Türk dizilerinin özellikle son yıllarda Türkiye’nin ve İstanbul’un tanıtımına katkıda bulunduğunu görüyoruz. Bundan sonra bu süreç nasıl işleyebilir?
Maalesef o tablonun içinde çok ciddi sorunlar var. Ama bunun ne kadar farkındayız biraz da onu konuşalım. İsterseniz ilk dizinin yurtdışına nasıl gittiğinin hikâyesini anlatayım. Bir arkadaşım geldi. O da sinemacı, Kalinos Film’in sahibi. Dedi ki; “Ben Kazakistan’la bir bağlantı kurdum. Senin dizini, Deli yüreği götürmek istiyorum. Ne olur bilmiyorum ama bi şansımızı denemek istiyorum.” Arkadaşıma “peki sen ne yaptın bugüne kadar dedim. Ben abi dedi şurada okudum burada okudum işletme okudum. Amerika’da işletme mastırı yaptım. Orada Hollywood’dan bazı şirketlerle bir takım temaslar kurdum. Onlardan solt operalar alıyorum. Amerikan filmleri ve dizileri falan. Onları Asya’ya, Ortadoğu’ya pazarlıyorum. Sonuçta dedi ki ilk defa bir Türk dizisi için böyle bir girişimde bulunmak istiyorum. Ben de dedim ki “Hoş geldin. 10 yıldır seni bekliyordum.” “Nasıl yani abi” dedi. Dedim ki “Ben 10 yıldır şöyle bir hayal kuruyordum. Bir Türk Amerika’da okumuş ya da mastır yapmış, sinemacı olmayan ama sinema kültürünü bilen, bu Amerikalılar bu filmleri nasıl satıyorlar dünyaya, nasıl pazarlıyorlar, onlara merak sarmış, biraz araştırmış bir Türk gelecek. Bize diyecek ki ‘hadi şimdi bu dizilerinizi, filmlerinizi bizim Selçuklu, Osmanlı kaynaklı kültür coğrafyamıza sonra komşularımıza etrafımıza daha da ileriye bütün dünyaya bunları yavaş yavaş pazarlayalım. Bir arka bahçemiz var, Yaklaşık olarak aynı kültür ikliminden beslenen insanlara bunları neden götürmüyoruz. Gidip buralara satalım diyecek. 10 yıldır bekliyordum o senmişsin hoş geldin.” “Şey” dedi durdu. Baktım yüzü bulutlanmaya başladı. “Yalnız abi, bunların çok paraları yok. Ne yapacağımızı bilmiyorum, fazla bir şey beklemeyin, büyük bir hayal kurmayın. Siz buna razı olacak mısınız?” dedi. Ben de “Sen söylemeden ben sana bir şey söyleyeyim. Senden istediğim şey filmi aktarmak için bir bant parası artı bölüm başı 1 dolar istiyorum.” dedim. Şaşırdı, abi niye dedi. Şunun için dedim; “Çünkü satın almayı öğrensinler diye bunu yapıcaz. Bu iş bizim için bugün pazar değil, ama bunu yapmazsak hiçbir zaman pazar olmayacak. Ama bugün bunu yapmaya başlarsak 5 yıl içinde pazar olduğunu farkedeceğiz. 5 yıl içinde Pazar olmaya başlayacak, 10 yılda minimum 300 milyonluk bir bölgeye tüm dizilerimi seyrettireceğim” dedim. Galiba 12 yıl oldu. 10. yılında 300 milyonluk bir teretoriye ulaşmıştık. Şu anda da 72 ülkede 600 milyonluk bir nüfus teretorisine doğru gidiyoruz. Bu nedir… Bu bir vizyon neticesidir. Perspektiften bakarsanız, o vizyonu görebiliyorsanız, o gün 1 dolardan verirsiniz, bugün 30 bin, 40 bin, hatta 70 bin dolar bölüm başına fiyatlar konuşuluyor. Biz 1 dolardan vermedik, 30 dolardan verdik ama ben 1 dolara da razıydım. Çünkü ben zaten bunu yaptım. Kütüphanemde duruyor, satmam lazım. Bundan daha önemlisi de kültür iletişimi kurmaktı bu ülkelerle. Benim her zaman paradan daha çok önemsediğim şey 1. maddem kültür iletişimi, kültür ihracı yapmaktır. Bunu daha çok önemserim. Aslında bu işler birbirinden bağımsız değildir. Kültür ihracı, kültür iletişimi kurarsanız farklı dillerde hatta dinlerde insanlarla hikaye paylaşırsınız ve duygudaş olursunuz. Ortak bir duyguda buluşursunuz. O zaman o insanlarla ticaret yapmanız daha kolay olur. Yani aynı duyguda olduğunuz için tekstilinizi satmanız daha kolay olur. Çünkü aynı zevke hitap ediyorsunuz. Otomobilinizi satabilirsiniz, buzdolabınızı satabilirsiniz ama önce hikaye paylaşmanız lazım. Hikaye paylaşmadığınız hiç bir insanla düzgün iletişim kuramazsınız. Hele parasal iletişimi çok zor kurarsınız. Onun için Amerika önce Hollywood‘la hikayesini götürür. Tüm dünya ile hikayesini paylaşır. Sonra arkasından silah mı satacak, tekstil mi satacak ne satacaksa onları satar. Böyle başladı sonra Kazakistan’da gösterilirken Bosna Hersek’ten bir arkadaşım geldi. Dedi ki; “Bunu Bosna televizyonuna verebilir miyiz, ama hiç paraları yok. Boş bant getirebiliriz.” Tamam dedim Bosna’ya da gönderdik. Avrupa’nın ortası Bosna Adriyatik kıyısı, Çin sınırı, Kazakistan ve Deli Yürek kısa bir sürede tüm bu coğrafyada seyredildi. Kosova’da savaş varken insanlar savaşırken seyrediliyordu. Buradan uydu aracılığıyla alıyorlardı yayını, savaş var, elektrik yok, su yok; insanlara haftada bir gün elektrik veriliyorken. Priştine’de imza topladılar. Bize pazartesi günü elektrik verin diye, dizinin yayınlandığı gün onu seyredebilmek için. Daha sonra oradan başka ülkelere Azerbaycan, Kırgızistan derken sonra Ortadoğu’ya sıçradık. Gümüş dizisi oraya satıldı. O başka bir trend oluşturdu. Derken bu iş çoğaldı. Geçenlerde bir gazetede Osmanlı’nın en geniş haritasından daha da genişletilmiş olarak bir harita yayınlandı. Bu haritada gösterilen bütün coğrafyada Türk dizileri seyredildiğini yazıyordu. Şu anda Kuzey Afrika, Doğu Avrupa, Ukrayna hizasından, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu bütün buralarda ve daha da başka yerlere hızla giden Türk dizilerine karşı bir trend oluştu. Eskiden buralarda Amerikan dizileri satılıyordu. Şu anda onları pazardan kovduk. Cannes film festivalinde bile Türk televizyon standına imrenerek bakıyor Amerikalı ve Avrupalı dağıtıcılar. Tabi bunu ne kadar bilerek yapıyoruz ne kadar bunun farkında ve bu pazarı düşünerek yapıyoruz? Maalesef cevap hayır… Hiç birisini bu pazarı düşünerek yapmıyoruz. Sadece kültür empatisiyle kendi kendine oluşan bir durum. Şimdi bunun bilinçlice yapılması, bu pazarın genişletilmesi bu vizyonun büyütülmesi gerekiyor. 12 yıl önce söylediğimde bu bir vizyondu ve oluştu. Şimdi de 3, 4 yıldır kendi adıma şunu söylüyorum. Artık onları da işe dahil etmenin zamanı, ortak yapımlara girmemiz lazım. Ortak hikaye paylaşmanın başka noktalarına girmemiz lazım. Ve bunun için 4 yıl önce Bulgaristan’da yayınlanan bir Bulgar romanını satın aldık. Bulgaristan’daki devrimi anlatan ki tüm Balkanları da tetiklemiş bir devrimdir Bulgar devrimi, onların da tetikleyicisi Bulgar Türkleridir. Bulgaristan’ın son komünist Başbakanının torunu bir kızla, bu devrimi tetikleyen halkın da lideri olan çocuğun gençlik aşkı, daha sonra lider haline gelen şoförün oğlu ile Başbakanın torunu prenses arasında geçen aşk hikayesinden yürüyüp devrimin hikayesini anlatan ve bugün de Bulgaristan siyaset yapısında da çok önemli bir yere sahip olan insanların hikayesidir. Fakat bunu alıp, iki yıl üstünde çalıştım. Bütün televizyon yöneticisi arkadaşlarıma götürdüğümde dediler ki bunu Bulgaristan’da çekmek lazım, ne gerek var buna, niye biz burada yapıyoruz. Zaten Bulgaristan’ın televizyon ekonomisi bölüm başına 30-40 bin dolar. Kendileri de yaptığı zaman bu kadara yapıyorlar. Biz de burada yaptığımızı 30 bin dolara satıyoruz ne kazanacağız ki bundan, ne gereği var” dediler. İşte bu bakış vizyonu görememektir. Evet, bugün ekonomik getirisi yoktur ama birincisi pazarı sağlama alırsınız, ikincisi o pazarı genişletip onu da büyütürsünüz. O pazarda bir süre sonra reklam gelirleri, televizyon vs. büyümeye başlar ve baştan pazarlamanın iş birliği kurmanın getirdiği başka şeyler olur, diğer alanlarda da ticari başka şeyler olur. Şimdi buradan başka bir hikayeye daha geçeyim. Ofisime bir gün Dış Ticaret Hazine Müsteşarlığı’ndan bir yazı geldi. Bütün yapımcı ve yönetmen arkadaşlara gelmiş bu yazı.
Arkasından bir gazeteci arkadaşım beni aradı. Tüm yapımcı ve yönetmenlere bir toplantı çağrısı yazısı geliyormuş size de geldi mi diye sordu, geldi dedim. Dış ticaretten sorumlu bakanımız bizi bir toplantıya çağırıyor ve diyor ki; Orta Doğu’da vs. bizim diziler acayip seviliyormuş, bir toplantı yapalım, biz buralarda bu dizilerin içinde ürünlerimizi tanıtabiliriz, dış ticarete müthiş desteği olur, bu konuda bir şeyler yapalım ne dersiniz dediğinde, ben de; “Sayın Bakanım, önce günaydın diyelim” dedim. Çünkü biz bunu anlatmak için defalarca randevu istediğimizde randevu bile alamadık. Türk sinemasıyla ilgili, sektör olmasıyla alakalı başka bir kanun için uzun yıllar çalıştım, ama anlatamadım. Peki, bunu nasıl fark etmişler derseniz, söyleyeyim. Bizim dış ticaret heyetimiz bakanımızla birlikte Dubai de ortak ticaret antlaşması yapıyorlar. Bütün gün çalışıyorlar sonunda akşam oluyor, bir iki madde eksik kalıyor. Akşamda yemek yiyecekler. Deniliyor ki akşam yemekten sonra kalan maddeleri de çay içerken küçük bir toplantı yapar konuşuruz. Araplar diyor ki; “Olmaz yemekten sonra toplantı yapamayız…” Niye? “Biz dizi seyrediyoruz” diyorlar. Bizim bakan diyor ki; “Allah, Allah oturup dizi mi seyrediyorsunuz?” Evet diyorlar. Merak ediyor bakan, bu kadar önemli bir toplantıdan bile alıkoyacak ne dizisidir? Araplar daha da şaşkın. Diyorlar ki; “Sayın bakan siz seyretmiyor musunuz? Sizin dizilerinizi seyrediyoruz…”
Ne güzel değil mi? Bizim sektör olarak anlatamadığımız olayın önemini bizimkiler orada yaşayınca uyanıyorlar. O zaman bizimkiler; “Ha… Biz bunların içine müthiş markalar koyabiliriz, bunları satmak için akla karayı seçiyoruz. Bunların içine koyarız, zaten doğal olarak bunları satmış oluruz. O zaman hemen gidelim toplantı yapalım” diyorlar. Bu konuda çalışmalar iyi niyetle sürüyor. Türkiye’de bir telif hakları sorunu vardır. Bunun da bağlantısı şudur. Bu pazarları geliştirmek için özel bir çalışma yapabiliyor muyuz? Niçin yapamıyoruz. Peki, kimler yapacak bunu? İşte bunun öncüsü yapımcılar olacak. Yani yapım tarafında olan insanlar senaristler, yönetmenler. Fakat o insanların bunu yapabilmesi, bu teşvikin oluşması için bunun sahibi olması gerekiyor. Yani sahibi olmadığınız bir şey için kanaldan belli bir para alıyorsunuz, mülkiyeti kanalın… Telif hakkının sahibi olamıyorsanız. O zaman da bunu en ekonomik bir şekilde yaparsınız, kanala verirsiniz ve işiniz biter. Zaten yurt dışına satamıyorsunuz, kanalın malı, kanal satıyor. Kanal satıyorsa o zaman ben bir para alıyorum, en ekonomik bir şekilde yapıp devredeceğim.. Niye daha iyi, daha kaliteli, daha başka bir şey için zorlayayım ki!.. Şimdi Bulgaristan’daki çekeceğimiz dizi benim için çok da avantajlı değil, daha da zor daha da riskli, belki orada çekeceğim dizi Türkiye’de tutmayacak. Risk alacağım. Niye alayım bu riski, o kadar çabadan sonra bana bir şey gelmiyorsa niye alayım? Bana umutlanacağım bir şey olması lazım, onun için risk alayım. Bakanlığımız, ihracat teşvikini kanallara veriyor. O zaman niye yapımcılar bu riske girsinler ki? Sinema, dizi yani bu sektör %49 sanatsa %51 endüstridir. Bakın bir ekipte ortalama 100 kişi çalışıyor. Her gün para akması gerekiyor. Şimdi bu konularda sorunlar var. Telif hakları sorununu Türkiye’nin halletmesi lazım, bunun yapımcılar tarafında olması gerekiyor. Bunu halledemezseniz bu vizyonları nüfuslara anlatamazsınız. Şu anda bu pazarı kaybetmemek için ortak yapımlara gitmemiz lazım. Bunu konuştuğum bir kanal yöneticisi çok övünerek bana şunları söylüyor. Şimdi yeni bir trend başladı. Yabancı Amerikan dizileri şimdiye kadar bizim pazara giremiyorlardı. Onları kovduk pazardan. Şimdi tekrar dolaşıp arkadan başka bir şekilde girmeye başladılar. Nasıl peki, format satarak… Yabancı dizilerin formatlarının yerli oyuncular tarafından yapımı. Hatta onlar bizim tutunduğumuz pazarda Orta Doğu, Asya, Kuzey Afrika, Balkanlar buralara girebilmek için Amerikalılar Türk oyuncuların oynadığı Amerikan formatlı yerli dizi yapıyoruz, onlara satıyoruz. Bu televizyon yöneticisi arkadaşım bana dedi ki; “Biz falanca Amerikan dizisinin yerli formatını yaptık. Orta Doğu’ya Amerikalıların orijinal formatlısını satmak istediler. Ben de onlara, satmayın çünkü ben size daha çok para kazandıracağım dedim” diyor. Ne yaptın dedim. “Bizim yaptığımız formatı Araplara onların sattığı orijinal formattan beş misli fiyata sattım’’ dedi. Bunu başarı olarak görüyoruz. Başarı mı başarı ama sattığımız şey sonuçta Amerikan formatı. Bizim şimdi onlara format satmamız lazım. Sonra da diğerlerinin pazarlarına format satmamız lazım. Çünkü bu sektörde en değerli şey patenttir. Bu sektörde kısa vadede para demek uzun vadede pazar kaybı demektir. Bu dengeyi iyi tutturmak lazım. Bunun olması için de bazı teşvikler gerekiyor. Şöyle bir şey hatırlatayım, bundan 5 yıl önce Amerikan Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Amerika dışındaki ilk yurtdışı seyahati Türkiye’yedir. Sayın Cumhurbaşkanımız o zaman dış işleri bakanıydı, kendisiyle görüşmeler yapıldı. Condoleezza Rice Türkiye’den giderken bir gazetenin sürmanşeti şuydu. ‘’Biz Hollywood ‘a karışamayız.’’ Ondan sonra yazan şey şuydu; “Biz 50 yıldır Türkiye ile müttefikiz, stratejik ortağız.” O yıllarda dünyada Amerikan aleyhtarlığının en yüksek olduğu ülke %80 ile Türkiye idi. Bunun sebeplerini bilenleriniz bilir. Condoleezza Rice bunun için geldi ve dedi ki; “Siz ne yapıyorsunuz? Üstelikte Cumhuriyet Tarihi’nin en yüksek oyunu almış en güçlü iktidarısınız. Biz de 50 yıldır stratejik ortağız ve müttefikiz. Türkiye’de neden yükseliyor bu Amerikan aleyhtarlığı, neden müdahale etmiyorsunuz?” Sayın Abdullah Gül dedi ki “Bunun değişmesi için Türkiye’nin yanında yer almalısınız. Türkiye için bir şeyler yapmanız gerekiyor. Nedir onlar? Kıbrıs meselesinde yanımızda olmanız lazım, Kuzey Irak cephesi, terör meselesi.” Bunun üzerine Condoleezza Rice dedi ki; “Her zaman dedikleri gibi biz Kıbrıs meselesinde yanınızdayız, AB konusunda bütün bürokratlarımızı çalıştıracağız, AB’yi baskı altına alıp girmenizi sağlayacağız, istihbarat paylaşacağız. Aramızda terör meselesinde yanınızdayız vs.” sıraladı. Abdullah Gül bir şey daha istemişti. Dedi ki; “Hollywood’da filmler ve dizilerde Müslümanlar terörist olarak gösteriliyor. Bu hem İslam dünyasında, ki özellikle Türkiye bu konuda çok daha hassastır. Hatta artık Müslüman Türkler de terörist olarak algılanmaya başladı. Bu bizi çok rahatsız ediyor. Bunları önlemeniz lazım.” Condoleezza Rice diğer konuların hepsine söz verdi. “Ama biz Hollywood’a karışamayız.” dedi. Aslında asıl yönettikleri Hollywood. Ama onu yaptırmak istemiyor. Çünkü o çok önemli stratejik bir parça. Evet, bunun gibi çok fazla şey var. Benim abim dostum Mehmet Niyazi Özdemir bir gün bana dedi ki; ‘’Yakın tarihle ilgili konuşurken Türkolog bir dostum, Niyazi, yakın tarihimizi Arap gençlerine bir anlatabilsek Orta Doğu ve Türkiye ile Arap Dünya’sını hatta Dünya’yı başka türlü etkileyeceğiz, bunu yapmamız lazım” dediğinde Niyazi abi de “biz Türk gençlerine anlatamıyoruz ki Araplar’a nasıl anlatacağız” dedi. ‘’Daha düne kadar Suriye’deki eğitim kitaplarında Türkler İngilizler’e Araplar’ı sattı diye yazıyordu. Halen de öyle kitaplar vardır. Yapılacak şey sadece ticaretle kalmamak lazım, tarihle hesaplaşmamız da lazım, konu buralara kadar uzanıyor. Dolasıyla geleceği kurmamız uzuyor. Bugün Arap Baharı denilen şeyle yaşananları görüyorsunuz halen de devam ediyor. Biz şu anda Suriye ile burun buruna savaş soluyoruz. Öbür tarafta Gazze’de olanlar, İsrail’in yaptıkları belli. Peki, bunlar olurken siz anlatabildiniz mi gençlere… Yemen’i biliyor muyuz? Hayır. Trablusgarp’de yaşananları biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Buradaki hikayeleri, tarihi paylaşmadan, onunla hesaplaşmadan geleceği kurmamız siyaseten de mümkün değil, ticareten de mümkün değil. Sonunda tabii ki herkes istediği gibi oynayacaktır. Türkiye bu dizilerin etkisiyle başta İstanbul olmak üzere tüm dünyadan özellikle Müslüman Dünya’dan çok fazla turist çekmeye başladı. Çok şey konuşabiliriz. Mesela Azerbaycan’da Türk dizilerinin dublajsız oynanmasının yasaklanması hikayesi var, çok hikaye var.
Yakın tarihimizle ilgili bir çalışmanız var mı?
Bizim iş öyle bir iştir ki içi beni yakar dışı seni… Bundan 22 yıl önce 1990 yılında böyle bir format düşünerek mesleğimin ilk yıllarında, büyük bir sinema filminin bütçesinden dolayı, yapamayacağım için Fatih Sultan Mehmet ‘in iki günü bir gecesi diye uzun bir film yapmıştım. Bu aslında format denemesiydi. Sonra o zamanın televizyon yöneticisi; ‘’Yahu bunda at yok, kılıç yok, bu nasıl Osmanlı, bu nasıl Fatih, böyle Fatih mi olur?” dedi. Sonra işi bilen değerli yazar arkadaşlarım bunun üzerine yazı yazdılar. Dediler ki; “Toplumlar tarih süreçlerini aşamalarla yaşarlar. Bir Hamasi tarih süreci vardır, sonra zihinsel tarih süreci vardır. Şimdi de hatta biyolojik tarih sürecine geçtik. Dünya biyolojik tarih sürecine geçerken, yaşarken bizler zihinsel tarih sürecine halen geçemedik. Hamasi tarih sürecini yaşıyoruz. Bu film işte zihinsel tarih sürecinin bir ürünü ve Osman Sınav önemli bir şey yapıyor.” O zamandan bu zamana bir Osmanlı projesi yapmak istiyorum. Son 10 yıldır bunun üzerine çok ciddi çalıştım, hayaller kurup projelendirdim, bir çok insana anlattım. Bir gün yine bunu bir televizyon yöneticisi arkadaşıma anlattığımda arkadaşım dedi ki; “Hocam sen her şeyi çok büyütüyorsun. Ne gerek var bu kadar yatırıma, bu kadar şeye, buna gerek yok. Bak Tudors var. Al Tudors dizisini aynısını uyarla Hürrem Sultan yap…” Tudors, VIII. Henry‘in Ailesi’nin hikayesidir. İngilizler’de bunlar çok da, yabana atılır bir aile değildir. Sadece Boleyn Kızları ile ilgili değildir. Vatikan’ı bölüp Roma’yı İngiltere’ye taşımış bir adamdır. Bugün bir İngiliz kırmızı kitabı varsa onun yazarı Tudors Ailesi’dir. O dizi onu anlatıyor. Ama bu formatın aynısını alıp oradaki kadın entrikalarına bakıp “a bu böyleymiş!” deyip Hürrem üzerinden Kanuni üzerinden böyle bir şeyi hemen yapıver canım diye bakılıp da yapıldığı için muhteşem Süleyman’ın siyaset ve dünyayı yönetmek dehası bizim filmlerde yok ama Tudors’ta var. VIII. Henry’nin o İngiliz dehası var. Entrika da var. Çünkü zaten öyle adam. Ama biz saltanat ömrünün kırk küsür yılını çadırda, at üstünde geçirmiş, üç beş yılını sarayda geçirebilmiş bir Kanuni Sultan Süleyman’ı böyle anlatıyoruz!.. Bu bir vizyon meselesidir. Yapan arkadaşı asla kınamıyorum. Çünkü o öyle görüyor, onun işi, popüler iş yapıyorum para kazanıyorum diyor. Siz de bu toplumda satın alıyorsunuz. Satın alınıyorsa mesele yok, ticaret yapıyor… Neticede kanal da, yapan da, oynayan da herkes ticaret yapıyor. Bunun için insanları küçümseyemezsiniz. Siz daha iyisini yapacaksınız. Çünkü bunun tek yolu budur, daha iyisi yapılana kadar bu değişmez. Üç yıldır Abdulhamid dönemi ile ilgili son 9 yılının etrafında gelişen bir hikaye üzerinde çalışıyorum. Tarihin gerçek kurtlar vadisi diye tabir edilebilir. Onun dışında başka bir dizi daha var. Tabi yine sinema filmleri olacak.
Teşekkür ederiz. Gerçekten de çok güzel bir sohbet oldu.
İletişim platformu derneğine katkılarından dolayı teşekkür ederiz.