Sevgilinin Yüzünü Seyretmekten Yorulur mu İnsan? / Ahmet Özhan


Ahmet Özhan’ın bir günü nasıl geçiyor, bu yönünüzden bahseder misiniz?
Ahmet Özhan’ın günü gününe uymaz, belirli bir gün anlayışım yok. Cenab-ı Hakk her an yeni bir şanda ise o zaman her mahlûk da her an yeni bir tecelliye muhatap olmuş oluyor. O tecelliye muhatap olan kişi de diğer objelere yaymakla görevlidir. Biz sanatçılar da durumun farkında olmamız, bundan dolayı da olabildiğince pozitif bir yerde durması lazım. Olumlu olmanın mihengi nedir? Diye düşünecek olursak olumlu olan; “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun.” ayetine uymaktır. Emredildiği istikamette doğru olmakla mükelleftir insan. O zaman ne ile emredildiğinin farkında olması lazımdır. Bütün bu eklektik gibi görünen zincirleme olumluların farkındalığı içerisinde her güne kendi noktandan hareketle izafî diğer bütün noktalara olumluyu, doğruyu taşıyıcı olmak kaygısıyla yataktan kalkmak lazım. Ben de olabildiğince öyle yataktan kalkmaya çalışıyorum. Şahsıma ait olan bir takım işlerimi güçlerimi görürüm. O gün, mutlaka bir randevu vardır, bir çalışma vardır, bir prova vardır, bir konser vardır, bir seyahat vardır. Onların anlattığım bu doğruluk çizgisinde olabilmesi için hem gönül olarak, hem dua olarak, hem de mental olarak kendimi hazırlarım ve yapmam gereken çalışmaları yaparım. Bir gün bitmez benim için. İzafî olan, göreceli olan zaman bize göre var, dönüşür durur, biten ve başlayan bir şey yok. Havanın kararması, gecenin gelmesi bizi şu şekilde görevlendirir: “Geceler hülya demidir, âşıkların mahremidir, gönül derdi çekenleri, gizlice yaş dökenleri, bağrımdaki dikenleri, gidin sorun gecelerden” dediği gibi şairin, gece bambaşka bir âlem, başka bir şe’n (iş, yeni olan hal, tavır) başka bir farkındalık gayreti ve madeni, bu şekilde düşe kalka, uzun ince bir yolda, gece gündüz gidiyoruz. Allah ile birlikte olma gayreti içinde olan insanın,
Hakk’ın olacak işler
Boştur gam-u teşvişler
O hikmetini işler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
yolundan giderek olabildiğince stres denilen, hayıflanmak, mahzun olmak denilen şeyden uzak kalmaya biraz imkânı olabilir.

En çok nelerden hoşlanırsınız, bu bağlamda ‘gönlü’ nasıl dinlendiriyorsunuz?
Sizlerle, dostlarla sohbette dinlenme… Dostlarla gönül, huzur bulur dinlenir. Dostlarla birlikte olmak, paylaşmak, gönlün yegâne gıdasıdır. Onun için de yorulmak olmaz. Sevgilinin yüzünü seyretmekten yorulur mu insan? Ama onun için de; “Haktan âyan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan (gizli) imiş.” diyen Niyazi Mısrî’nin peşinden gitmek lazım…

Ahmet Özhan’ın gençliğinin sırları nelerdir?
Hergün yürüyüş yaparım. Yediklerime dikkat etmeye çalışıyorum. Ama önemli olanı genetik yapı. Genetik yapı size böyle bir kolaylık sağlamazsa ne yapsanız fazla fark etmez. Ben yaptığım her işte ahireti ve dünyayı ayrı ayrı görmüyorum. Olabildiğince ahireti dünyanın hem neticesi hem de soyutu olarak görerek, buradaki fiilimizin soyutunu bir ahiret olgusu olarak algılamak en doğru yoldur. Dünyada yapıp ettiklerimiz ahiret sermayesidir. Onun için, sevdiğimizin de dinlediğimizin de ürettiğimizin de tükettiğimizin de aslında ahiretlik olması icabeder diye düşünüp bu gayret içerisinde olabilmeye çalışıyoruz.
Günlük yaptıklarıma gelince kitap okumadan hiç uyumam. Yani mutlaka bir sayfa da olsa, bir paragraf da olsa gözümü bir kitaba değdiririm, öyle kapatırım.

Peki, Ahmet Özhan ev içerisinde nasıldır? Yoğunluktan dolayı ev halkı bundan şikâyetçi mi?
Bir yoğunluk olsa da onlara da mutlaka zaman ayırmaya çalışırım. Herkes kendi işi ile uğraşıyor aslında diyebilirim. Çocukların kendi uğraşları var, bizim kendi uğraşımız var. Karşılıklı mükellefiyetlerimize dikkat ediyoruz. Herkes üstüne düşeni yaptıktan sonra, çok da dip dibe yaşama peşinde olmanın bir âlemi yok… Çünkü herkes kendi kaderiyle, kendi hikmet zinciriyle yaratılmıştır. Onun için eşlerin birbirlerini çok fazla sahiplenip, insanları sıkboğaz etmelerini doğru bulmuyorum. Mesuliyetlerini idrak etmiş olmak, kendi içini keşfedip kendi dinamikleriyle hayata bakabilmek herkesin olmazsa olmaz çaresidir, görevidir.

Tabi çocuklarınız sizden etkileniyor…
“Görgülü kuşlar gördüğünü işler” diye bir söz vardır. Biz doğduk bunları gördük, bunları işledik, onlar da bu şartlarda doğdular; nasiplerinde varsa gördüklerini işlerler. Bizim amacımız onların iyi bir eğitim almaları yönünde. Ama bu tek taraflı olmuyor. Onların da kendi iradeleri ile çaba göstermeleri gerekiyor. Sadece anne baba istemekle olmaz. Onlar bu yolda çocuklarına bir rehber olmalılar. Biz de öyle yapmaya çalışıyoruz. Bazı şeyler anlatmakla olmuyor. Kimse, “şunu şöyle yapın” deyip de yaptıramamıştır. Ancak o insanın içinden gelirse işte o zaman kendi yapar, öteki türlü hatır için yapar feyzi olmaz. Ama kendi yüreğinden geleni yaptığı zaman onunla beslenir. Küçük çocuklar doğuyorlar, evi, aile ortamını görüyorlar. Mutlaka hayatlarını etkiliyor. Ama burada sevdirmek önemli, bir şeyler vereceğim diye bıktırmamak ta çok önemli. Aile olarak siz eğitim verirsiniz ama burada çocukların yapılarını, kabiliyetlerini, yeteneklerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Onlardan yapamayacakları işleri beklememek gerekiyor.
“Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Var sonunu seyreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.”

Siz bir ara, sevenlerinizden bir müddet ayrı kaldınız ve Türk Sanat Müziği anlamında, Türk Tasavvuf Musikisi tarzında çalışmalarınız oldu. Sonra Türk Sanat Müziği dinleyicileri sizi çok seviyordular ve tekrar aralarında gördüler sizi. Yeniden Türk Sanat Müziği icra etmenizi nasıl karşıladılar?
Aslında öyle bir ayrım hiçbir zaman düşünmedim. Ülke kültür platformunun benden talebi neyse, eğer o talep benim yaptırım alanımdaysa, ben onu icra ettim. 16 yıldır Mehter, Tasavvuf Müziği, Klasik Türk Müziği dallarında hizmetler veriyoruz. Japonya’dan Amerika’ya kadar kültürümüzü tanıtmak için yüzlerce konser verdik. Ve bunları günümüze dönüştürerek dinlenir halde sunduk. İşte benim için “Ortadan kayboldu. İnzivaya çekildi.” dendiği dönemlerde ben bu işlerle uğraşıyordum.
Türk Tasavvuf Musikisini hayata geçiren bir eleman olarak kendimi çok mutlu ve şanslı hissediyorum. Ona ne kadar zaman ayrılsa, ona ne kadar hizmet edilse azdır. Çünkü insanın beslenmesi için var edilmiş olan, farkındalığını geliştirmesi için moral destek olarak var olmuş olan müzik, ancak tasavvuf müziği söz konusu olduğu zaman tam manasıyla varlıkla işlevsel olarak entegre bir hal alır. Onun için her zaman vaktimin ana paydasını ona veri rim, gerekiyorsa eğer. Türk Sanat Müziği, hayat boyu benim meselem olmuştur, ona hiçbir zaman ‘hayır’ demedim ben. Ama Tasavvuf Musikisi öyle talep gördü ki ben o talepleri karşılamayı isterken dışarıdan sanki ben böyle bir tercih yapmışım gibi göründü. O dönemde çok önemli çalışmalarımız oldu.

Dinleyicilerinizin karşısına çıkmadan önce repertuarınızı nasıl belirlersiniz?
Efendim bendeniz, repertuar hazırlarken o repertuarı zamana ve zemine en uygun şekilde ayarlamaya çalışırım. Çünkü her ayın özelliklerini yansıtan bir repertuar mevcuttur. Mesela ben tasavvuf müziği içerisinde daha ziyade Arabi aylara göre repertuar tespit ederim. Mesela, Rebiülevvel ayında, Muharrem ayının özelliklerini yansıtan bir repertuar irfan sahibi bir müzisyen için mümkün değildir. Çünkü, o zamanın hissiyatına uygun değildir. Mesela, Zilhicce ayında Ramazan ilahileri okunmaz, Hac ilahileri okunur. Ramazan ayında ise Ramazan ilahileri okunur. Yani o anda yaşanan zamanın özellikleri ne ise, icraatında o özellikleri hatırlatan, hatta insanlara onu öğreten bir sanat icra etmek uygun olur diye düşünüyorum.
Türk sanat musikisinin sözlerinde ayrı ayrı incelikler var. Bu sözlerin de izah edilmesi gerekiyor değil mi?
Tefsire tabidir, yani oradaki meyhaneyi, sâkiyi, kadehi, oradaki terminolojiyi tasavvufa koyduğunuz zaman meyhane tekkedir, sâki şeyhtir, kadeh esmâdır, yani tefsire tabidir. Yani böyle bir donanımınız, böyle bir yaklaşım kabiliyetiniz, birikiminiz var ise bunu böyle anlarsınız… Bir uşşak şarkı, benim belki de birçok ilahiden daha çok sevdiğim şarkıdır, nakaratında der ki: “Her şey dile gelmiş bana cânânımı söyler.” Öteki tarafta aynı anlamda “İşit Niyazi’nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün, Hak’tan âyan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan (gizli) imiş.” diyor. Yani “Her şey dile gelmiş bana cânânımı söyler.” bir şarkı sözüdür, bu da bir ilahi sözüdür. Anlam olarak istidat sahibi insan için ikisi de aynı şeyi söylüyor, aynı gerçeği haykırıyor…

Sahneye çıkınca mutlaka bir konuşma yapıyorsunuz? Dinleyicilerle aranızda bir iletişim var. Bu konudan biraz bahseder misiniz?
Buna dikkat ediyorum. İcra ettiğimiz eserlerin bir anlamı var. Yunus Emre’nin bir ilahisini okurken, “ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir…” deniliyorsa, ben de dinleyiciden gerçek ilmin kendini bilmek olduğunu, kendisini aramasını, bulmasını ve eksikliklerini telafi etmesini isterim… “Server Nebi” dediğim zaman Efendimiz’e dikkat etmesini, Efendimiz’in neyin Serveri olduğunu bilmesini isterim… Evet O, neyin serveridir?… Güzel ahlakın… Güzel ahlakta ise bölünmüşlük değil, tevhid vardır.
O’nda paylaşma duygusunun en üst seviyesi vardır. Cesaret, ilim, teknoloji ve her şey ve her şey O’nun güzel ahlakında vardır. Server Nebi’nin güzel ahlaktan ibaret olduğunu bilmelerini isterim dinleyicilerimin. Ama bazen de “artık çok oldu” diyorlar. Bende hiç “peki” diyerek başlıyorum eserleri söylemeye…
Tarihteki arayış… Birçok önemli insanın yolu bir şekilde tasavvuftan geçiyor. Bu durumun günümüzdeki seyrini nasıl yorumluyorsunuz?
Şöyle bir şey söyleyeyim: İnsan özü itibariyle, taşıdığı cevher itibariyle tasavvuf dediğimiz olgunun kokusunu sıcaklığını, ılıklığını hissedebilir. Her insan hisseder bunu… Kabul eder, reddeder başka dava ama ilgilenir. Aslında bu bir fantezi değildir; bu hiç tavizsiz disiplini olan, prensipleri olan demir leblebi yemektir. Kimse, “İşte efendim haftada iki gün şuraya takılıyoruz, orada güzel sohbetler oluyor vs.”, bununla hiçbir şey elde edemez. Tasavvufun evveli şeriattır, ortası şeriattır, sonu şeriattır. Tasavvuf, dinî disiplini dinî mükellefiyetleri yaşama yeridir. Tasavvufu daha soft, daha gevşek bir din anlayışı gibi görenler onu hiç kavramamışlardır.
Ben tasavvuf kadar büyük bir disiplin tanımadım, yoktur çünkü. “Gel, ne olursan ol gel.” diyor… İster kâfir ol, ister puta tap, ister ateşe; ne olursan ol gel, burası ümitsizlik kapısı değildir. “Gel” değil, “dön” demek. “Dön”de, beşerî saplantılardan vazgeçebilmek, her türlü beşerî kirden pastan soyunabilmek… Yıkanabilmek hiç kolay değil. Entellektüellerin kaç tanesi bunları yapıp da tasavvufla yolu kesişiyor. “Gel” demek, “hakikate gel” demek… Hakikatte zerre kadar bir parça kir yoktur, beşeriyet yoktur, şirk yoktur. Onun “gel” dediği yer vahdettir, birlik yeridir. Beşerî bütün takıntılardan arınmışlığın yeridir. Öyle gidiyorsa ben de gideyim, onun elini ayağını öpeyim, başımla beraber. Ama bu bir fantezi değildir, çok zor bir iştir. Meğerki Cenab-ı Hakk nasip ede; böyle sadece kul gayretiyle, kul isteğiyle olacak şey değildir. Ben ameliyat yapabilir miyim şimdi? Ameliyata inanıyorum, gereklidir, gerekli olduğu zaman çok hayatidir. Bütün bu inancım, bütün bu yaklaşımım neşteri elime alıp da bir hastayı kesmeye müsait mi, onun için neler yapmam lazım… Bir kere tıbbiyeyi kazanabilmem lazım, kazanamıyorsun ki puanı çok yüksek… Ondan öncesinde çok ciddi güzel bir talebelik hayatı yaşamışlık lazım… Kendini ilkokuldan itibaren iyi yetiştirmiş olman lazım ki lise sonunda üniversite imtihanına girdiğin zaman tıbbiyeyi tutturabilesin. Altı sene orada, doktorası da içindedir, doktor çıkar işte orada, onu anlamıyorlar. Başkası dört sene fakülte okuyor, ondan sonra yüksek lisans yapıyor, doktora yapıyor. Bu altı sene içerisinde doktora da yapılıyor. “Doktoru” tıpla alakalı bir şey zannediyorlar; doktorluğun tıpla alakası yok ki, o bir kariyer. Tababet başka bir mesele, doktorluk başka bir mesele. Mesela edebiyat doktoru, adam ne oluyor; ameliyat mı yapıyor edebiyatla… Bütün bunları ayırt edici bir şekilde yetişmiş olacaksın, tıbbiyeyi kazanacaksın, altı sene okuyacaksın, ihtisas imtihanını kazanacaksın, çok zor bu. İhtisasını bitirmiş olacaksın, deneyim sahibi olacaksın ki bir hastaya Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği dermanı ulaştırabilesin.

Sizinle konuşulacak güzel şeyler var gerçekten…
İnşallah onu da yaparız. İşte bunun haricinde bir eğlencem, bunun haricinde bir tatminim, bunun haricinde bir mesaim yok. Ne yapıyorsam mutlaka bununla birlikte olmasına gayret ediyorum. “Başarıyorum başaramıyorum” o başka bir mevzu, ama eksen de ilerlemye çalışıyorum.

Çok teşekkür ediyoruz.

Ben de teşekkür ederim.

1 yorum

  1. Ayse Kiziltepe

    Boyle büyük ruhlar ile sohbette sadece gözlerden yaslar akıyor. Yoruma ne gerek.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir