an meselesi iken orada uyuyor, gönül rahatlığıyla uyuyor, vesveselere kanmıyor, uyuyor ve uyanıyor. Bu örnek de bizim için bir ipucudur. Fetih için, yataklarınızı bırakarak çıkıp gidiyorsunuz. Kanınızı, canınızı feda etme pahasına her şeyi göze alarak gidiyorsunuz. Efendimiz’in devesi nerede durursa o kapıdan içeri girer deniyor. Efendimiz, devesi, Eyüp el-Ensari’nin arsasının yanında durduğu için 7-8 ay orada kalır. Orada mesela, Eyüp el- Ensâri Hazretleri “Şu anda çok meşgulüm. Bakmam gereken 8 tane çocuğum, 15 tane torunum var, sizi yandaki eve alayım.” dememiştir. Diyeceksiniz ki “Koskoca Peygamber gelmiş, tabi ki öyle yapacak.” Hayır, aynı bugün gibi o gün de inanan inandı, inanmamış olan inanmadı. Orada inananlar bir aradaydı, Medine’ye girilmişti ve sayıları çok azdı. Eyüp el-Ensari böyle bir ortamda evini açtı.

Dolayısıyla Medine kurmak Ensâr olmakla çok yakından ilgili bir şeydir. Biz her yerde misafiriz, ama her misafirlik bir ev sahipliği sorumluluğu getirir bize. Buralardan hareket ederek Ensârlığı da bu medeniyet algısının içine koymak gerekir. Tevhid medeniyetini kurarken bu da bizim için ipucudur. O da yetmez, geri dönüp Mekke’nizi fethedeceksiniz ki bizi yeniden ümmet kılan, bilinç oluşturacak olan bir bütünlük hâline gelebilsin. Ancak bütün bu şuurla bunları yapabildiğimiz ölçüde onu değiştirmek bizim elimizde. Dolayısıyla Mekke’nin Fethi’nin bitmemesi, her zaman sulh içinde geri dönüp Mekke’nin fethedilebilmesi medeniyet algımız için çok büyük bir örnektir ve umuttur. Tevhid medeniyeti kurabilmemiz için çok büyük bir ipucudur.

İstanbul’un Fethi’nden önceki son akşam bütün meşaleler söndürülüyor, mehter takımı ve herkes susturuluyor, büyük bir sessizlik oluşturuluyor. Artık orada dua, maneviyat, orada Akşemşeddin’in maneviyatı var. Zuhur üzerine zuhurlar başlıyor ve ertesi gün İstanbul’un Fethi gerçekleşiyor. İşte o büyük sessizlik, o insanların bir araya geldiğinde yaşadığı o ruhânî dayanışma da bizim için bir anahtardır diye düşünüyorum. Zihinsel faaliyetler kavramsallaşmaya başladıkça, insanların nefsini besliyor. Her yerde medeniyet tasarımı, medeniyet kurgusu vesaire konuşmalar, faaliyetler, nefisleri beslenmeye başlıyor. Dolayısıyla bunlar her zaman için ümmet adına bir amaç gerektiriyor. Bunun için de aslında kendiniz için, kendi çocuğunuz, evladınız için istediğinizi sadece Türkiye toprakları içinde yaşayanlar için değil; insanlık için istemek bir çözüm olabilir. Biz dinimizden bahsediyoruz, geleneğimizden bahsediyoruz ve bunun evrensel oluşundan bahsediyoruz. Nedir evrensel olması? Her çağ için geçerli, ama biz onu tarihe hapsettik. Neye sahip olduğumuzu, neye varis olduğumuzu, bu toprağın mayasında bizi hangi değerlerin canlı olarak beklediğini daha yeni yeni fark etmeye başladık, yeni uyanıyoruz. Bunu restore ederken veya başkalarına anlatırken kendimizi fark etmeye başladık.

Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kasabalar artık büyük gelişme içerisinde. Kasabalar, büyük ölçüde büyükşehir belediyelerinin ilçesi hâline geldiler. Yahut da köyler boşalıyor sadece yazları gidilecek bir yer oluyor. Tarımdan insanlar kaçıyor, zeytinlikler satılıyor vs. Tabi, bununla da biz bir medeniyet kuramayız. Her şeyin yerli yerinde olması adalet demektir. Eğer siz, bağa bahçeye sürekli beyaz eşyacı açmaya başlarsanız zulüm başlar. Şehircilik, büyük şehir, kültür-sanat vs. hepsini şehre mâl etmeye başlarsak taşra dediğimiz şey giderek daha fazla taşralaşır ve şehir tek başına büyük bir taşra hâline gelir. Bunun dağılımını iyi yapmak ve adalet adına her şeyi yerli yerine koymak gerekir.

Tevhid medeniyeti ana direklerinden biri adalettir. Adalet sağlanamadan, bu anlamda bizim yeniden bütüncül, herkesi kucaklayan, insanlığa ait söz söyleyen bir medeniyet sistemi kurabilmemiz mümkün değil. Adalet; sadece insanlara adalet saraylarında adalet dağıtmak, “Sen haklısın, bu haksız” demekten ibaret bir şey değildir. Adalet, bizim bütün kâinatla, eşyayla kurduğumuz ilişkiyle alâkalı bir şey. Bardağa bile hakkını vermek gerekiyor. Tabi, kul hakkı çok çok önemli, ama bizim her eşyaya karşı bir sorumluluğumuz var. Biz emanetçiyiz. Dağın, taşın, hayvanatın, denizin emanetini insan üstlendiyse bunun bir bedeli var, bunun bir vebali var. Kâinattaki her şeyle helalleşmemiz gerekiyor, eşyayla helalleşmemiz gerekiyor ki adalet kavramı yerli yerine otursun. Adaleti alın, zâhirden bâtına indirin; yani kendi gönlümüze kadar indirmemiz gerekiyor, eşimiz dostumuz, çoluk çocuğumuzla ilişkimize kadar indirmemiz gerekir. Bizi, büyük medeniyet, tevhid medeniyeti esaslarına götürecek olan, bunların her birinin nasıl tasarlanacağı, hangi niyetle yapılacağı, gerçekleştirileceğidir. Kendi küçük dünyalarımızdaki adalet duygusuyla başlamamız gerekiyor.

Bir de işin şu tarafı var: Bütün bunlar belli bir sistematik içinde olacak. Mesela, Osmanlı döneminde böyle olan ve bizim çok kaybettiğimiz bir şey daha var; onu da bugünün diliyle yeniden kurmak zorundayız. O da şu: Bizim güzel insan, güzellik medeniyeti dediğimiz şey, öyle kozmetik güzelliğinden bahsetmiyorum, ama o da dâhil muhakkak. Güzel insan yetiştirmek. “Çocuklarımıza kaç yaşında, hangi din eğitimini, nasıl vereceğiz?” diye bitmeyen bir mevzuu var. Önemli olan, dini eğitime dâhil olarak, bundan daha acil olan, güzel ahlak eğitimidir. Efendimiz’in (sav) hadis-i şerifi, “Ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim.” Buradaki kemâlatla, kâmil insan olmakla ancak bu güzelliği yetkin, yetişkin, olgun hâle getireceğiz. Bu güzellik, bizim içimizin güzelliği ve bu dışımıza yansıyacak. Dolayısıyla bu medeniyet algısı bizi tevhid medeniyetine götürecek olan, bu anlamda da güzel ahlakı tamamlamak üzerine kurulacak olan bir eğitimdir.

Çocuklarımızın eğitimi, kendi dini eğitimimiz için birçok kaynaktan beslenebiliriz, doğru kaynaklara ulaşabiliriz ama bunlar hiçbir zaman yetmiyor. Birbirimizi yeniden tanış, dost kılacak olan, yeniden bizi birlikte güzelleştirecek olan eğitimi almamız gerekiyor. Bu eğitim, mutlaka ki bu kâmil insan çizgisinde nefs eğitimiyle devam edebilmektir. Toplumsal hiyerarşik algı, sahih maneviyat olmadığı için bozuluyor. “Her şey Allah için, Hakk için, insan Hakk için; ama her şey insan için.” yani böyle bir sıralama var, hiyerarşi var. Bizim bunu kendi hayatımızda uygulamamız için de üstümüze olan saygımız, hürmet anlayışımızın doğru olması gerekiyor. Bunu yapamıyoruz, yapmadığımız zaman hiyerarşik yapı bozuluyor, bozulduğu sürece de zaten hümanizm algısı yerleşmeye başlıyor. Herkese, her canlıya eşit mesafede. Hâlbuki biz biliyoruz ki adalet eşitlikte değildir, her şeyin yerli yerine konulmasıdır. Her şey biriciktir. O biricikliği içinde değerlendirdiğimiz zaman bize bir anlam ifade etmeye başlar.

Allah güzel ve güzeli sevendir. Bu güzellik yetkinliktir, kemâlattır. Bu kemâlat bizim için gönüldür, nefisten ruha yükselmedir, gönlün hicret etmesidir. Maalesef toplu irşat diye bir şey söz konusu olmadığı için, bu da her birimizin kendi kalbiyle Rabbi arasındaki bir sırdır. Biz oralardan başlarsak zaten o güzellik bize sirayet eder. Ne yapmışlar? Bir araya gelmişler, fetih olacak, bir gün önce sessiz sakin, mehterler susuyor, herkes susuyor, meşaleler söndürülüyor. O ânı an kılmak, onu açmak gerekiyor. Bir araya gelince sevmek gerekiyor, fethetmek gerekiyor, buna niyet etmek gerekiyor ve bu arada insanlık için düşünebilmek gerekiyor. Bütün bunların inşallah kıyısındayız, inşallah ummanlara açılacağız. Bu yolda en önemli şey niyet etmek ve gayret etmek, hizmet etmek. Önemli olan bütün bir insanlığı ümmet kılma gayretidir. Bu yolda ilerlersek inşallah daha büyük ve çoğulcu bir medeniyet algısıyla kâinatı bir gönül gibi fethedebileceğiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir