Suçum Suçsuzluğum-4 / Kenan Kurban

Ferhat, elleri ve ayakları zincirli halde koridorda kendisini daha önce öldüresiye döven iki gardiyanın eşliğinde hücresine doğru yürürken kulaklarında avukatın “Savaş başlıyor.” sözleri yankılanıyor, dudaklarında ise “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü mırıldanıyordu. Buraya geldiğinden beri ilk defa özgürlüğü bu kadar yakın hissediyordu. Hatta suyuna ekmek bandığı kuru fasulyenin yanında yediği soğanın hayalini bile kuruyordu. Gardiyanlar o sert tavırları ve bakışlarıyla Ferhat’ın zincirlerini çözüp hücreye doğru ittirdiler. Arkasından da yatağının üstüne bir kitap fırlattılar. Gardiyan demir kapıyı kapattı. Demir pencereyi açıp “Avukatın bu kitabı verdi.” dedi. Ferhat şaşkın ve meraklı gözlerle kitaba baktı. Ciltli kapağı yıpranmış eski bir kitaptı. Ferhat “Uzun ince bir yoldayım” türküsünü mırıldanırken kitabı alıp yatağa uzandı. İsmine baktı: “İnsan Nasıl Tanrılaşır?” Yüzünde hafif bir ekşime oldu. İlk sayfayı açtığında şu mısraları gördü: “Kula bela gelmez Hak yazmayınca, Hak bela yazmaz kul azmayınca.” Morali düştü, hemen arka sayfaya geçti. Orada da

“Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Arif anı seyreyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler…”

Erzurumlu İbrahim Hakkı…

Kitabı karıştırmaya devam etti. Altı çizilmiş satırlar gözüne takıldı. “İnsan her kazandığı başarıyla egosunu beslemeye başlar. Zamanla da mükemmel ve diğer yaratılmışlardan da üstün olduğu inancını kuvvetlendiğinde tanrılaşmanın ilk adımını atmış olur. Bir süre sonra çevresindekilere kuluymuş gibi davranmaya başladığında ise büyük bir yalnızlığa yelken açar.” Okudukları beynine mıh gibi saplanırken Ferhat usulca gözlerini yumdu. Yatağın yan tarafına sallanan elinden kitap yere düştü…

İşçilerin ilk defa yemekhanede günlük kıyafetleriyle eğreti oturuşlarından kendilerini tuhaf hissettikleri belliydi… Yaklaşık üç yüz işçinin ikişerli, üçerli, dörderli gruplar halinde fısıldaşırken belirsizliğin verdiği kaygı kelimelere dökülüyordu. “Kardeşim kira var… Sorma bizim kira yok ama mobilya taksitine girmiştik… Çocuk tıp okuyor kara kara düşünüyoruz… Ya deseler ki iki, üç ay sonra her şey normale dönecek ona göre bir şeyler yaparsın… İş bulmak da kolay değil… Bulursun bulmasına da buradaki gibi tertip nizam zor… Arkadaşlar biz birlik olup tazminatlarımızı almanın yolunu bulmalıyız…” Uğultu halindeki konuşmalar gergin tavırlarıyla genel müdür yardımcısı Nuri ile muhasebe müdürü Cihangir’in içeri girmesiyle bıçakla kesilmiş gibi son buldu. Nuri’ye göre daha uzun boylu olan Cihangir en arkadaki işçileri bile rahat görürken Nuri masanın arkasından hafiften ayak uçlarında yükselerek ortamı süzüyordu. Otuz saniye kadar bir sessizlikten sonra Nuri önündeki sürahiden bir bardak su doldurup birkaç yudum içti. Biraz mahzun, bir nebze üzgün, daha çok da sorumluluk sahibi bir adamın ciddiyetiyle konuşmaya başladı. Nuri: “Arkadaşlar, malumunuz patronumuz Ferhat bey ve şirketimiz uluslararası bir komplonun içine düşürülmüştür. Maalesef bunun olumsuz etkilerinden hepimiz az ya da çok nasibimizi alıyoruz. Bu kötü şartlarda sevindirici olan tek şey görüştüğümüz devlet yetkililerimizin bizim haklılığımızı bilmesi ve arkamızda durmalarıdır. Buna rağmen işleyen, daha doğrusu hızla işlemesini beklediğimiz uluslararası hukuki süreç var… Komplonun ilk gününden itibaren vakit kaybetmeden maalesef şirket hesaplarımız bloke edilmiş, üretim yaptığımız firmalar anlaşmaları iptal etmişlerdir. Netice itibarıyla firmanın faaliyetlerine devam etmesi imkânsız hale gelmiştir. Bizler yöneticiler olarak maalesef çalışanlarımızı süresiz ücretsiz izne gönderme kararını aldık…” dedi. Sonra yarım bardağından tekrar su içti. Bu arada arkalardan homurdanma ağır ağır yükselmeye başlarken saçı sakalına karışmış bakımsız, kısa boylu bir tip ayağa kalktı. Şöyle bir etrafına bakındı, iyi görünmediğini düşünmüş olacak ki sandalyeye çıkıp sert, isyankâr bir tonda parmak sallayarak “Bu maaşsız izin ne kadar sürecek? Bizim kiralarımız, taksitlerimiz, çoluk çocuğumuzun ihtiyaçları var. Tek gelir kaynağımız buradan aldığımız maaşımız…” Bu hesap sorucu isyankâr konuşma, için için sorgulayıp da dışarı vuramayanlara cesaret verdi. Benzer lakırdılar ortama hâkim olunca fitili ateşleyen adam sazı tekrar eline aldı. Gür bir sesle “İsteyenlerin çıkışlarıyla birlikte tazminatlarını verin.” dedi. Bu kulağa hoş gelen teklifin sahibini daha iyi görmek için herkes arkaya doğru dönüp bakarken Nuri müdür elini gözlerine siper edip bu adamı tam olarak tanımaya çalışıyordu. Nihayet konuşan işçiyi çıkartınca hayal kırıklığı içinde elini indirip sandalye üstündeki işçiye bakarak “Savaş Uçan, biraz önce dediğim gibi şu an bütün hesaplar bloke edildi. Ne zaman kaldırılır bilemiyoruz. Tabi ki isteyenlerin çıkışını yaparız. Fakat tazminatlarınızı hesaplar serbest kalınca kuruşu kuruşuna alırsınız.” dedi. Savaş Uçan daha fütursuz, saldırgan ve hararetli, “Ferhat bey gibi zenginlerin resmi olmayan gizli zulaları vardır. Bir zahmet oradan ödensin. Bak bizler hayatın sıkıntısını çekerken her şeye rağmen onların lüksü yine yerinde…” dedi. Nuri müdür duydukları karşısında yutkundu, ne diyeceğini bilemedi, sonra Savaş Uçan’ın ilk işe girdiği günkü iki büklüm minnettar hali gözünün önüne geldi. Ferhat hiçbir vasfı olmayan bu adamı sırf bir arkadaşının hatırına prensiplerini ilk ve son defa çiğneyip işe almış, aylarca çalışmadığı için biriken borçlarını ödemesi için yüklüce bir avans vermişti. Ne yazık ki en vefalı olması gereken adamın ağzından en ağır sözler bir çırpıda lağım gibi ortalığa saçılıyordu. Muhasebeci Cihangir ile Nuri göz göze geldiler. Cihangir, Savaş’a keskin keskin baktı. Sonra bütün işçilere otoriter bir sesle “Bu işçimiz gibi, sizin başınıza ne geldiği, durumunuzun ne olduğunun önemi yok. Hatta yıllardır bütün emeklerimizin karşılığını bi tamam aldığımız kurumun sahibinin isterse canı çıksın… İlla da benim hakkım diyen kaç kişi var?” dedi. Cihangir’in bu sert çıkışıyla çıt sesi bile duyulmuyordu. Cihangir ise hız kesmeden devam etti: “Ben dâhil bu kurumdaki herkes emeğinin karşılığını fazlasıyla aldı. O sebepten kimse şöyle düşünmesin; biz çalıştık, o patron oturduğu yerden zengin oldu. Mangırları cukkaladı. Bu cümleyi ancak hain bir zihniyet düşünür, vicdansız bir gönül tasdikler…” Parmağının ucunu göstererek “Ahaa şu kadarcık bile aklı olmayan ise dillendirir.” dedi. Birkaç saniye öncesine kadar sandalyenin üstündeki Savaş’a bir kahramana bakarcasına bakan herkes mahcup bir eda ile başlarını öne eğdiler. Savaş ise olduğu yerde uçsuz bucaksız bir tarlanın ortasında kurumuş ağaç gibi kalakaldı. Düştüğü durumda kendisini aşağılanmış hissetti. Öfke ile elini yumruk yaptı. Sonra pis bir sırıtışla alkışlamaya başlayarak “Çok güzel beyefendi çok güzel… Böyle ahlaki derinliği olan felsefi konuşmalarla bu zavallı insanları mihnete sokup, sözüm ona vefalı olmaya çağırıyorsunuz. Bunlar bana işlemez.” İki eliyle kendini gösterip “Evet ben bir işçiyim. Ama devamlı okuyan, kendisini geliştiren aydın bir insanım. Hukuki haklarımı da çok iyi biliyorum. Ve sonuna kadar istiyorum.” dedi. En önde dakikalarca sabırla konuşmanın bitmesini bekleyen yaşlı adam ayağa kalkarken Nuri’nin gözlerine baktı. Nuri saygı dolu ifadeyle eliyle işaret ederek “Buyurun Şemseddin Ustam…” dedi. Şemseddin Usta tane tane tok bir sesle sadece Nuri ve Cihangir’i muhatap alıp “Ben, Ferhat beyin ilk ustası ve ilk çalışanıyım. Bunca yıldır şuna şahidim ki, o asla kanun dışına çıkmaz, kimse de onu çıkartamaz. Bir Allah’ın kulunun hakkını yemez, hakkını da yedirmez. Ben kendisinin kısa bir zamanda kurtulacağına inanıyorum.” Elini kaldırıp “Ha bu davalık konu hakkında bir bilgi sahibi de değilim. Ama Ferhat beye güveniyorum. Çünkü onu çok iyi tanıyorum. Gelelim şimdiki mevzumuza. Şimdi doğruluğun borazanlığını yapıp hukuki haklarını isteyenler, bir zamanlar bu şirketin kapısından içeri girecek yeteneklere haiz değildiler. Peki, onlar hangi hukukla burada işe başladılar?” Acı acı gülümseyerek “Hatırlı dostların tetikledikleri merhamet hukukuyla. Ama biz bugün birilerinden merhamet dilenecek değiliz. Çünkü yaradana sığındık. Bu gönlü kararmış bir adamı veya adamları aramızdan gönderin… Gönderin ki zehirli oklarıyla sadece kendilerini vursunlar.” dedi. Şemseddin Usta’nın yüreğe dokunan sözleriyle Nuri ile Cihangir’in gönlü bir nebze sürura kavuştu. Nuri “Ustam tam manasıyla kitabın ortasından konuştun. Ama madem birileri illaki haklarını istiyor biz de bir yolunu bulup vereceğiz.” Sesini biraz daha yükseltip “Tazminatımı alıp çıkmak istiyorum diyenler Cihangir beyin odasına gelsin.” dedi. Sonra gülen gözlerle Şemseddin Usta’ya selam verip kapıya doğru yöneldi. Cihangir onu takip etti. Savaş ise hiç zaman kaybetmeden kararlı adımlarla onların peşi sıra çıktı. Onun arkasından da kararsız kalanlar birer ikişer yan yan bakarak muhasebenin yolunu tuttular…

Güneş, ışıklarıyla hücreyi karanlıktan aydınlığa çıkarırken Ferhat’ın beyninde kitapta okuduğu “İnsan her kazandığı başarıyla egosunu beslemeye başlar. Zamanla da mükemmel ve diğer yaratılmışlardan üstün olduğu inancı kuvvetlendiğinde tanrılaşmanın ilk adımını atmış olur. Bir süre sonra çevresindekilere kuluymuş gibi davranmaya başladığında ise büyük bir yalnızlığa yelken açar.” cümlesi, beni ıskalama iyi anla dercesine tekrar tekrar dönüp dolaşıyordu. Dilinden ise ara ara “Kula bela gelmez Hak yazmayınca, Hak bela yazmaz kul azmayınca.” mısrası dökülüyordu. Yatağından doğrulurken yere düşen kitabı aldı. Hücreye alıcı bir gözle baktı. “Kaderde, Fransa’da adını bile bilmediğim şehrin pis bir hapishanesinin hücresinde hep kaçtığım kendimle yüzleşmek varmış.” Derin bir nefes alıp “Dünyanın en zor şeyi insanın kendine karşı dürüst olmasıymış.” dedi. İlk defa burada bu kadar içinin yandığını hissetti. “Zeliha, Zeliha… Sen burada olsaydın bu müşkülüm için mutlaka bir çözüm yolu bulurdun.” dedi. Sonra düşündü, başını sağa sola sallayıp “Ama ben senin yardımını kabul etmezdim, edemezdim. Yazık bana ne kadar yalnızlaşmışım, sağır olmuşum.” dedi. O bu muhasebeyi yaparken gardiyanlar kapıyı açıp içeri girdiler. Ferhat kahvaltı beklerken gardiyanları görünce endişelendi. Gardiyanlar rutin şekilde el ve ayak bileklerinden zincirlediler. Sonra insanlıktan nasibini almamış soğuk bakışlarıyla, coplarıyla göstererek yürü işareti yaptılar. Ferhat yürürken bir yandan da nereye götürüldüğünü tahmin etmeye çalışıyordu. Yani yine bir avukatla görüştürülecek ya da savcının huzuruna çıkartılacaktı. Yürürken kendi kendine,

“Hak şerleri hayreyler

Zannetme ki gayreyler

Arif anı seyreyler

Mevla görelim neyler

Neylerse güzel eyler…” diyerek kendisini teskin etmeye çalışıyordu. Neyse ki savcının odasına geçtiler. Ferhat bir rahatlama hisseti. Artık bir avukat ile görüşeceği kesindi. Ama sabah sabah avukat niye gelirdi? Odanın önüne gelince ilk defa bu hapishanenin pis kokusundan farklı, tanıdık güzel hatıraları çağrıştıran bir koku aldı. Gardiyan ise her zamankinden daha yavaş kapıyı açıyordu. Ferhat kokuyu çıkartmıştı, bu onun kokusuydu. Nihayet kapı açıldı. Ferhat öndeki gardiyanın ensesinden ayaktaki Zeliha’yı gördü. Ve önündeki gardiyanı omuzuyla yan tarafa ittirip aşk dolu nemli gözlerle kendisine bakan eşine doğru zincirlere rağmen adeta koşup sarıldı. Zeliha’nın hasret dolu sıcak gözyaşları Ferhat’ın yanağından başlayıp boynuna doğru akıyordu. Ferhat da bastırılması imkânsız bir hissilikle ağladı. İkisinin de kelimeler boğazlarına düğümlendiğinden konuşamıyorlardı. Öylece bir dakika kadar kaldılar. Nihayet gardiyan copuyla ortadaki demir masaya vurup haset kokan aşağılayıcı bakışlarıyla ayrılın işareti yaptı. Ferhat, Zeliha’nın yüzünü zincirli elleriyle zorlayarak avuçlarının içine aldı. Ferhat, yüreğinin bütün sıcaklığını hissettiren koruyucu bakışla bakıp başparmaklarıyla karısının gözyaşlarını sildi. Zeliha’nın yüreği pıt pıt atan küçük bir kuş gibiydi. Ferhat kendinden emin bir sesle “Korkma, hepsi geçecek.” dedi. Zeliha burnunu hafiften çekerek ellerini yüzüne doğru kaldırıp Ferhat’ın ellerini avuçlarının içine alıp zincirli bileklerini baktı. Zeliha “Ona şüphem yok. Aylar sonra seni görünce yüreğime söz geçiremedim. Hâlbuki gelirken seni teskin etmek için kendime tembihlerde bulunmuştum. Ama nafile sen beni teskin ettin.” dedi. Sonra ellerini bırakmadan karşılıklı duran sandalyeye oturdular. Zeliha kocasının yüzündeki yediği copların açtığı kapanmaya yüz tutmuş yaralara bakıp “Sana işkence mi yapıyorlar?” dedi. Ferhat “Bir kere copladılar. Gördüklerin o günden hatıra…” dedi. Zeliha “Bu yüzyılda medeniyetin beşiğinde! Bu akıl alır gibi değil… ” dedi. Ferhat “Bazı şeyler yer, bölge veya yüzyılların değil insanlığın problemi…” dedi. Zeliha hafiften çökmüş avurtlarına bakıp “Ya yemekleri, yemekleri nasıl?” dedi. Ferhat hafiften yutkunarak “Domuz eti olur diye et yemeklerini yemiyorum. Adamlarda her öğün et getiriyorlar. Haliyle çok iyi beslendiğim söylenemez. Sadece aç kalmamaya çalışıyorum.” dedi. Zeliha “Ben sana sevdiğin yemeklerin en azından konservelerini getirdim. İnşallah sana sapa sağlam ulaşırlar.” dedi. Ferhat içinden pek inanmasa da karısını üzmemek için “Kesinlikle” derken karısının ellerini daha sıkı tutup “Sen buraya gelişinle bana öyle bir güç verdin, öyle mutlu ettin ki tahmin bile edemezsin. Şu an ellerin ellerimde bir ömür sadece senin ışıl ışıl parlayan güzel gözlerine bakıp burada oturabilirim.” dedi. Zeliha’nın yüzünde hüzün bir nebze de olsun dağılırken “Keşke şu konuşmanı kaydedebilseydim. Senden bu tür sözleri duymak pek mümkün olmuyor.” dedi. Ferhat tebessüm ile haklısın manasında başına sallarken “Çocuklar nasıl? Tutuklanmamın sarsıntısını atlatabildiler mi?” dedi. Zeliha “Tek başımıza olsak zordu. Ama bu kötü olay ailen ile aramızdaki buzları eritti. Annen, baban, kardeşlerin hakeza bizimkiler bir an evi, çocukları boş bırakmıyorlar. Şimdi büyük aile olmanın ne demek olduğunu daha iyi idrak ediyorum…” Ferhat buğulu gözlerle sanki görürcesine “Ayşe’nin benimle çatışmadan ama bildiğini okuyan isyankâr hali, Kerem’in sert tavırlarıyla sonda konuşulacağını başta konuşması, hele hele Zeynepcik… Saf, temiz ve sevimli halleri… Hepsi gözümde tütüyor…” dedi. Zeliha “Ayşe senin başına gelenlerden sonra, babam avukat olmamı istemekte ne kadar haklıymış diyor… Kerem ise boşa uğraşmayalım, sorun çıkartanları temize havale etmek gerek diyor…” dedi. Ferhat “Abim kılıklı, aynı onun kafasında, tek bildiği kaba kuvvet…” dedi. Zeliha “Aileni hiç sormadın?” dedi. Ferhat “Burada beni ailemle tehdit etmek için sizin toplu çekilmiş resimlerinizi, haberlerin çıktılarını toplu halde verdiler. Bütün gelişmelerden haberim var…” dedi. Zeliha “Peki bu komplodan nasıl çıkacağız?” dedi. Ferhat “Dün buraya bir avukat geldi. İsmi Adil Zorlu… Onunla beraber çalışın.” dedi. Zeliha “Seni temize çıkartacak bir delile mi ulaşmış?” dedi. Ferhat “Hayır… Delili yok…” dedi. Zeliha “O zaman nasıl yardımcı olacak?” dedi. Ferhat “Delili yok ama benim suçsuz olduğuma inanıyor. İnanan adam ne yapar eder delil bulur. Ama delilden yola çıkan, en ufak sıkıntıda yarı yolda kalabilir. O adamda güçlü bir inanç, sağlam bir irade var… Asil ruhlu birisi…” dedi. Zeliha “Öyle olduğuna eminim… Sen kolay kolay bir insan hakkında böyle kanaat belirtmezsin…” dedi. Onlar konuşurken iki gardiyan sinsice birbirine bakıp saat işareti yaptılar. Gardiyan copu avucuna vurup “Mösyö Ferhat.” dedi. Ferhat gardiyana bakınca da copuyla saati gösterip “Süreniz doldu.” dedi. Zeliha öfkeyle “Fakat biz yarım saat için izin almıştık. Daha on beş dakika bile olmadı…” dedi. Ferhat “Kendini fazla zorlama güzelim… Sözün dinlendiği değil, gücün hüküm sahibi olduğu bir yerdeyiz…” Gardiyanlar Ferhat’a doğru yürürken karı koca ayağa kalkıp tekrar sarıldılar… Zeliha yine gözyaşlarına sahip çıkamadı… Ferhat bu kez daha metin durmayı başarmıştı… Zeliha giderken Ferhat’a umut vermiş, yaşama aşkı aşılamış, fakat kalbini alıp götürmüştü… Çünkü âşık gönüller için her ayrılık acıydı…

Ferhat her zamanki aynı rutinlerle hücresine geri getirilip kapatıldı. Ferhat, eşinin arkasından beyaz düşler kurmak için yatağa uzanırken eline yine avukatın getirdiği “İnsan Nasıl Tanrılaşır?” kitabı geldi. Refleks olarak yine şöyle bir karıştırınca küçük bir postit yapıştırılmış sayfa açıldı. Yazıyı göz ucuyla okumaya başladı. “Bilimsel, teknolojik gelişimini kendisine atlama tahtası yapan yeni medeniyet inşacıları; yaratılmışlık şuurundaki medeniyetten kendilerini yaratıcı gören zihniyetinde bir medeniyet inşasına başladılar. Ve bu virüsü, kanser hücresi gibi bütün dünyaya yaydılar. Devletlerden ailelere kadar bu anlayış sirayet etti. En havalı işi, en son model eşyalar, daha kötüsü dünyanın en mükemmel eşi olmazsa evlenmem, çocuklarım ooo onlar zaten şaheser olmalı. Onun için gen bilimi devreye girdi bile, yakında sipariş embriyolar yolda… Nihayetinde ise dünyayı yöneten küçük bir tanrıcıklar grubu olacak. Fakat bu gerçekleşse bile onlara yine de mutluluk yok. Çünkü insanlık yaradana kulluk şuuru taşıyan ilahi menbâdan beslenen medeniyet anlayışı yerine, pis benliğinin lağım kuyusundan beslenen kendini tanrı görerek oluşturduğu yalancı medeniyette ısrar ederse helak olmaktan kurtulamayacağı tarihi bir gerçektir.” Ferhat kitabı yavaşça kapatırken bu virüsün bütün benliğini kapladığını fark etti. Sonra avukatın “O zaman kolları sıvayın, savaş başlıyor.” sözünü düşünerek “Bu kolay bir savaş değil.” dedi.

Devamı Gelecek Ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.