
Son zamanlarda aynı insan(lar)la defalarca tanışmak zorunda bırakan git-gel hafızam, okuduğum kitapları bile unutturuyor, aynı kitabı tekrar tekrar okumak zorunda bırakıyordu. İbni Arabi’nin, Şam’da gördüğü bir rüyanın ilhamıyla yazdığı bilgisiyle, hafızama kazımak istediğim Füsusü’l-Hikem’in son sayfasından başımı kaldırdığımda uçakta bizden başka kimse kalmamıştı ve tam da Şam’da, şal vaktiydi…
Ajandaya bakılırsa zaman, burada kalacağımız tarihlerde bize hiç de cömert davranmayacak ve bu harikulade şehrin birçok yerini göremeden dönecektik.
Bizi karşılaması için gönderilen görevli, bavullarımızı arabaya kadar tek başına taşıdı. Hemen kapıda bekleyen simsiyah bir arabanın başında, daha sonra adının Ebu Ali olduğunu öğreneceğimiz, neredeyse ‘hazır ol’da bekleyen şoför, on beş gün boyunca bu dört kadına, yirmi dört saat hizmet edecekti.
Kasiyun Dağı manzaralı odamın perdelerini açtım. Odam ışıklandı. Daha güneşin batmasına var. Nice efsanelere konu olan bu dağı seyre doyamadan kapım çaldı. Gazeteci dostum başını kapıdan uzatıp Şam kaçamağı planını açıkladı. Diğer ikisi çoktan lobiye inmişti. Elindeki bezle zaten pırıl pırıl parlayan siyah arabanın kapılarını okşarken bizi fark edip ceketinin düğmelerini göbeğinin üzerinde iliklemeye çalışarak kapılarımızı açan şoförümüz Ebu Ali, birkaç güne kadar bizimle şakalaşmaya başlayacak, hatta ısrarla evine davet edecek ve ailesiyle tanıştırmak isteyecek kadar bizi kendine yakın(!) hissedecekti. “Yarın erkenden yola çıkacağız, siz gidin bu gece dinlenin!” bahanesiyle Ebu Ali’yi sepetlemek ise gerçekten de benim fikrim değildi…
Bab-ı Tuma’da, Bab-ı Şarki’de geçmiş zaman yolculuğuna çıkmış gibiydim. Gördüğüm antikalar beni baştan çıkarıyordu. Dükkânlardan birinin vitrininde Osmanlı’dan kalan, üzeri dantel dantel işlenmiş kılıç ve kalkanı görünce sevgili eşime hediye etmeyi ne kadar çok istemiştim. Kılıç kalkanın cazibesine dayanamayıp başımı küçücük antikacı dükkanından içeri uzattım, “Selamun aleykum.” Selamım hemen alındı; “Aleykum selam!” Adamın yüzü şenlendi, “Evet” cevabı umuduyla “İstanbul?” diye sordu. Onayladım. Daha da mutlu olup “Gardaş, gardaş!” dedi sağ eliyle kalbini yoklayarak. Ancak, bana beslediği gardaş sevgisi, vitrindeki antika kılıç kalkanın fiyatına pek yansımadı. “Hem kim taşıyacak şimdi onları…” tesellisiyle nefsimi kandırmaya çalışıp uzun pazarlıklardan sonra, sadece incelikler medeniyetinden yadigâr gümüş bir kemer ve kolye satın alıp çıktım dükkândan. Acele adımlarla yetişebildim arkadaşlarıma. Acıkıldı. En iyi restoran arandı. Bulundu. Restoran müdürü tarafından, El-Kavali’nin en güzel masasına buyur edildikten on dakika sonra masamız Osmanlı ve Lübnan mutfağının birbirinden leziz yemekleri, salataları, tatlılarıyla donatıldı. Doyduk. Yola koyulduk.
…
Rüzgar, yol boyunca yasemin kokusu taşıdı burnuma. Kıvrıla kıvrıla giden yol, bizi az sonra Kasiyun Dağı’nın tepesine götürdü. Yasemin kokusu dağın eteklerinde kaldı… Dağın tam tepesindeydik artık. Göğe, Şam şehrinden daha yakındım şimdi. Yerle gök arasındaydım. Minareler, Şam şehrinin şahadet parmakları gibi görünüyordu Kasiyun Dağı’ndan aşağıya bakınca. Yeryüzünde gün boyu süren beş vaktin, segah makamında bir akşamı (daha) yaşanıyor, kutlu çağrı her yere yayılıyordu minarelerden. Yıldızlar, göğe serpilmiş kırk karatlık pırlantalar gibi taçlandırıyordu Şam’ı. Yer gök nurdu…
Devamı Gönül Dergisi 2.Sayımızda
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

